“Film Çekmek İçin Özerkliğimizi ve Otantikliğimizi Kaybetmeye Değer mi?” – Alpgiray M. Uğurlu’yla Söyleşi

İlknur Burcu Keser’in Alpgiray M. Uğurlu’yla son filmi “Açık Kapılar Ardında” ve göçün sinemaya yansıması üzerine gerçekleştirdiği söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

İlknur Burcu Keser: Önceki kuşak göçmenlerle günümüzdeki yeni dalga göçmen kuşağı arasında dayanışma, örgütlülük ve bilinç düzeyi açısından nasıl farklılıklar görüyorsunuz? Bu farklılıklar sinemaya nasıl yansıyor sizce?

Alpgiray M. Uğurlu: Önceki kuşak göçmenlerin mücadele ettiği konular, yeni dalga göçmenlerinden çok farklıydı. Dayanışma ve örgütlülük üzerinden ilerleyip çözümleri birlikte bulduklarını, topluluk refleksiyle hareket ettiklerini biliyoruz. Bu sayede başardılar pek çok şeyi. Yıllar sonra, yeni dalga göçmenler olarak bizler, onların uzun mücadeleler sonucunda elde ettikleri kazanımlara hazıra konduk bir anlamda. Böyle olmasına rağmen, yani önümüzde yol haritası apaçık durmasına rağmen, yeni kuşak göçmenlerin özellikle ilk taşındıkları zamanlarda daha bireyselci bir yaşamı tercih ettikleri, sıkıştıkları alanlarda dayanışmaya başvurduklarını gözlemledim. Burada kuşak farkından da söz edebiliriz belki de.

Sinema açısında da bu duruma paralel ilerliyor. Hem hikayelerde hem de sinema pratiğinde eskilerin örgütlü eylemlerini yeni dalgada gözlemleyemiyorum. Tek başına kurgu yapan, video/fotoğraf çeken ve ayakta kalmaya çalışan benim gibi pek çok filmci ile tanıştım. Anlattığımız hikayeler biraz daha bireyden yola çıkan, daha yalnızlık ve soyutlanmışlık katılan oluyor. Tek bir noktadan çıkan, ama eninde sonunda içinden çıktığımız ve içinde bulunduğumuz topluma dair hikayeler oluyor neticede. Bu zaten kaçınılmaz sanırım.

Mesela dayanışma ve örgütlülük açısından filmdeki bir sahneyi örnek vermek isterim. Bir karakterin amacı hatırlarsınız “kahve dükkânı açmak”. Ama bunun üzerine ortak eyleme geçemiyorlar, her biri bir başkası için bir engelmiş gibi, kendi içlerinde bile bütünleşemiyorlar. Biraz altını çizmeyi amaçlamıştım yazarken, ne güzel ki fark edilmiş.

İlknur Burcu Keser: Sinema, yönetmenin toplumsal ya da bireysel bir meseleyi izleyiciye aktarmasının aracı olarak düşünülebilir. Sizce bir yönetmenin bu aktarımda başarılı sayılmasının ölçütleri nelerdir? Bu durum, bilindik oyuncu seçimi, teknik imkânlar ve ekonomik koşullar gibi unsurlara mı bağlıdır, yoksa daha çok anlatının izleyicide bıraktığı etkiye mi?

Alpgiray M. Uğurlu: Her yönetmenin kendi ölçütleri farklıdır elbette ama benimki film bittikten sonraki beş dakikada filmin meselesi üstüne düşünmeyi, sorgulatmayı sağlamak. Bunu kurduğunuz güçlü atmosferle de yapabilirsiniz, bilindik oyuncuların cazibesi ya da prodüksiyon gücüyle de bilemiyorum 🙂

