Çürümekteki Türcü Siyasal Paradigmaların Etik Çırpınışları: “Ne Kadar Vegansın Yoldaş?” | Erhan Korkmaz

0
818

Beni bu yazıyı yazmaya iten birçok neden var. Hatta çevremdeki çeşitli siyasi ideolojileri sahiplenmiş insanlardan aldığım eleştirilerin artan yoğunluğunu düşününce, diyebilirim ki böyle bir yazının yazılması benim için zaruriydi. Bu zaruret karşısında, uzun bir süre yazımın üslubunu düşündüm. Hitap ettiğim kesimler tarafından hem taşa tutulmamaya, hem de zaten bildikleri şeyleri onlara tekrar ve tekrar dile getirerek sıkıcı olmamaya çalışacağım. Fakat sanıyorum bu ikisi de kimi okuyucularımda kaçınılmaz bir biçimde -belirli oranlarda- kendisini gösterecektir, çünkü vegan bir mücahit olarak, babasını öldüren Kral Oidipus’un kaderini paylaşıyorum. Tarih boyunca süregelmiş Marksizm, liberalizm, anarşizm, feminizm, ekolojizm gibi köklü ideolojiler, görece yeni ortaya çıkarak kendisine siyasi bir zemin yaratan vegan hareket karşısında otoriter konumlarını korumak için her tür babalığı yapmaktalar. Her ne kadar vegan hareket bu ideolojilerle bir uzlaşım noktası yaratma gayreti içinde olsa da eninde sonunda, babayı öldürmeden yola devam edemeyecektir. Babayı öldürüp, onu eşit bir ontolojik zemine taşımamız gerekiyor ki ancak o zaman uzlaşabilelim. Yoksa diğer türlü, vegan hareketi, köklü ideolojilerin kapsamı içinde düşünerek “.… ideolojisine sahip olmadan vegan olmanın anlamı yok”, “vegansan …. ideolojisini de sahiplenmek gerekiyor”, “siz veganlar …. ideolojik mücadele alanlarını kaçırıyorsunuz” gibi yaklaşımlara meze etmek, vegan hareketi nereye çekersen oraya giden bir ideolojiden öteye götürmeyecektir. Bu yazımda, vegan hareketin neden diğer ideolojilerin kapsamı içine sokulamayacağını, şayet bir kapsama çabası içinde içindeysek de bunu ancak diğer ideolojileri vegan hareketin kapsamının içine alarak yapabileceğimizi tartışacağım. Amacım, diğer ideolojilerin gerek tarih boyunca gerekse günümüz koşullarında yapıp-ettiklerinin değerini göz ardı etmek değildir. Burada her tür köklü ideolojiyi hatmetmiş, temel metinlerini yalayıp-yutmuş bir bilmiş edasıyla durmuyorum, literatüre dair tüm acemiliğimle deneyimlerimden aşırdığım gözlemlerimle durduğumu belirtmem gerekiyor.

Her ideolojik oluşumun, diğer oluşumlarla kesişen veya farklılaşan tarafları var. Bu kesişmeler ve farklılıklar, değişip-dönüşen koşullara göre değişiklik gösterebilmektedir. Burada her ideolojinin kendi özgül bağlamı içinde diyakronik veya senkronik bir analizini yapmaya girişmeyeceğim. Bunun yerine, veganlığın kültür ve toplum kavramlarına yaklaşımı ile diğerlerinin yaklaşımlarını karşılaştırarak, çatışan noktaları işaret edeceğim. Böylece toplumsal olanı işaret ettiğimizde hangi türcü söylemlerin ön plana çıktığını ve veganlığın bunlara karşı hangi argümanları üretmeye çalıştığını anlatmaya çalışacağım.

Diyalektik Materyalizm mi Yoksa İnsana Ait Olanın Diyalektiği mi?: Marksizm ve Vegan Hareket İlişkisi

