Özet
Psikanalitik teoride güdü kavramı, insanı harekete geçirmeyi sağlayan bir tür kuvvettir. Bu kuvvetin Freud’un erken dönem çalışmalarında hazzı andırdığı iddia edilmiştir. Ancak, Freud daha sonra güdünün yalnızca haz prensibiyle değil; belli yıkım, yok olma gibi itkilerle de insan psikesinde var olduğunu düşünmüştür. Yaşamı güdüleyen dürtüye Eros, ölümü güdüleyen dürtüye ise Thanatos denmiştir. Eros ve Thanatos, birbirine zıt iki güdü olarak psikanalitik teoride ilk başta yerini almıştır. Ancak, güdü üzerine yapılan tartışmalar ilerledikçe Eros ve Thanatos’un yalnızca insan psikesinde bulunan güdüler değil; toplumsal yansımalarının da olduğu sosyal fonksiyonları da içerdiği üzerine tartışmaları başlamıştır. Lacan’ın jouissance kavramıyla birlikte ise Eros ve Thanatos’un birbirinden ayrılan ve birbiriyle çatışan iki zıt güdüden ziyade birbirlerini tamamlayan, birbirleriyle var olan iki güdü olduğu iddiası ortaya çıkmıştır. Eros ve Thanatos, toplumsal boyutta var olan fonksiyonlardır aynı zamanda. Bu bağlamda, politik olanın da alanında Eros ve Thanatos fonksiyonları vardır ve bu fonksiyonlar politikada harekete geçmenin itkisini oluşturur. Direniş de bu fonksiyonların tatmin edilmesinde ortaya çıkan politik edimler bütünü olarak Eros ve Thanatosu aynı anda bünyesinde taşıyacaktır. Direniş pratikleriyle ise politikada tahayyül edilen ve arzulananlar sembolleşir ve simgesel alana katılmaya başlar. Direniş, egemen-olanın politik simgesel zemininde manalanmamış ve hatta yasak konulmuş, sınır-dışı edilmiş her politik varlığı var etme çabasıdır ve sembolleri ortaya çıkarma çabası da bundan kaynaklanır. Dolayısıyla, direnişi oluşturan öznelerin ilk politik bir tahayyül oluşturarak harekete başlaması öz-bilincin oluşmasıyla gerçekleşir. Öz-bilinç, direnişin itkisini ortaya çıkaran ilk hal olarak adlandırılabilir.
Anahtar Kelimeler: Eros-Thanatos, jouissance, öz-bilinç, direniş, simgesel zemin
Abstract
In psychoanalytic theory, the concept of drive is a kind of force that motivates a person. It was claimed that this force sought pleasure in Freud’s early works. However, Freud later thought that drive existed in the human psyche not only with the pleasure principle but also with certain drives such as destruction and annihilation. The drive that motivated life was called Eros, and the drive that motivated death was called Thanatos. Eros and Thanatos initially took their place in psychoanalytic theory as two opposing drives. However, as discussions on drive progressed, discussions began that Eros and Thanatos were not only drives found in the human psyche, but also social functions with social reflections. With Lacan’s concept of jouissance, the claim emerged that Eros and Thanatos were not two opposing drives that were separated and conflicted, but rather two drives that complemented each other and existed with each other. Eros and Thanatos were also functions that existed on a social level. In this context, the political also has Eros and Thanatos functions in its space, and these functions constitute the impetus for taking action in politics. Resistance, as a set of political acts that emerge in the satisfaction of these functions, will simultaneously carry Eros and Thanatos within itself. With resistance practices, what is imagined and desired in politics becomes symbolic and begins to participate in the symbolic space. Resistance is the effort to bring into being every political entity that has not been given meaning and has even been banned and deported in the political symbolic ground of the dominant, and the effort to reveal symbols stems from this. Therefore, the subjects that constitute the resistance begin to take action by creating an initial political imagination with the formation of self-consciousness. Self-consciousness can be called the first state that reveals the impetus for resistance.
Keywords: Eros-Thanatos, jouissance, self-consicousness, ressistance, symbolic space
Giriş
Freud, insan üzerine ürettiği teorinin başlangıcında insanın her zaman hazzı arayan bir güdüyle ilerleyerek ömrünü idame ettiğini iddia etmekteydi. Freud, (ölüm dürtüsü kuramını ortaya çıkarmadan önce) dürtüyü beden ve ruhsal olanın arasında bir yere yerleştirerek bedensel sistemi sosyal dünyaya ittiren bir kuvvet olarak adlandırmaktaydı (Sayğılı, 2020). Yani, dürtü bedensel olan haz arayışını ve istekleri sosyal dünyada idame ettirmemiz için bize bir irade veren itkiydi. Ne var ki ölüm dürtüsü kuramı ile dürtünün yalnızca haz için ortaya çıkan bir kuvvet olmadığı anlaşılacaktı. Freud’un 1920 yılında Haz İlkesinin Ötesinde kitabıyla birlikte artık dürtü, ruhsal olanın bir parçası olmuştu (Sayğılı, 2020). Haz İlkesinin Ötesinde (2011)adlı çalışmasında Freud, insanın yaşam dürtüsünün ötesinde bir dürtüsü olarak ‘ölüm dürtüsü’nden bahseder. Ölüm dürtüsü, bedensel ihtiyaç ve hazların ötesinde canlının inorganik yapıya gittiği süreçte bu sürece eşlikçi olan, canlıyı bu sürece iten bir kuvvettir. Dolayısıyla, ölüm dürtüsünde insan haz ve yaşam kaynaklarından çok yok oluş, yıkım, zorlantılarına doğru itilme durumu yaşar. Dürtünün itkisi sosyal yaşamda belli bağlamlarda ortaya çıkmaktadır. Örneğin, acı çekilen bir olayın rüyalarda, gündüz düşlerinde, düşüncelerde ya da yapıp ettiklerimizde tekrar tekrar ortaya çıkması ölüm dürtüsünün sosyal bağlamlarda belli karşılıklarıdır. Dolayısıyla, Freudyen teori iki temel dürtüden bahsedecektir: Eros (yaşam dürtüsü) ve Thanatos (ölüm dürtüsü).