İlknur Burcu Keser: Açık Kapılar Ardında’da yer alan karakterler, Gezi kuşağının parçası olarak ülkedeki güncel politik atmosferden dolayı ayrılmış ve nitelikli emek gücünü temsil eden göçmenler. Bir yandan Gezi’nin başka türlü bir sonucunun hayalini Almanya’da yaşamayı umarken, diğer yandan köksüzlük ve aidiyetsizlikle karşılaşıyorlar. Siz filminizde bu çelişkiyi nasıl temsil ettiniz ve bu kuşağın sinemadaki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Alpgiray M. Uğurlu: Tanımınıza tam katılmıyorum. Karakterlerin hepsi olmasa bile birçoğu “köksüzlük” ve “aidiyetsizlik” hissettiği doğru. Bazıları bu durumu içselleştirmiş ve dışa vurma cesaretini göstermiş, bir kısmı ise henüz idrak edememiş durumda, en azından ben böyle çizmeye çalıştım. Gezi’ye kimisi tanık olmuş, bazısı katılmış ancak “başka türlü bir sonuç hayali” konusunda herhangi bir yargı da yok filmde. Bu tip yaklaşımlar pek benim tarzım değil. Tıpkı sizin de dediğiniz gibi, izleyiciyi arada bırakmak, kendi kabulleriyle filmi izlemesini istiyorum. O zaman izleyen kendi içindeki cevabı buluyor inancındayım, karakterin muallak kalmasını istiyorum. Bu yüzden de sorduğunuz gibi, bu “arada kalmışlık” hali aslında filmdeki karakterlerin durduğu yer. Filmdeki temsilleri de bir dediği bir dediğini tutmayan, kendi içinde çeliştiği kadar konulara beş dakika içinde farklı cevaplar verebilen, kafası karışık, ne istediğini bildiğini düşünen ama o istediğini kendi mi keşfetti yoksa toplum mu onu buna ikna etti, biraz ayakta kalmak için her şeyi yapmaya hazır ve savruk bir kuşak anlatmaya çalıştım.

İlknur Burcu Keser: Filmdeki kamera kullanımı, siyah-beyaz tercih, yakın planların ağırlığı ve mekânın daraltılması izleyicide belirgin bir sıkışmışlık duygusu yaratıyor. Bu estetik tercihlerinizi göçmen deneyimini aktarmak için bilinçli bir strateji olarak mı kurguladınız?

Alpgiray M. Uğurlu: Kesinlikle bile isteye yapılan şeyler. Harika okumuşsunuz, teşekkür ederim. Çünkü koskocaman bir mekânda küçücük hissettiğimiz de oluyor. Güneşli ve sıcak bir Berlin sabahında, ki bu çok ender olur, içimizin kapkara olduğu zamanlar çok oldu.

İlknur Burcu Keser: Filmdeki ritim çoğu zaman ağır, karakterler ise bir bekleyiş halinde. Bu sahneler Mark Fisher’ın “geleceğin iptali” fikrini hatırlatıyor. Ek olarak, Mark Fisher “Kapitalist Gerçeklik” kitabında kapitalist sistemde geleceğin sürekli ertelendiğini anlatır. Göçmenlerin belirsizlik halini bu perspektiften nasıl okuyabiliriz? Siz filmde bu belirsizliği nasıl yansıttınız? Sinema, göçmen deneyimlerinin “kolektif yorgunluk” ve “toplumsal depresyon” boyutlarını görünür kılmada nasıl bir rol oynuyor?

Alpgiray M. Uğurlu: Bu tabirleri sizden duydum. Sonrasında da biraz araştırdım. Keşke daha önce farkına varabilseydim, ama istemeden de benzer sularda yüzmüşüz Mark Fisher ile, tabi benimki daha sığ bir deniz diyebiliriz 🙂

“Geleceğin iptali” harika bir tabirmiş gerçekten, tıpkı bizim yeni nesil göçmenlerin içine düştüğü tuzak gibi. Filmdeki karakterlerim de hep ileride daha iyi bir şey olabileceğini, bunu kendilerindeki gücü keşfederek, isteseler yapabilirlermiş gibi tasarlıyorlar. Hep geleceklerini erteliyorlar ki bu da “kolektif yorgunluğa” da değiyor ucu. Yapamadıklarının da farkındalar, o yüzden ellerindekini koruyup eyleme geçmek yerine bekliyorlar. Kimisi yeşil bir parkta güneşlenerek bekliyor, birisi sadece eğlenceye kaptırmış kendini, diğeri başka bir türden bekleyişle. En sonunda bekleme ne zaman sona eriyor diye baktığımızda, o stabilitenin bozulduğu anda tekrar stabiliteye ulaşma zorunluluğu ile yüzleşildiğinde. En azından benim gözlemlediğim Berlin’deki yeni dalga göçmenlerde böyle. Tüm bu erteleme hali de doğal olarak bir hüzne, ileri boyutlarda da belki de depresyona evriliyor, bilemiyorum. Sinemada bunları yazmak ve bu tip kavramları film hikayesine yedirmek oldukça zor, çünkü izleyicide takibi kolay olmayan izleklere tahammül azaldı ancak göçmen deneyimlerinin böyle perspektiflerden yansıtılması neredeyse mecburiyet, çünkü bana kalırsa bu kaçınılmaz bir gerçeklik barındırıyor.