Karl Marks ve Friedrich Engels’in Darwin hayranı oldukları iddia edilir. İnsanla insan-olmayan hayvanlar arasındaki ayrım bir kopuştan değil, devam eden bir sürekliliğin ortaya koyduğu farklılaşmadan kaynaklandığı, bu farklılaşmanın da temelinde doğadaki yaşam koşulları ve bu koşullara uyum sağlamanın gerekliliğinin yattığı düşünülür. Daha önemlisi, Darwin’in İnsanın Türeyişi eserinde bahsettiği üzere bu ayrım, niteliksel bir ayrımdan ziyade nicelikseldir. Foti Benlisoy da 1+1 Express’de yazdığı “Hayvan özgürleşmesi insanın da özgürleşmesidir” başlıklı yazısında Darwin ile Marks ve Engels’in insan-olmayan hayvanları tanımlama noktasında uzlaştıklarını temel metinlere atıflı biçimde iddia eder. Neyse ki Benlisoy, bir bilim insanına yakışan bir olgunlukla aynı yazıda, Marks ve Engels’in her ne kadar insan-olmayan hayvanları tanımlama noktasında -sanıldığı kadar- türcü olmadığını iddia etse de yine de hayvan hakları mücadelesi konusunda Marks ve Engels’in çok yetersiz kaldığını ve bu mücadele içindeki grupları “burjuva yanlısı” olarak tanımladıklarını söyler. Benlisoy’un yazısını okumanızı tavsiye ederim, etkileyici gerçekten, öyle ki içinde birazcık Marksist bir eğilim taşıyanlarınız varsa bu yazı size “Aaa bu açıdan hiç düşünmemiştim, peki şimdi ne yapmalıyım” dedirtiyor. Fakat okumaya devam ettiğinizde bu sorunuzun askıda kaldığını fark ederek üzülüyorsunuz. Benlisoy ve benzer hassasiyeti taşıyan insanlar, eleştirel hayvan çalışmalarına dair karşı cepheden öyle güçlü söylemler üretirler ki pratikte hayvan hakları mücadelesini yürüten birçok kişi şaşıp kalır. Bu durum, beyaz, batılı, aristokrat birinin köle hakları lehine ürettiği söylemlere benzer adeta. Günün sonuna gelindiğinde, ne Marks ve Engels’in türcü olup-olmadığı meselesi, ne de Marksizm ideolojisinin eleştirel hayvan çalışmalarına bazı noktalarda güçlü perspektifler kazandırması, günümüz koşullarında sömürülmekte olan milyarlarca insan-olmayan hayvanlara çare olmuyor. Belki de ukala görünmeyi göze alarak pat diye sormak lazım: “Benlisoy (vd.) ne kadar vegansın yoldaş?”.

Günümüz koşullarında insanların çoğunun insan-olmayan hayvanlara türcü yaklaşımı sonucu ortaya bir sömürü sistemi çıkmış olabilir veya tam tersi bir noktadan yaklaşırsak, insan-olmayan hayvanları sömürdüğümüz için onlara bakışımız türcü bir noktaya evrilmiş olabilir. Her iki yaklaşımın sonunda, insan-olmayanın koşullarını iyileştirmeye yönelik doğrudan bir refleks oluşturmak gerekiyor. Sanayileşmenin insan odaklı ilerlemesi, insan-olmayanları sömürme noktasında profesyonel bir çaba gösteriyor. Benzer soruşturmayı şu şekilde de yürütebiliriz: Sanayileşmenin bu kadar ilerlemesi, hatta Marksist yoldaşlarımızın tabiriyle aktaracak olursam, kapitalizmin bu denli azılı bir hâle gelmesi, türcü bakışı pekiştirmiş olabilir. Tam tersi noktadan bakarsak da türcü bir bakışın hüküm sürmüş olması bugünün kapitalist koşullarında insan-olmayan hayvanların sömürü sistemini yaratmış olabilir. Şimdi Benlisoy’un yazısında iddia ettiği argümanı ayakları üzerine yerleştiyorum: Evet, belki de üretim araçlarının bir sömürme alışkanlığıyla kullanılagelmesinden değil de türcü anlayışın gündeliğe içkin her unsura sızmış olmasından kaynaklı bugün kapitalizmin insana yönelik sömürgeciliğini görüyoruz. Türcü anlayışı bozguna uğratırsak, yani insanın insan-olmayana ilişkin sömürü sistemini kırarsak, o vakit insanın insana yönelik sömürü yaklaşımlarını da sistemin içinden çıkarabiliriz. Vegan hareket, yapıp-ettikleriyle bu sömürü sistemini yapısal bir düzlemde ele alarak, hayvan çiftliklerinden tutun, eğlence sektöründeki sömürüye kadar her noktaya eleştirel yaklaşıyor. O yüzden bir veganın gündeliği deneyimlemesi, bir Marksiste nazaran daha radikal ve özdenetim içeriyor.

Yazının kapsamından çıkmadan, kabaca bakıldığında, Marksizm denildiğinde akla ilk gelen diyalektik materyalizm anlayışı oluyor. Diyalektik olanın ne olduğu, bunun Hegelci anlayışla nasıl bir karşıtlık oluşturduğu, bunların insana içkin değerler olup-olmadığı hep tartışılagelinen bir konudur. Marx, diyalektik materyalizme dair Das Kapital eserinin birinci cildinde şöyle der:

“Benim diyalektik yöntemim, temelinde, Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı değil, onun doğrudan karşıtıdır. Hegel için, idea adı altında bağımsız bir özneye bile dönüştürdüğü düşünme süreci, bu sürecin sadece dış görünüşünü oluşturan gerçekliğin demiurgosudur. Bendeyse, tam tersine, düşünsel olan, maddi olanın insan kafasına yerleştirilmiş ve tercüme edilmiş biçiminden başka bir şey değildir… Hegel’de diyalektik baş aşağı durur. Gizemsel kabuğun içindeki rasyonel özü bulmak için, tersine çevrilmesi gerekir” (Marx, 2011: 28-29)

