“Dünya edebiyatı” bir kavram olarak uzun süredir tartışılmaktadır. Bu yazının hedefi de bu tartışmayı, David Damrosch’un Dünya Edebiyatı Nedir?[1] adlı eseri çerçevesinde yeniden düşünmeye açmaktır. Zira sorular üretmek de yanıtlar üretmeye giden yolu açmakla birlikte yanıtlar aramanın motivasyonunu oluşturarak çok önemli bir yere oturur. Soru ve sorunları tartışmak ise bizi besleyecektir.
“Dünya edebiyatı” terimi, ilk kez 1827 yılında, dönemin 77 yaşındaki edebiyatçısı Goethe tarafından dile getirilmiştir. Kavram, Goethe’nin öğrencisi Eckermann tarafından 1835 yılında yayımlanan Goethe ile Konuşmalar kitabında yazılı hâle getirilmiş ve böylece kayda geçmiştir.[2] Goethe, bu kavramı bir tür öngörü iddiası olarak ortaya koyar: Ona göre dünya edebiyatı oluşmakta olan bir olgudur; bu oluşum yalnızca edebiyatın gelişimine katkı sunmakla kalmayacak, aynı zamanda yazarlar ve edebiyat tarihçileri için de yeni çalışma alanları açacaktır. Goethe, bu oluşuma destek verilmesi gerektiğini savunur.
Goethe bir okur olarak da farklı edebiyatları okuma konusunda hevesli olduğunu, farklı edebiyatların birikiminin kendisini beslediğini belirtir. Bu noktadan hareketle de dünyada farklı edebiyatlarla etkileşim kurmayan ulusal edebiyatların varlıklarını sürdüremeyeceğini iddia eder. Dünya ile devinime girip tazelenmeyen edebiyatların sonunun gelmekte olduğunu belirtir. Bununla birlikte bir ulusal edebiyatın da anlamsızlaşacağını öne sürer.
Damrosch, dünya edebiyatı tartışmasına Marx ve Engels’in 1848 yılında yayınladığı Komünist Manifesto’yu kaynak göstererek. Ulusların kendi kendilerine yettiği çağın artık son bulduğunu, ulusların yerli üretimlerinin dünyanın malı olduğunu ve sayısız yerel edebiyatın yerini dünya edebiyatının alacağını söylemektedir. Bugünden baktığımızda bunun bir yanıyla gerçekten var olduğu, bir yanıyla da ulusal edebiyatların varlığını sürdürdüğünü söylemek gerçekçi olacaktır. Marksist bir dünya tarihi perspektifiyle baktığımızda dinin iktidarının yerini sermaye iktidarına bırakması bir yandan da uluslararası bir ortaklığı ve tekdüzeliği doğurmuştur. Bir mikrotarih perspektifiyle baktığımızda da gündelik yaşam pratiklerinin aynılaştığı modern dünyada çekirdek aileler ile yaşadığımız evlerin benzeşmesi, günlük sorunlarımızın benzeşmesi gibi durumlar söz konusu. Modern çağda artık iklime, coğrafyaya bağlılık toplumun ezici çoğunluğunun gündelik yaşam pratikleri üzerinde hemen hemen hiç etkili değil. Bunun varlığı aslında müzik, mimari, resim gibi birçok dalda tüm insanlığın kimi değerlerde buluşabilmesi sonucunu doğal olarak ortaya koydu. Bir yandan böyle bir yadsınamaz gerçeklikten söz etmek gerekir. Yani tartışma yalnızca edebiyat ile sınırlı kal(a)mıyor. Edebiyatın toplumdan ayrı düşünülmesinin olanaklı olduğu bir çağda değiliz. Bunun bir nedeni de “edebiyat pazarı”dır.
Dünya edebiyatı kavramını tartışmak, bir yandan da dünya derken buradan ne anladığımız meselesini de tartışmaya açar. Bugün de “dünya”nın neresi olduğu bir yandan tartışma konusu olmayı sürdürmektedir. Dünya edebiyatına kimi bakışlar yalnızca Avrupa merkezli olmak yönünden eleştirilmiş olmakla birlikte dünyada dolaşımı gibi kimi somut gerçekliklere bakarak da merkezin Avrupa olduğu dönemlerin varlığı tabii çıkarılabilir. Yalnızca kimi bakış açılarında Avrupa’nın merkez oluşu bir çıkarım olmak yerine bir ön kabul olmuş, bu durum da dünya algısı üzerine tartışılagelmiştir.
