“Ortaçağ’ın bütünüyle boş zaman anlarıyla yoğrulmuş döngüsel zamanından, kapitalizmin doğrusal zamanına geçiş üzerine; emek sürecinde ‘boş ve ölü zaman’ ile tüketim aptallığının ‘azgın hedonizmi’ arasındaki yarılmaya tâbi olan, insanların zamanı deneyimleyişinin tarihine dair kısa bir deneme.”
Emek ütopyası çöktü; boş zaman ütopyası da metaların hızlandırılmış tüketiminde boğuldu. Bugün ‘zaman’ üzerine konuşmalar, seminerler, programlar çoğalıyor; zaman adeta bir medya yıldızına dönüştü. Oysa kapitalizmde zaman her daim ‘paradır’ ve artık bu kaynak sömürüsünün tarihsel sınırlarına dayanmış bulunuyor. Kant’ın zamanı ‘tüm çağlara eşit, soyut bir akış’ olarak tanımlayan görüşü hâlâ dolaşımda olsa da modernitenin asıl açmazı tam da bu: “zamanı tarihsel ve toplumsal bağlamından kopararak soyut bir akışa indirgemek.”
Tarihsel ve kültürel araştırmalar çoktan gösterdi: Zamanın tekdüze ve doğrusal aktığı fikri, modern kapitalizmin bir inşasıdır. Premodern tarım toplumları zamanı kozmik döngüler ve mevsimlerin belirlediği, tekrar eden ritimler halinde kavrıyordu. Kapitalist modernitenin dışında kalan kültürlerde ise zaman yalnızca farklı akmaz; aynı anda işleyen, toplumsal ve yaşamsal bağlama göre değişen çoklu zaman biçimleri vardır. Zamanın da bir tarihi ve sınıfsallığı vardır.
Kapitalist devrim, ekonominin kültürel bağlamlardan ve insani ihtiyaçlardan koparılmasıyla gerçekleşti. Para, bir araç olmaktan çıkıp kendi kendinin amacı haline geldi ve soyut ile somut arasındaki ilişki ters yüz edildi: Artık somut dünya, paranın egemenliğindeki toplumsal soyutlamanın bir yansımasına indirgenmiş durumda. Bu dönüşüm, üretimi “zaman” ile ölçülen soyut emek biçimine hapsetti. Ancak bu zaman, bağlama göre nitelik taşıyan somut zaman değil; kapitalist birikimin durmaksızın işleyen soyut zamanıdır.
Soyut zamanın diktatörlüğü, anonim rekabet yoluyla kendi soyut mekânını -kapitalin işlevsel alanını- yarattı ve toplumsal yaşamdan kopardı. Böylece kültürel ruhtan yoksun bir kapitalist uzam-zaman doğdu. Bu düzende emek, yaşamın bütün bağlarından ayrıştırıldı; emek ile ev, kültür ve kişisel yaşam sistematik olarak koparıldı. Bunun sonucunda modern dönemin çalışma zamanı ile “boş zaman” arasındaki keskin ayrım ortaya çıktı.
Emek zamanı ise özgür olmayan zamandır: bireye dayatılan, kapitalist üretimin tekdüze soyut birimlerine tabi kılınmış ve yabancı bir amaca hizmet eden zaman.
Her günün büyük kısmını tüketmesine rağmen, çalışanların ezici çoğunluğu emek zamanını “yaşamın gerçek zamanı” olarak değil, boş, ölü ve kâbus gibi hayatı bozan bir zaman olarak deneyimler. Kapitalist mekân ve zaman perspektifinden bakıldığında ise, işçilerin “boş zamanı” tam tersine boş ve tamamen işe yaramaz bir zaman olarak görülür.
Kapitalizmin bu tautolojik mantığı, önüne çıkabilecek her sınırı ortadan kaldırmayı hedeflediğinden, serbest zamanı en aza indirme ya da katı biçimde rasyonelleşme yönünde nesnel bir eğilim taşır. Böylece şu tarihsel paradoks doğar: üretici güçlerin muazzam gelişimine karşın, modern toplumlarda insanlar premodern tarım toplumlarındaki seleflerinden çok daha fazla boş zamanlarını üretime feda etmek zorunda kalmaktadır.