Alıntıda da görüleceği üzere, Marx’ın diyalektik materyalizmi, Hegel’in diyalektik idealizmine nazaran daha dışşaldır, çünkü insandaki düşünsel olanın içeriden değil, çevresel koşullardan oluştuğunu ve maddi olanın idea’yı/fikri inşa ettiği söylenir. Buradan bakıldığında, aşırı yoruma kaçmak pahasına, benzer dışsal koşullara sahip insan-olmayan hayvanların da insanda olan düşünsel çıktılara sahip olabileceği iddia edilebilir. Marx’ın materyalist anlayışı, hayvanları ontolojik olarak eşitlemek için bizlere güçlü bir zemin sağlar. Bu noktada, Marksist düşüncenin eleştirel hayvan çalışmalarında insan-olmayan hayvanların failliklerini soruşturanlara yönelik gayet işlevsel olduğunu görüyoruz. Fakat, düşünmeden edemiyorum, hangi dışsal koşullar bizi türcü kılmıştır? Marx’ın kapital sistemin dışında gördüğü çevresel koşullar türcü anlayıştan uzak mıdır? Sanıyorum değildir. Hal böyle olunca yine aşırı yoruma kaçmak pahasına, Marx’ın insanların yabancılaşmaması için yapılması gerekenleri söylediği noktalar yine insanmerkezliliğin/türcülüğün yeniden üretildiği çevresel koşullara işaret ediyor olabilir. Hatta Marx’ın insana ait düşünsel olanı şekillendiren maddi öğeleri insan-olmayan hayvanları da dahil ederek metalaştırdığını da söyleyebiliriz. Marx’ın -ve beraberinde Engels’in- etkilendiği ve Etnolojik Defterler eserinde çokça atıf verdiği Lewis Henry Morgan gibi toplumbilimcilerin toplumsal yapı derken kastettiklerine bakılırsa, insan-olmayan hayvanların faillikleri göz ardı edilmektedir. Bu durumda da “maddi olan düşünsel olanı belirliyorsa, insanlar gibi insan-olmayan hayvanlar da düşünselliklerini maddi olandan elde etmektedirler” gibi bir önermeyle sırtımızı materyalist diyalektik anlayışa dayamak, iddia edilmemiş olanı edilmiş gibi göstermekten öteye gitmeyecektir. Bunun yerine, sofistlerden bu yana süregelen materyalizm anlayışının sadece Marksist anlayışla ortaya çıkmadığını bilerek, eleştirel hayvan çalışmaları bağlamında yeni bir teorik zemin inşa etmemiz gerekir, ki tarihe bakıldığında materyalist anlayışın dönüşümü noktasında Graham Harman, Levi Bryant gibi ontologlar nesne yönelimli bir ontoloji önerisiyle zaten bunu yapmaya çalışmaktadırlar. Peki biz neden halen Marksizm’e eklemlenmeye çalışıyoruz?

Son olarak, Marksist anlayışın materyalist bir çizgide insana dair kültürü yorumlaması, kültürel olanın da beşerî sınırlar içinde kaldığını gösteriyor. Kültürün yalnızca beşerî bir şey olduğunu savunan Marksistler, arzu ettikleri toplumsal yapıyı inşa ettiklerinde, yine beşerî olana değer atfederek, onun özerk hakkını savunacaklardır. Vegan hareket, belki tam da bu noktada, şayet Marksizm’le uzlaşacaksa, öncelikle kültürel/toplumsal olanın ne olduğu noktasında uzlaşmalıdır.

Bir Liberalin Günlüğünden: Vegan Hareketi Piyasaya İndirgemek

Veganlara karşı çok sık gelen eleştirilerden biri de liberal politikalar içindeki piyasanın yeniden üreticileri olduklarıdır. Bir vegan olarak kendimi hiçbir zaman bir liberal gibi hissetmedim. Hatta tam tersi bir noktadan, liberalizmin ilk ortaya çıktığı aydınlanma çağının hümanist geleneğini eleştiren birisi olduğumu düşündüm. “Bırakınız yapsınlar” noktasında, serbest bırakılıp yapıp-edenlerin naveganlar olduğunu düşünürsek, belki de liberalizm, ideolojiler arasında bugünün endüstriyel hayvan çiftliklerinin oluşumunda en çok etkiye sahiptir. Serbest piyasada devlet aygıtlarının navegan olması durumunda, elbette ki liberalizm -biz veganlara- bir özgürlük alanı olarak kendisini sunacaktır. Fakat küresel ölçekte hayvancılık gibi hayvanları sömüren lobilerin gücüne bakarsak, liberalizmle ilişkimiz bir anarşistinkinden pek de farklı olmayacaktır. Marksistlerin yapısalcı anlayışı, liberal politikaların bireylere alan açtığını iddia eden fakat arka planda kâr odaklı küresel şirketlerin yapıp-ettikleriyle şekillenen piyasaya bir panzehir sunuyor. Bu durumda, vegan hareketin içinde bulunduğu hayvan sömürüsüne dair kozmetikten gıdaya, eğlence sektöründen politikaya kadar her alanda verdiği mücadeleyi düşünürsek, günümüz liberal politikaların bireyi öne çıkararak her tür tüketimi meşrulaştırmaya karşı yapısalcı bir bakışı savunduğunu yadsıyamayız. Foucaultcu bir biçimde söylersek, hayvan sömürüsünü sürdüren iktidarın söylemi her yere sızmıştır. Bu yüzden türcülüğe yönelik verilen mücadelede sadece bireyin yapıp-ettiklerini esas alan bir politik zemin oluşturmak, bunu da mülkiyet kapsamında meşrulaştırmak, azınlık olan bizler için geometrik biçimde artan nüfus karşısında her bireyin vegan olmasını beklemek ve ancak o zaman türcü olmayan bir dünyanın inşa edilebileceğini iddia etmek anlamına gelir. Bu da bireyleri dolayımlayan ve liberal politikalarla kendilerine tekelleşme alanları açan türcü şirketlerin ekmeğine yağ sürmek demektir.

