Dokunmanın Dönüşümü | Tolga Ulusoy

0
2160

Bu sıralar salgın nedeniyle “kendi karantinalarını ilan” edebilenlerin çoğu evlerinde kapalı. Bir yerden sonra, özellikle tek başına ise bu zorunlu seçmeli karantina garip bir tecrite dönmeye başlıyor. Haftada bir ya da iki kere sadece temel ihtiyaçları almak için dışarı çıkınca insanları da daha az hisseder hale geliyorsunuz.

Bir tecrit hayatı olunca, bu durumda insan kendini oyalamak için çeşitli şeylere sarıyor. Bunlar arasında en oyalayıcı olanı da bir şeyler izlemek doğal olarak. Dizi, film, video gibi salgın öncesinde yapılmış olan çalışmaları izliyoruz. Bunları izlerken el sıkışan hatta sarılan insanları görünce içimde bir “N’apıyorsunuz siz?” serzenişinin yükseldiğini hissetmeye başladım. Salgının yol açtığı dokunmama hatta yaklaşmama uyarılarını, aslında ne kadar da içselleştirdiğimizin de o an farkına vardım. Bunu sosyal medyada yazınca yakın çevremden onlarda da bu tür hislerin olduğuyla ilgili dönüşler aldım.

Dokunmak, sosyal teoride çok ön plana çıkmasa da toplumsallık denen şeyi yaratan en önemli unsurlardan birisi. Bunu insanlarla da sınırlamamak gerekir canlıların, özellikle memeli canlıların, çoğu için dokunmak temel ihtiyaçlardan birisi. Memeli canlılar için yaşamın tümü mutlak bir dokunulma duyusu olarak rahimde başlıyor. Rahim dışı yaşamda ise bebeklerin özellikle kucağa alınmak, sarılınmak ihtiyacı içerisinde olduğu söylenebilir. Dokunmayla beraber bebeklerin bu dünyada tek başına oldukları hissi yok olur ve güven içerisinde hissederler. Yaşlar ilerledikçe de insanlarla olan ilişkimize göre dokunma sınırlarımız da dönüşüyor. El sıkışmaktan sarılmaya, ten temasından öpmeye kadar dokunmanın farklı boyutları ve dereceleri var. Tanımadığımız bir kişinin dokunmasını taciz olarak isimlendiririz. Bir arkadaşımız veya sevgilimizle olan dokunma sınırlarımız ise çok daha geniştir. Aslında şimdi düşününce, dokunma ve bunun sınırlarıyla ilgili etnografik bir çalışmaya ihtiyaç duyulduğu da ortada.

Dokunma insan sosyalliğinin bu kadar önemli bir parçası olmasına rağmen dokunmak üzerine bilimsel literatür çok fazla yok. Öylesine kanıksanmış ve araştırılmanın dışında tutulmuş ki çocuk-ebeveyn ilişkisi, arkadaşlık, aşk ilişkisi veya cinsellik üzerine yapılan çalışmalarda üstüne tekrar düşünülmesine bile gerek görülmemiş. Benim bildiğim, tek yarı akademik denebilecek bir çalışma olan İngiliz Dili araştırmacısı Gabriel Josipovici’nin 1996 yılında Dokunmak (İng. Touch) isimli eseri. Josipovici şöyle diyor: “Sanırım, dokunma yoluyla, kendi kişisel tarihimizden daha uzun ve daha geniş bir tarihte yer alıyor olduğumuz duygusunu yaşarız: Ben varım ve o var ve dokunma bir biçimde bu hakikati onaylayabilir. Kanımca, dokunma ediminin ima ettiği şey budur.”[1] Böylece dokunma hem bireyin kendi varlığını kanıtlaması hem çevresiyle olan ilişkilerinin devamı hem de tarihselliğinin bir göstergesi haline geliyor.

Dokunma, yukarıda da belirttiğim gibi, bilinçli veya bilinçsiz pek çok bilişsel süreçle beraber bir anlam dünyası oluşturur. Dokunmaya dair bu anlam dünyasını oluşturan en önemli etken ise temizlik ve kirliliğe dair kabullerdir. Temizliğe ve kirliliğe dair kabul ve söylemlerin uzun bir geçmişi var. Hem kendimizin hem başkasının bedenine dair düşüncelerimiz, bina ve kentlerin oluşumuna, doğaya dair gelecek planlarına kadar pek çok alanı etkileyen söylemler aslında bunlar. Bedene dair temizlik ve kirlilik söylemlerini insanlığın yüzyıllardan beri yakalandığı (aynı bugün olduğu gibi) hastalık ve salgınlarda görebiliriz. Salgınlardan korunmak için gittikçe daha fazla tıp bilimine ihtiyaç duyulmuş ve gittikçe artan bir hijyen ve temizlik söylemleri gelişmiştir. Keza binalar ve kentlerde bu hijyen mantığına uygun şekilde tasarlanmaya başlandı. Aslında baktığımızda bir binanın ve kentin en önemli unsuru olan altyapı dediğimiz unsurlar hijyen söylemine uygun inşalardır. Kullandığımız kirli suyun ve çıkardığımız dışkıların “el değmeden” tahliyesi üzerine kurulu tüm bina sistemlerimiz.[2]

Temizlik ve kirliliğe dair belki de en önemli ve etkili çalışma ise antropolog Mary Daouglas tarafından gerçekleştirilmiştir. 1966 yılında yapılmış olan Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümlemesi[3] isimli bu çalışma bugün dahi güncelliğini korumakta. Douglas temizlik ve kirliliğe dair sınıflandırmalarımızın aslında kozmosa dair düzen algımızla şekillendiğini söylüyor. “Kirlilik düzeni tehdit eder. Onu ortadan kaldırmak olumsuz bir hareket değil, ortamı düzenlemek için gösterilen olumlu bir çabadır.”[4]

Bu yeni salgının yol açtığı düzensizlik ve yarılmalar da yeni önlemlere yol açacak gibi duruyor. Büyük ihtimalle salgın bittikten sonra eğer sağ kalırsak insanlarla ilk karşılaştığımızda bir sendeleyeceğiz, en yakınlarımızla bile el sıkışırken veya sarılırken garipseyeceğiz. Temizlik algımız yakınlarımız ile uzakta olanlar arasında yeniden şekillenmeye başlayacak. Çevremizde hasta insanlara karşı daha dikkat kesileceğiz; hapşıran, öksüren insan gördük mü uzaklaşacağız. Belki bebekleri ve çocukları severken daha dikkatli olacağız; çoğunlukla yapıldığı gibi çocuklara dokunarak, mıncırarak, öperek sevenlere karşı ebeveynler daha dikkatli olacaklar. Yani daha geniş kesimlerde, daha hijyenik ve daha az dokunmanın olduğu bir yaşama algısı oluşmaya başlayacak ve bunun bir biyopolitika olarak gündelik hayatımızın bir parçası haline gelme ihtimali oldukça yüksek.                              


[1] Gabriel Josipovici (1997) Dokunmak, (Çev. K. Atakay), İstanbul: Ayrıntı. s. 101.

[2] Julie E. Horan (1997). Tuvaletin Sosyal Tarihi, (Çev. G. Çağılı Güven), İstanbul: Milliyet; Dominique Laporte (2011) Bokun Tarihi, (Çev. E. Çavuşoğlu), İstanbul: Altıkırkbeş.

[3] Mary Douglas (2007) Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümlemesi, (Çev. E. Ayhan), İstanbul: Metis.

[4] Douglas, a.g.e., s. 24.