Bu çelişki hem niteliksel hem de niceliksel olarak görülür. Antik ve Ortaçağ tarım toplumlarında üretime ayrılan zaman, düşük teknolojik düzeye rağmen kapitalizme kıyasla çok daha sınırlıydı. Din, ekonomi üzerinde öncelikli olduğu için bayramlar ve ritüeller üretimden daha önemliydi; modernleşme sürecinde bu şenlik günlerinin çoğu ortadan kaldırıldı. Mevsimsel dalgalanmalar iş yükünü belirler, yaz ayları yoğun, kış ayları görece sakin geçerdi.
Kent zanaatkârları mevsimsel farklılıklardan daha az etkilenir, ama çalışma saatleri sınırlıydı; 18. yüzyıl Britanya’sında bağımsız zanaatkârlar haftada yalnızca üç-dört gün çalışır, hafta sonu pazartesiye uzatılırdı. Kapitalist disiplin, bu “özgür pazartesi”yi ortadan kaldırmak için sert yaptırımları devreye soktu; 20. yüzyıla dek bazı bölgelerde devam etti.
Kapitalist ve premodern üretim zamanları arasındaki nitelik farkı daha da belirgindir. Tarım sektöründe üretici güçlerin düşük düzeyi, yerel gelenekler, kan bağları gibi sınırlamalara ve bazen arz sorunlarına yol açıyordu. Ancak üretimin amacı, günümüzdekine benzer soyut ve tautolojik bir hedef değil, haz ve dinlenmeydi. Antik ve Ortaçağda dinlenme, modern anlamda “boş zaman” ile karıştırılmamalıdır; üretim sürecinden kopuk bir parça değil, üretimin gözeneklerinde ve aralıklarında var olan bir bütünlük taşıyordu. Kapitalist uzam-zaman soyutlaması insan yaşamını böldüğünde, çaba ve dinlenme, üretim ve haz ritmi, tam ve kapsayıcı bir yaşam süreci içinde gerçekleşirdi.
Üretim, kişisel yaşam ve kültürün bütünlük arz ettiği bir düzende, 12 saatlik işgünü nesneleşmiş ekonomik iktidarın dayattığı kesintisiz emek anlamına gelmiyordu. Üretim zamanı, uzun öğle sofraları gibi kolektif dinlenme anlarıyla iç içeydi. Bu yaşamla kaynaşmış üretim ritmi, kapitalist endüstrileşmenin soyut emek zamanına boyun eğene dek özellikle Akdeniz’de varlığını sürdürdü. Kapitalizm öncesi üretim etkinliği, boş zamanla iç içe olmasının yanı sıra daha az yoğunlaşmıştı; yani bugüne kıyasla daha yavaş ve daha az yoğundu. Rekabet baskısından bağımsız, öz-belirlenimli bu etkinlik, üretimin ölçülü ritmi içinde insan davranışının “doğal” karakterini açık biçimde ortaya koyuyordu.
Bugün artık bu tür bir etkinliği tanımıyoruz; anonim piyasaların sessiz rekabet dayatması altında modern işgünü işlevsel olarak yozlaşmış ve giderek yoğunlaşmıştır: önce mekanik tempo, ardından da “rasyonalizasyon” adı altında yaşam enerjisinin tüketilmesiyle. 20. yüzyılın başında Amerikalı mühendis Frederick Taylor’un (1856-1915) geliştirdiği “emek bilimi”, Henry Ford’un (1863-1947) otomobil fabrikalarında büyük ölçekli olarak uygulanmış, zamanın bu “rasyonalizasyonu” yöntemleri giderek rafine edilerek toplumsal bedene derinlemesine işlemiştir.
Kapitalist uzam-zamanın bu korkunç yoğunlaşmasının absürtlüğünün artık farkında değiliz. Gençliğinde her adımını takıntılı biçimde sayan Taylor, tipik bir nevrotikti. Almanya’da ise emek zamanının yoğunlaştırılması, “energetik” adı verilen bilimsel çevrelerce meşrulaştırıldı; bu ekolün lideri Wilhelm Ostwald (1853-1932), Taylor ve Ford’un pratiğini felsefi olarak bir “enerjetik buyruk” üzerine temellendirdi.