Tarihte liberal Jeremy Bentham gibi düşünürler faydacılık anlayışı altında hayvan haklarına ilişkin reformist önerilerde bulunmuşlardır. Fakat, liberalizmin ilk sistemsel olarak ortaya çıktığı 18. yüzyıl dönemini incelersek, arkasında bırakmaya çalıştıkları skolastik feodal düzenin merkeziyetçi tahakkümüne bir tepki olarak ortaya çıktığını fark ederiz. Belki de bugün bir birey olarak bu satırları kaleme alabiliyor olmamdaki politik zemin de onların bu çabalarından kaynaklanmakta, fakat günümüz koşullarıyla liberalizm denildiğinde anlaşılan ve pratize edilenlere baktığımızda, bunun türcülüğü yeniden üretmede bir araç halini almadığını kim söyleyebilir? Bir hayvan çiftliğine gittiğimizi ve oranın sahiplerine yaptıkları türcülükten ötürü tepki koyduğumuzu varsayalım, o vakit çiftliğin sahiplerinin ilk dile getireceği şey çiftliğin kendi mülkiyetleri olduğu ve yasal çerçeve doğrultusunda bu eylemleri sürdürebilmelerinin hakları olduğunu söylemek olacaktır. Bu durumda o çiftliğin kapatılması için yapısal bir reformun gerektiği tüm gerçekliğiyle yüzümüze çarpacaktır. Peki bu mevcut liberal -ve/veya neoliberal- politikalar içinde mi olacaktır? Hem evet hem hayır! Evet, çünkü liberal piyasaya alternatif bir işleyiş modeli sunulmadığı sürece, işleyen milyonlarca işletmenin bir gecede kepenk kapatmasını beklemekten başka çaremiz kalmaz. Kapanan kepenkler, milyonlarca emekçiyi işsiz bırakacaktır. Bu yüzden vegan hareket, bir yanıyla günümüz koşullarında işleyen liberal politikalarda yapısal modeller önermelidir. Diğer cevabım ise hayır, çünkü vegan hareketi sadece piyasa ölçeğinde ele alırsak vegan etiğin iddialarını göz ardı etmiş oluruz. Nasıl ki eskiden bir kurum olarak kölelik piyasada maddi bir kazanım alanını işaret etmişse ve kölelik karşıtları kölelerin etik değerlerini öne sürerek piyasayı bu etik çerçeve içinde kendini yenilemek zorunda bırakmışlarsa, aynı şekilde vegan hareket de hayvanların etik değerlerini savunarak, “piyasanın etik değerleri değil, etik değerlerin piyasayı kapsadığı” argümanının arkasında durmalıdır. Günün sonunda, piyasa denilen mefhum, sadece liberal politikalara içkin bir unsur olmanın dışındadır.

Liberal olsun veya olmasın piyasa koşulları, piyasa taleplerine göre şekillenme eğilimi gösterirler. Bu yüzden bugün KFC, Danone, Burger King, Domino’s Pizza gibi küresel fast food zincirleri vegan ürünler çıkarmaya başladılar. Elbette bunun bir kazanım olup olmadığı tartışmaya açıktır, çünkü bu şirketler, vegan ürünlerden gelen kazançların bir kısmıyla navegan ürünlerini finansa etmektedirler. Fakat vegan hareketin gittikçe bilinçlenmesi ile piyasadaki talebin daha seçici olması ve sadece vegan ürün üreten şirketlerin ön plana çıkarılması, bir noktadan sonra bu şirketleri tamamen vegan bir şirket olmaya yönelik zorlayabilir. Bunun da salt biçimde piyasadaki kâra odaklı hareket eden liberalizm anlayışının dışında, “neyi tüketirsen o’sundur” anlayışı doğrultusunda, kendini liberalizm içinde konumlandıran kimi politikaları da kapsayan bir etik duruşla gerçekleşeceğini düşünüyorum.