İlknur Burcu Keser: Göçmenlerin durumu hakkında diyalektik bir görünme- görünmeme durumu var. Göçmen kamusal hayatta çoğunlukla yok sayılıp bir görünmezlik halinde olurken diğer yanda da toplumun göçmenlere bakışı, kimlik kontrolleri ve bürokratik konularda fazlasıyla görünür bir konumda. Filmdeki karakterler aracılığıyla siz bu görünme-görünmeme halini nasıl yansıtmaya çalıştınız?

Alpgiray M. Uğurlu: Bu diyalektik durum Almanya için geçerli mi tam emin olamadım. Göçmenler her yerde ve o kadar yıl sonra görünür haldeler. Açık Kapılar Ardında’da karakterim hikâye gereği soyutlanmış hali ile karşımıza çıkıyor. Gittiği yerlerde, görüştüğü kişilerle veya kamusal alanda “tek başınalığı” ile var oluyor. Ormanda ağaçların arasından yürüdüğünde mesela ya da bisikletiyle sokaklarda gezdiğinde hissiyat olarak “hayalet”, arkadaşlarıyla diyalogları sırasında da “soyutlanmışlık” yakalamayı çabaladım. Bu tabi ki dediğiniz “görünmezlik” kapsamına giriyor ama göçmenlikten de ziyade hikâyenin gereği böyle olması gerektiğini düşündüğüm için yazmıştım.

İlknur Burcu Keser: Birçok göç filminin aksine filmin sonunda da kapıyı açık bırakıyorsunuz ama kapının ardında ne olduğunu tam olarak göremiyoruz. Bu açık kapının ardındakini görmek-tahmin etmek seyirciye bırakılmış bir alan mı yoksa tarihe bırakılmış zamanın dolduracağı bir soru mu?

Alpgiray M. Uğurlu: Ne harika bir soru, teşekkürler. Kapının ardında ne olduğunu ben de bilmiyorum. Kişisel yaşamımda ben de bunu aslında merak ediyorum. Filmdeki kedi gibi, bazen evden kaçarsınız, bazen kutunuzdan dışarı çıkmazsınız, hiçbir fikrim yok. Bunun ne olduğunu seyirciye bırakmak istedim, çünkü çok bireysel bir soru, kişiden kişiye değişecektir elbette bu yüzden. Bir yandan da içinde bulunduğumuz tarihe göre de cevabın değişeceği bir soru da olması için çabaladım.

İlknur Burcu Keser: Göç temalı filmler gerek Türkiye’de gerek diğer ülkelerde hükümetlerin mevcut politikalarıyla doğrudan çatışma durumunda olabiliyor. Siz bir sansürle karşılaştınız mı ya da otosansür uygulayıp törpülediğiniz sahneler oldu mu?

Alpgiray M. Uğurlu: Yok, hiç olmadı.

İlknur Burcu Keser: Göç sinemasının geleceği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir, bir mağduriyet anlatısı olarak mı devam edecek yoksa yeni politik biçimler yaratma potansiyeli taşıyor mu? Türkiye’de göç sinemasının ilk nüvelerinden bugünkü göç filmlerine gelene kadar neler değişti sizce?

Alpgiray M. Uğurlu: Biz bireyciyiz biraz demiştim, o yüzden göç sinemasının geleceği hakkında hiç düşünmedim. 🙂

Mağduriyet anlatısı olarak ele alınabilir ama, hatta oradan okunursa da farklı pencereler açılabilir. Aynı zamanda doğru biçim denemeleriyle de cesur durum tespitleri ortaya çıkabilir. Eskiden yapılan göç filmlerinin pek çoğunu izledim, orada farklı bir damar var. Biz o damarı yakalayamayız gibi düşünüyorum. Steril kalacak bizim sinemamız sanki, Nordic tasarım ahşap mobilyalar gibi düşünebiliriz.

Aslında çok da bıçak sırtı, şimdi siz soruyu sorduktan sonra tekrar düşününce. Çünkü Türkiye’deki sinema gösterimlerinde izleyici karaktere gülerken, Almanya’daki izleyici karakterle özdeşleşti ve söyleşilerde pek çoğu daraldıklarını söyledi. Dijitaldeki yorumlara baktığımda ise bambaşka. Her an mağduriyet anlatısına dönüşebilir yaptıklarım, eyvah, sanırım bireyselliğimden vazgeçip göç sinemasının geleceği üstüne düşünmeliyim. 🙂

İlknur Burcu Keser: Türkiye’de bağımsız sinemanın fon ve sponsor bulma koşulları çoğunlukla Avrupa fonlarına bağlı olabiliyor. Açık Kapılar Ardında’nın üretim sürecinde sinemanın ekonomi politik yönünü nasıl deneyimlediniz? Sinemanın iktisadi yönü, fon, sponsor vs bulma aşamasında yönetmenin özerkliğini nasıl etkiliyor sizce?