“Enerjiyi boşa harcama, kullan!” buyruğu, insanın somut ihtiyaçlarından ve yaşam pratiklerinden bütünüyle soyutlanmış bir rasyonaliteyi temsil eder. Kozmosun milyonlarca yıl sonra entropiyle tükenme olasılığı, gündelik yaşamın en sıradan anlarını dahi – amaçsızca gezinmek ya da uzun bir molaya çıkmak gibi – “israf” olarak damgalamak için gerekçe haline getirilir. Bu zihniyet, kapitalist üretim tarzının “zaman ekonomisi”ne içkin nevrozu olarak, toplumsal bedene derinlemesine nüfuz etmiş ve 20. yüzyılın sonunda paranoyak bir yoğunluğa ulaşmıştır.
Kapitalist tautolojinin buyruğu altında, mekân giderek soyut zamanın özdeş birimlerine sıkıştırılır; ortaya çıkan şey ise anlamdan yoksun bir hızlanma rejimidir. “Hızla değişen dünyamız” söylemi, aslında nesnelleşmiş bir evrensel paranoyanın ifadesidir. Paul Virilio’nun tanımıyla bu, “tam hızda hareketsizlik”tir: hızın devasa gücüne kapılan insan, hiçbir yere varamaz; yalnızca boşluğun yararına yaşamakla yetinir.
Ancak Virilio, sanayileşme sonrası absürt hızlanmayı teknolojiye bağlayarak kapitalist uzam-zamanın tarihsel biçimini göz ardı eder. Oysa boş, yaşamdan kopuk ve kültürel bağlardan yoksun kapitalist zaman, teknolojiyi toplumsal bağlardan bağımsız, koparılamaz bir mekanizmaya dönüştüren belirli bir yapıyı dayatır; hızlanmanın zorunluluğunu belirleyen teknoloji değil, kapitalist zamanın kendisidir.
Üretici güçlerin sürekli artışı ile boş zamanın azalışı arasındaki grotesk orantısızlık, eleştirel olmayan zihinlerde bile bir huzursuzluk yaratıyordu. Ancak kapitalist zaman biçimi, soyut emek mekânında dokunulamaz görünürken, 20. yüzyılda insanlar umutlarını giderek boş zamana bağladılar; Jean Fourastié veya Daniel Bell gibi kuramcılara göre bu boş zaman sürekli genişleyecekti.
Bu umutlar ise çifte biçimde boşa çıktı. Boş zamanın sürekli artan bir tüketim sürecine dönüştürülmesiyle, hızlanmanın boşluğu yaşamın kalanını da ele geçirdi; pasif dinlenme biçimleri, tüketimin aptallığının öfkeli hedonizmine bırakıldı ve bu hedonizm, boş zamanı tıpkı işgünü gibi sıkıştırdı. Öte yandan, “şirketlerin zaman ekonomisi”nin paranoyak mantığı, üçüncü sanayi devriminin üretkenlik artışlarını yeni bir orantısızlığa dönüştürdü: beklenildiği gibi herkes için daha fazla boş zaman yaratmak yerine, bazıları için kapitalist uzam-zamanda daha büyük bir hızlanma, diğerleri içinse kitlesel yapısal işsizlik ortaya çıktı.
Kapitalizmde işsizlik boş zaman değil, kıtlık zamanıdır; boş hızlanmanın dışında kalanlar pratikte “insan olmayan” sayılır. Emeğin ütopyasından sonra boş zaman ütopyası da çöküyor. Kaçak kapitalist ekonominin dehşeti, boş zamanı tüketim için genişleterek değil, bölünmüş emek ve boş zamanın rekabetin dışında kapsayıcı bir kültüre dönüştürülmesiyle sınırlanabilir. Özgürlük, kapitalist zaman biçiminden kurtulmakla başlar.
Orijinal metin kaynağı:
https://libcom.org/article/expropriation-time-robert-kurz
1999 by Robert Kurz