Cinsiyet Bazlı Türcülük Anlayışı: Feminizm Mücadelesinin Yetersizliği

Feminist mücadelenin tarih içinde dalga dalga yayılarak günümüze ulaşması, yapısal birçok değişimi beraberinde getirmiştir. Sözgelimi, tarihte kendisine alan açmak isteyen her ideolojinin yeltendiği biçimde feministler de konvansiyonel erkekmerkezli tarih anlayışını kökünden değiştirerek eril-olmayan bir tarih inşa ettiler. Buradaki “inşa” sözünden, inşa edilen bu tarihin kurgusal/yapmacık olduğunu, öncekilerin gerçek olduğunu falan düşünmeyin, bana göre tarih denen şeyin kendisi -yapısı itibariyle- zaten kurgusaldır. Erkeklerin egemen olduğu bir dünyadaki tarihi anlatılar da yine erkeklerin kurduğu bir tarihsel sürece işaret eder. Tarihi kimin yazdığı ve asırlardır sürdürdüğü bugünün tarihsel söylemlerini oluşturur. Hal böyle olunca tarih içinde eril yapıya kurban gitmiş birçok kadın, hatta cinsiyetinden bağımsız birçok birey, gün ışığına çıkarıldı ve gerek bilimsel çalışmaları gerekse de sanatsal çalışmaları doğrultusunda hakları teslim edildi. Bu anlamda, vegan hareketin feminist mücadelenin tarihi yeniden yoğurmasından öğreneceği çok şey var.

Günümüz feminist çalışmalara bakıldığında, cinsiyet merkezli bir mücadele yürütürken, sırf cinsiyetinden dolayı sömürülen aktörleri insanlarla sınırlamaktadır. Her ne kadar 3. dalga ve postyapısalcılarla dirsek temasını sürdüren postmodern feminist düşünürler, bu cinsiyet merkezliliği de kırarak, cinsiyetler üstü bir noktadan eril tahakkümü analiz ve bertaraf etmeye çalışsa da feminist çalışmaların insanmerkezli tutumlardan sıyrılamadığını görürüz. Feminist araştırmacılar arasında Donna Haraway, Karen Barad, Rosi Braidotti, Carol Adams gibi çok az düşünür, bu eril tahakkümün insan-olmayanları da kapsadığını fark ettiler. Sayıları az olmasına rağmen ortaya güçlü argümanlar atan bu feministler, en azından Türkiye’deki feminist çevrelerde insan merkezliliği ortadan kaldıramadılar. Öyle ki gündüzünde sokaklara dökülerek kadınların meta hâle getirilmesini eleştiren çoğu feminist, akşamında tabağında yedikleriyle, sırf cinsiyetinden ötürü kıskaçlar altında sömürülen ineklerin, tavukların zulmünü yeniden üretmektediler. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

İnsanı da yeryüzünde yaşayan diğer canlılarla eşit ontolojik düzlemde değerlendirdiğimizde, kadınların asırlardır meta haline gelmesindeki biyopolitik süreç, hayvanlar üzerinde de sürdürülmektedir. Bunun sürdürülmesindeki temel motivasyonun eril tahakkümün bir uzantısı olduğu fikrini tartışabiliriz, belki de öyledir, fakat bu biyopolitik süreci besleyen, her gün süt ürünleri ve yumurta tüketen feministler, sistemdeki erkekler kadar eril tahakkümün sürdürücüleri olmuyorlar mıdır? Bu durumda, eril tahakkümü besleyen yapısal dinamik, hayvan çiftliklerindeki sömürgecilikten geçmektedir. İnsan-insan ilişkisindeki cinsiyet temelli eşitsizliği ortadan kaldırmak, insan-olmayan bir canlının cinsiyetinden dolayı sömürüldüğü gerçeği karşısında maalesef ki çok yetersiz olacaktır. İçinizden birileri çıkıp şu argümanı ortaya atabilir: “Ne zamanki insan ilişkilerindeki cinsiyet bazlı eşitsizliği ortadan kaldırırız, o zaman türsel ilişkilerdeki cinsiyet bazlı eşitsizlikler de ortadan kalkar”. Bu korelasyon ile hareket etmek, sadece feminist düşünürlere özgü olmayıp, birçok ideolojik söylem için geçerlidir. Örneğin, bir Marksist için devrim sonrası türcülük -ve beraberinde cinsiyet eşitsizliği vs.- kalkabilir veya bir anarşiste göre merkeziyetçi otoriteryen yapı bozguna uğratılıp, yerel özgül yönetimlere/özerk ilişki ağlarına zemin sağlanırsa o zaman türcülük ve sınıfsal eşitsizlik ortadan kalkabilir. Görüldüğü gibi bu korelasyonla hareket etmek son derece bayat bir yaklaşımdır, çünkü bir etnolog olarak tedrisatım boyunca öğrendiğim en önemli şeylerden biri de “her olay ve durumun, özgül bağlamları ve ilişkilenme biçimleri olduğudur”. Beşerî cinsiyet eşitsizliğinin, beşeri olmayan -yani insan-olmayan hayvanlardaki- cinsiyet eşitsizliğine benzer noktaları olabilir fakat çözüm noktasında her problemin kendi özgül kaynaklarına eğilmemiz gerekir. A gerçekleşirse B çözülür derken A’nın B’yi ne kadar kapsadığı, ilişki ağlarının ne kadar iç içe olduğunu bilmemiz gerekir ki bu yazının da amacı olduğu üzere, türcü anlayışımız doğrultusunda A hiç de B’yi kapsamıyor. O halde neden insana ait cinsiyet eşitsizliğini, insan-olmayanları kapsadığını iddia edelim!