Alpgiray M. Uğurlu: Açık Kapılar Ardında’nın senaryosunu 2019’da bitirmiştim ve o zaman Almanya’dan yapımcılarla görüştüğümde olumlu yanıtlar aldım. Fakat Türkiye’den de destek bulursam ancak ortak hareket edebileceklerini söylediler. Ve bulamadım. 🙂 Yapılması gerektiğini ancak fonların ve desteklerin olumlu bakmayacaklarını öngördüler.

İki sene zaten korona olduğu için askıdaydık. Bu sırada film için iletişimlerimi kaybettim tabi ki Alman yapımcılarla. Filmi her şeye rağmen yapmak istiyordum. Özünü koruyup, prodüksiyon şartlarını kendime göre revize edip senaryosunu değiştirdim ve kendi imkanlarımla çekmeye karar verdim. Yeni projem için de benzer bir sürecin içindeyim. Çok enteresan ki geçen yıllarda pek bir şey değişmemiş. Bu sefer kendim çekemem ama, ki istemiyorum da bilmiyorum bu serüven nasıl olacak.

Sinemanın iktisadi tarafı, bağımsız filmler yapan biri olarak beni kısıtlıyor gerçekten. Senaryoyu yazarken ben başlıyorum onu düşünmeye ne yazık ki, artık refleks gibi bir şey oldu. Belki de otosansürün başka bir çeşidi, hatta sanırım kesinlikle öyle. Yine de elimi korkak alıştırmak istemiyorum ama kafam çok karışık bu konuda.

Başka arkadaşlarımın senaryolarını okurken de aynı hissiyattayım: “Bunu nasıl bu bütçeye çekeceksiniz?” Çeken çekiyor ama, yeter ki isteyelim. Burada başka bir soru tabi ki gündeme geliyor: film çekmek için özerkliğimizi ve otantikliğimizi kaybetmeye değer mi?

İlknur Burcu Keser: Sinemada kamu desteği (Kültür Bakanlığı desteği vb.) ile uluslararası fonların koşulları arasında nasıl farklar olduğunu gözlemlediniz? Bu farklar, filmlerin politik hattını nasıl şekillendiriyor sizce?

Alpgiray M. Uğurlu: Hiçbir fikrim yok gerçekten.

İlknur Burcu Keser: Sinema sektöründe “politik bağımsızlık” ile “ekonomik bağımlılık” arasındaki gerilimi deneyimlediniz mi, bu ikilemin gerilimini ve yönetmenin üretimine yansımasını nasıl yorumluyorsunuz?

Alpgiray M. Uğurlu: Bunu da deneyimlemedim, ama bu gerilimi deneyimleyen arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla oldukça sıkıntılı bir süreç.

Ben sadece “ekonomik bağımlılık” kısmını deneyimledim. Kendi özgürlüğümün kısıtlandığı bir projede durmayı tercih ettim ve projeyi tamamladım. Ardımda bıraktığım ama zaman zaman benimle anılan bir proje oldu. Tecrübesizlik sebebiyle gerçekleşen bu karar, çokça öğretici sonucu oldu. Sağlık olsun dedik ve devam ettik.

Sadece bunun ne kadar zor olduğunu biliyorum, bir de üstüne “politik bağımsızlık” de eklenirse, bu gerilimden çıkan eserler çok da sağlıklı olmaz gibime geliyor. Ama örnekleri varsa duymak isterim tabi.

İlknur Burcu Keser: Sonraki projelerinizde de göç temasını konu edinmeyi düşünüyor musunuz?

Alpgiray M. Uğurlu: Evet, Almanya’daki yeni dalga göçmenlerini anlattığım, umarım gelecekte sorunsuzca gerçekleştirebileceğim yeni projelerim var. Senaryosunun ikinci taslağı bitti ama Mark Fisher’ın “geleceğin iptali” fikrine biraz daha bakmam lazım.

İlknur Burcu Keser: Toplum ve Ütopya’ya vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Alpgiray M. Uğurlu: Büyük bir keyifti. Filmime dair harika tespitlerinizden dolayı da ayrıca teşekkür ederim.