“Dünyanın neresi olduğu” sorusu, dünya edebiyatının hangi eserleri kapsayacağı/kapsadığı sorusuna yanıt ararken bir referans noktası olabilir fakat buradan bulunacak yanıt, dünya edebiyatının kapsadığı eserlerin ortaya koyulacağı bir edebiyat tarihi için hâliyle oldukça yetersiz kalacaktır. Eserler yazarlarını aşabildikleri gibi edebiyatlarını da aşabilirler. Damrosch, kendi memleketinin sınırlarını aşan her eserin dünya edebiyatı dairesinde incelenebileceğini iddia eder. Kendi oluştuğu kültür dışında bir kültüre girdi yapabilmeyi de kıstas olarak alsa da bunu yapamayan bir eserin kendi memleketinin sınırlarını aşması zaten olanaksız olacağı için bunu zaten doğal bir gerekçe olarak ele alır.
Bir eserin kendi memleketinden öteye taşınması meselesi çeviribilimsel bir tartışmayı da beraberinde getirir. Dolaşımı çok daha serbest olan resim, müzik, heykel gibi sanatlar için böyle bir tartışmaya ihtiyaç yokken bir edebiyat eserinin dolaşımı için çevrilmesi veya “doğru dilde” yazılması gerekir. Tüm bunlar ile doğru yayınevinde basılmış bir çeviri de bir eserin dünyada dolaşıma girebilmesi için kıstastır. Goethe ise kendi eserlerinin özellikle Fransızca ve Latince çevirilerini orijinallerinden daha çok beğendiğini söyler. Burada belki daha “elit” ve “kadim” görünmesinin Goethe’nin beğenisini artıran bir unsur olabileceğini söylemek mümkün. Özellikle Latince çevirilerini “sanki aslına ulaşmış gibi” görmesi de bunu düşündürür.
Çevirinin dolaşımı sağlayacak başat kıstaslardan biri olmasının yanında bir eserin çevrilip çevrilmeyeceğine de bugün çok uluslu tekellerin karar verdiği gerçekliği söz konusu. Tarık Ali bu durumu tarif ederken, aynı çerez dizileri izleyip aynı çerezleri atıştıran insanlar aynı çerez romanları okuyor, diyerek durumu eleştirir. [3]
Tartışmanın önemli bir ayağı da akademik olarak bir dünya edebiyatı üzerine çalışmanın olanağıdır. Burada da Damrosch, bir böcek bilimcinin tüm böcek türlerini incelemesinin olanağı olmamasına rağmen böcek kavramını tarif edebileceği örneğini vermiştir. Buradaki bakışın bir kademe üstüne çıkılıp bir biyolog örneği de verilebilir fakat burada disiplinlerin arasındaki incelenen nesnenin niteliği ve doğal olarak yöntem farkının varlığını göz ardı eden pozitivist bir bakış anlamlı olmayabilir. Bunun yerine sanat tarihi hatta tarih gibi disiplinlerin varlığının olanaklı olduğu yerde dünya edebiyatı disiplininin varlığının olanaksız olmayacağını iddia etmek daha anlamlıdır. Sanat eserinin değerlendirilmesinde bu dallarda olduğu gibi ontolojik değil fenomenolojik bir bakış buradaki sorunun çözümü açısından değerlendirilebilir.
Bu yazı, dünya edebiyatı kavramına dair olanaklar, sınırlar ve açmazlara işaret etmekle birlikte, ne bu kavramın tüm gerçekliğini ortaya koymayı ne de tüm ihtiyaçlara yanıt üretmeyi amaçlamaktadır. Aksine, bir tartışmayı başlatma arzusu, bu metnin temel yönelimidir. Bu nedenle, burada koyduğumuz nokta, bir son değil; kavramsal düşünmeye dair bir davet, başlangıcın işareti olarak okunmalıdır.
[1] Damrosch, D. (2013). Dünya edebiyatı nedir? (O. Köseoğlu, Çev.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[2] Goethe ile Konuşmalar
[3] Ali, T. (1993). Literature and market realism. New Left Review, 140-140.