Cinsiyet denilen şeyin salt biyolojik bir oluşuma indirgenmediğini, arka planda çok güçlü sosyal ve kültürel bir inşa olduğunu hepimiz öğrendik. Peki bunu hayvanlar özelinde düşünmek yanlış mıdır? Aslına bakılırsa, ben böyle bir çabanın beşerî cinsiyet eşitsizliğine de kapı aralayacağını düşünüyorum. Şayet kim olduğumuzun ve neyi istediğimizin bilgisi, yapıp-ettiklerimizle sınırlanacaksa, ve bunun dışında kalan atanmış şeylerden arınmak gibi bir amacımız varsa, o vakit eylemleriyle faillik/öznellik oluşturan hayvanları referans almamız gerekir. Günün sonunda, insan dediğimiz yaratık, milyonlarca -hatta milyarlarca- türden sadece bir tanesidir. Haliyle cinsiyetlerin ve cinsiyetlere dayalı normatif yapının “doğamıza içkin” olduğunu varsayan ve bunun evrensel olduğunu iddia edenlere karşı diğer türler arasındaki cinsiyet ve cinsel ilişkilenme biçimlerini örneklemek bir panzehir etkisi yapacaktır. Yine denebilir ki “insan, diğer türlerin kendi iç ilişkilerinde olduğu gibi bir norma sahiptir ve bizler insanlar olarak böyle cinsiyet ve iş bölümlerine sahibiz”. İşte o noktada, türlerin içindeki cinsiyet ve cinsel ilişkilenme biçimlerinin kaygan zemini, aktörlerin rollerinin akışkanlığı ve arzu denen şeyin farklı dinamikler üzerinden yapılandırılmış olması, biz insan türünün de tarihte yek bir normatif yapısı olmadığını güçlü biçimde gösterecektir. Belki de böylesi etolojik çalışmalar, günümüz feminist araştırmacıların eline eril yapıyı değiştirmek/dönüştürmek için güçlü örnekler verebilecekken halen insanmerkezci tavır ve tutumlarla insan – insan ilişkilerine gömülü şekilde teori üretmeye çalışıyorlar.

Ekolojik Mücadelenin Eko’su Neyi Kapsar?: Çevre ve İnsan Merkezli Ekolojik Mücadeleler

Son 20 yıl içinde küresel ölçekte meydana gelen çevresel sorunlar nedeniyle ekolojik mücadele gittikçe yukarı yönlü ivme kazanmaya başladı. Türkiye’de de yangınlar, kışların daha az yağışlı ve karlı geçmesi, yazların rekor sıcaklık derecelerine ulaşması, deniz ve okyanuslardaki beşerî atık ve müsilaj gibi saymakla bitmez birçok olay, çevresel hassasiyete sahip kişileri ekolojik çalışmalara yönlendirdi. Hali hazırda bir örgütsel yapının içinde olanlar da kendi ideolojilerini ekolojik mücadeleyle eklemleyerek çalışmalar biçimde yürütmeye başladı (bkz: ekofeminizm, ekoanarşizm, ekososyalizm, toplumsal ekoloji…). Bu çoksesliliğin içinde, birtakım kazanımlar da ortaya çıkmadı değil. Sözgelimi, ekolojik oluşumlar tarafından ve halktan desteklerle ormanların kullanımına ilişkin güçlü yaptırımlar getirildi veya getirilmeye çalışıldı. Afet durumlarında hükümetlerin tavır ve tutumları sorgulandı, birçok kurum yetkilisi sorumsuzluktan dolayı eleştirildi ve kamusal taraftan istifaya zorlandı. Küresel ölçekteki hammadde şirketlerinin, neoliberal politikalar kapsamında yürüttüğü postkolonyalist çabalar gün yüzüne çıkarılmaya ve yerel değerlerin yine yerel halklarca kullanımının önemine yönelik güçlü çabalar verildi/veriliyor. Ekolojik mücadele altında verilen bu minvalde öneme sahip diğer birçok uğraş göz ardı edilemeyecek kadar hayati bir değere sahiptir. Fakat, vegan hareket içinde ekolojiye dair verilen çabanın bütüncüllüğü karşısında vegan olmayan ekolojik mücadele oluşumlarının insanmerkezli olması ve çevreyi insana hizmet eder bir yapıymış gibi değiştirip-dönüştürme arzusu göze çarpmaktadır. Bu durum karşısında, veganlığın verdiği ekolojik mücadeleye yaklaşan bütüncül perspektife sahip ekolojik oluşumların sayısı çok azdır.

Vegan hareket, ekoloji kavramındaki “eko”yu “insanla beraber diğer her türü içinde barındıran, kendi iç dinamiği içinde değişip-dönüşen ve aynı zamanda içindeki türlerin de yapıp-ettikleriyle şekillenen bir yapı” olarak ele almaktadır. Bu durumda insan, diğer türlerle karşılaştırıldığında, çevre içinde eşit bir ontolojik düzlemdedir. Vegan hareket, çevre mücadelesine çok temel bazı sorulara cevaplar arayarak başlar, onlar şunlardır: İnsanın yapıp-ettikleri, çevresel koşulları ne ölçüde değiştirip dönüştürmektedir? İnsan ve çevre ilişkisi, insana göre nasıl anlam kazanır? İnsan, çevredeki diğer türleri nasıl değerlendirmektedir? İnsanın olmadığı bir çevre, insanın olduğu bir çevreye kıyasla nasıl farklılık gösterir? İnsan, çevresel koşulların sorun oluşturduğu noktalarda kendi alışkanlıklarından ne ölçüde vazgeçebilir? İnsanın çevreye karşı tavır ve tutumu ile insanmerkezli bir anlayışa sahip olması arasında nasıl bir ilişki vardır?… Görüleceği üzere, cevaplanması elzem çok soru var. Elbette ki bu sorular, insanın insanmerkezli bir yaşam tarzı olduğu ön kabulüyle sorulmaktadır. Her ne kadar önce kendi türümüzü düşünmemiz ve buna göre yaşam alanlarımızı inşa etmemiz, varoluşsal temel bir kaygının sonucu olsa da bunun bir varoluş tehdidinin olmadığı koşullarda dahi devam ettirilmesi, bu insanmerkezli tavır ve tutumunun fazlasıyla haz odaklı bir noktaya  varmış olduğunu göstermektedir. Günün sonunda, endüstrileşmenin sağladığı kazanımlarla birlikte hiç kimse -en azından tanıdığım hiç kimse- eline mızrak alarak av peşinde koşma zahmetine girmiyor. O yüzden ne vakit insan yaşamına ilişkin aslanların geyikleri avladıkları yaşam pratiği referans gösterilse tüylerim diken diken olur. Nedense uygarlaşma noktasında kendimizi diğer türler arasında en başat konuma yerleştirirken, yaşam pratiklerimizde veganlara karşı argüman üretirken aslanlarla eşit düzleme yerleştirmeye çalışıyoruz. İşte bu tutarsızlığın daniskasıdır!

Bu alanlara ilgili olan herkes, ucundan kıyısından, genel ekolojik mücadelelerinin toplumsal ekoloji, ekofeminizm, ekoanarşizm/yeşil anarşizm, derin ekoloji şeklinde ayrıştığına tanık olmuştur. Burada her birini açarak, hangi noktalardan nasıl vegan hareketi dışladıklarını veya insanmerkezli tavır ve tutum sergilediklerini göstermeyeceğim, çünkü böyle bir çaba yazının kapsamını aşmak olacaktır. Bu yüzden, bu mücadelelerin nasıl insanmerkezli ve çevremerkezli biçimde ayrıştığını, çevremerkezli derken de ilk anladığımız biçimde insanmerkezlilikten uzak, çevre ve çevredeki diğer türlerin haklarını gözeten bir nokta olmadığını, hatta tam tersi biçimde çevremerkezliliğin de örtülü bir insanmerkezli anlayıştan ibaret olduğunu anlatacağım.

İnsanmerkezli ekolojik mücadele, insanla çevre arasında kurulan ilişkide insanı öncellemektedir. Toplumsal ekoloji, ekofeminizm, ekoanarşizm gibi yaklaşımlar, insanın çevreyle kurduğu ilişkide “insan, çevreye zarar vermeden, aynı zamanda çevreden de optimum verimi sağlayarak nasıl bir etkileşim içinde bulunmalıdır?” sorusuna cevap aramaktadır. Bu her ne kadar ilk etapta insanın çevresiyle kurduğu ilişkideki yıkıcılığı önlemek açısından kulağa hoş gelse de doğadaki türlerin yaşam koşullarına körlüğü nedeniyle insanın lehine faydalı olanı talep ederken diğer türlerin çevreyle kurdukları ilişkiyi zora sokabilmektedir. Örneğin, Murray Bookchin’in birinci ve ikinci doğa ayrımı, yapıları gereğiyle insana içkin değerlermiş gibi ele alınır. Bookchin’in ideal bir çevre ilişkisi olarak öne sürdüğü yaşam, Yunan demokrasisiyle sınırlanmıştır. Bu tür primitivist tutumlar, geçmiş asırlarda yaşamış insanların eylemlerini referans alırken, o insanlar döneminde çevredeki türlerin tutumlarını es geçerler. Aynı şekilde, Françoise d’Eaubonne, Val Plumwood, Carolyn Merchant gibi ekofeministler de kültürü erkeğe, doğayı da kadına benzetip kültürün doğayı sömürdüğünü iddia etseler de var olmanın kanıtı açısından insanın aklını yücelten kartezyen felsefenin düalizmini doğa-kültür ayrımı üzerinden yeniden üretirler. Bu tür bir ayrım hem doğa ve kültür ayrımını, hem de kadın ve erkek ayrımını olumlayarak, bu ayrımı yapan insan aklını çevreye içkin bir değer olarak ele alır. Keza yeşil anarşizm içinde ele alınan Derrick Jense, Rousseau gibi isimler de uygarlaşmaya karşıt bir noktadan çevreyi değerlendirirken, doğayı uygarlaşmanın değillemesi olarak düşünürler. Uygarlaşmanın olmadığı yer, doğa kabul edilir. Bu da yine insanın düşünsel çıktısının bir sonucu olarak karşımıza çıkar.

Çevremerkezli düşüncede ilk akla gelen Arne Naess, Bill Devall, George Sessions gibi derin ekolojistler, çevreye mistik bir anlam yükleyerek, doğadaki/çevredeki her şeyi tek bir potada eritirler. Nasıl ki Jacques Derrida, “hayvan” kelimesini insan dışındaki tüm canlıları tek bir potada eriterek onların özgül konumlarının silikleştirildiğini söyleyerek insanmerkezli yaklaştığımızı iddia ediyorsa, ben de aynı şekilde çevremerkezli ekolojistlerde “çevre” kelimesine insanın dışındaki her şeyi katarak onların özgüllüklerini silikleştirdiklerini düşünüyorum. Çevre öyle mistik bir yapıdadır ki Malthusçu bir biçimde kendi düzenini insana dayatmaktadır. Bu görüşteki kişilerin ilk bakışta misantropist oldukları düşünülebilir. Bunun nedeni de -biraz abartmam gerekirse- bu kişilerin çevreyi öncelleyerek, insanın bir bit/pire/kene gibi dünyanın etrafını sardığını ve sömürdüğünü düşünmeleridir. Oysaki buradaki “çevre”, insanın değillemesi olarak ele alınır. Yani insanın yapıp-ettiklerinin dışında kalan her şey “çevre” olarak değerlendirilir. Fakat vegan hareket, insanı da çevreye içkin bir öğe olarak, insana ait olan kentleri, köyleri de çevre sayar ve mücadelesini buradan yürütür. Örneğin, bir karınca ailesinin pratikleri, çevresiyle kurdukları ilişki sonucu ortaya çıkar ve karınca, diğer türler içinde sadece tek bir örnek olarak kendini gösterir. Şayet bir karınca filozof olsaydı ve ekolojik mücadele içinde çevremerkezli bir düşünceye kapılsaydı, rahatlıkla şunu söyleyebilirdi: “Karıncalar, çevre üzerinde tahakküm uygulamaktadırlar”. Bunu her türdeki canlıların söylediklerini varsayarsak, “çevre” neyi kapsar?

Sonuç Olarak

Yazının bu kısmına kadar gördüğümüz üzere, vegan hareketin kendisini her açıdan ispat etmesiyle birlikte diğer birçok ideoloji “acaba biz vegan hareket içinde kendimize nasıl alan açarız?” veya “vegan hareketi nasıl içimize katabiliriz?” gibi bir çabayla kendi ideolojilerini revize etmeye çalışmaktadır. Bu tür bir çaba çok değerlidir fakat yukarıda örneklerini gördüğünüz üzere yetersizdir. Marksizm, liberalizm, feminizm, ekolojizm gibi ideolojiler, temellerini bugünün koşullarından farklı dönemlerde ortaya atılmış teorilerle oluşturmaktadırlar. Her ne kadar bu ideolojiler de kendi içlerinde gelişerek bugünü yorumlama noktasında güçlü argümanlar ortaya atsalar da veganlık gibi radikal bir çabayı gerektiren harekete eklemlenme konusunda tutarsızlıklar taşıyorlar. Bu noktada, bu ideolojileri bir çeşit sündürerek veganlığa yedirmemiz mi gerekiyor yoksa vegan hareketi bu ideolojileri de kapsayacak biçimde geliştirmemiz mi gerekiyor? Bilinçli bir birey kendine “Ben önce Marksist’im/feministim/liberalistim/ekolojistim sonra veganım mı demeli yoksa “Ben önce veganım sonra Marksist’im/feministim/liberalistim/liberalistim” mi demeli?

Vegan hareketin, hayvanlara ilişkin romantik bir eğilim içinde olduğu iddia edilir. Oysa gözden kaçan nokta şu ki vegan hareket, en temelde şu ontolojik soruyla işe başlar: “İnsan nedir?”. İnsanın ne olduğunun bilgisi noktasında diğer ideolojilerle uzlaşılmadığı sürece, istenildiği kadar çaba verilsin, orta ve uzun vadede kazanç getirmeyecektir, çünkü veganlık dışında her ideoloji insanı tanımlarken insanmerkezci ve türcü yaklaşmaktadır. Daha da önemlisi, vegan hareketin savunucuları görüşlerini gündelik pratiklerinde de uygulayarak bir tutarlılık gösterirken, diğer ideolojilerdeki savunucular, teorize ettikleriyle pratize ettikleri arasındaki yarığın farkında değillerdir. Umuyorum bu yarık kapanır.

*  Bu makale ilk olarak Univeg Derginin 3. sayısında yayımlanmıştır.

* Erhan Korkmaz: Etnolog ve Hayvan Özgürlüğü Aktivisti, Hacettepe Üniversitesi/Kültürel Çalışmalar Master Öğrencisi, E-posta: erhan.krkmzoglu@gmail.com