Freud’dan sonra da ölüm dürtüsü üzerine psikanaliz oldukça farklı yorumlar geliştirir. Psikanalistler Eros ve Thanatos güdülerinin tanımını genişleterek bu iki temel güdünün uygarlıkların süreçlerinde de aktif rol aldığı iddia edilir. Menninger, Man Against Himself (1966) isimli çalışmasında Eros ve Thanatos’un bireysel düzeyin ötesinde toplumsal boyutlarda da ortaya çıktığını yazmıştır. Menninger’a göre (1966), Eros yaşamı destekleyen davranışlara doğru bir itki iken, Thanatos insanın kendisine ya da çevresine doğru yönelen yıkım güdüsüdür. Eros ve Thanatos bu bağlamda daima bir çatışma halindedir. Menninger (1966), Thanatos’un toplumsal boyutlarına örnek olarak savaş gibi süreçleri göstermiştir. Dolayısıyla, Eros ve Thanatos aynı zamanda toplumsal boyutları olan iki temel güdünün ötesinde aynı zamanda fonksiyon olarak da tartışılmıştır.
Ne var ki, bu tartışmalar psikanalizde devam ederken Eros ve Thanatos daima birbirine zıt ve çatışma halinde olarak gösterilmemiştir. Lacan, Eros ve Thanatos’un ortak bir çalışma alanı da olabileceğini jouissance kavramıyla ortaya atmıştır. Jouissance, insanın hayatında ilksel bir şekilde ortaya çıkan ve bir daha tamamlanmayacak ‘eksik’e karşı harekete geçme edimini anlatır. Yeri hiçbir zaman doldurulamayacak ‘eksik’in yerini doldurma çabası haz ve acıyı aynı anda bir madalyonun iki yüzü gibi yaşatır. Lacan’ın Yine/Hala (2019) olarak çevrilen 20. Seminerinde jouissance’ı tanımlarken onun aşkın (transdantel), tanrısal bir fenomen olduğunu reddetmiştir. Her ne kadar jouissance’ın deneyimi insana büyülü ve tanrısal bir şekilde gelse de bunun temel sebebi simgesel toposun koyduğu sınırın ötesindekine ulaşma çabasına tekabül etmesidir. Ölüm dürtüsüyle ilişkilenmesinin bir sebebi de esasında budur. Jouissance, manalanan dünyanın ötesine geçme arzusudur ki bu durum canlılığın ya da en azından canlı olanın manasının ortadan kalktığı bir yere geçme çabasıdır. Özmen’e (2014) göre de jouissance acının görünmeye başladığı yerde kendisini gösterir. Dilin ve kültürün dünyasına girdiğimizde bu dünyanın temsil edemediği, sembolleştiremediği parçanın bedeli olarak jouissance açığa çıkacaktır (Özmen, 2014). Tuzgöl (2018) de ölümü bu sembolik dünyada erişilemez ve yasak bir kavram olarak ele alır ve bu sınırda jouissance’ın bulunduğunu söyler. Yani, bu kavram bir hazzın ötesinde dürtünün tatminini sağlayandır (Tuzgöl, 2018). Dürtünün tatminini sağladığı için Eros ile bağlantılı, yasak olana (ölüm dürtüsüne) ulaşmaya çalıştığı için Thanatos ile bağlantılıdır.
Douzinas(2022) jouissance’ın ölüm dürtüsünün tatmini sağlarken tahrip edici bir kabiliyetinin olduğunu ve bu yüzden de yasaklanıp baskı altına alındığını ifade etmiştir. Yasaklanan jouissance’ın geri dönüşü, belleği ve unutulmaz olanı tesis edecek ve fenomenlere tarihi boyutunu kazandıracak bir işlev de görecektir (Douzinas, 2022). Dolayısıyla, tarihsel boyut inşasında da tahrip edicilik potansiyeliyle (Thanatosuyla) bir Eros oluşturur. Douzinas’ın bu açıklamalarıyla jouissance’ın yalnızca insan psikesine dair değil, daha önce de ölüm dürtüsünün toplumsal boyutları olduğunu açıklayanlar gibi, toplumsal ve politik bir boyutunun olduğu anlaşılır. Aynı zamanda, bu kavramla birlikte ölüm dürtüsü olarak adlandırılmış Thanatos’un yalnızca kendini yok etmeye dair bir dürtüden ziyade yıkım fonksiyonlarını aktif eden ya da varlığı buna yönelten güdünün bir tarafı olduğunu görebiliriz.
Eros ve Thanatos ikiliğini karşıt ve iki farklı, çatışan güdüden ziyade bir güdünün birbirine bağlı iki tarafı olduğu Fanon’da da Lacan’ın kuramından önce açığa çıkmaktadır. Fanon’a (2016) göre, insan kendisini ötekine tanıtması ontolojik bir gerekliliktir ve insan bu tanıtma ile varlığının özüne kavuşabilir. İnsan, yalnızca ‘burada ve şimdi’ olmanın ötesinde başka yerler ve başka fenomenler için var olan bir potansiyel barındırır ve bu öz-bilince ulaştığında potansiyelinin tanınmasını ister (Fanon, 2016). Ne var ki, Lacan’ın simgesel topos olarak tanıttığı dünyanın manalandığı düzlemde mana, insana yasaklar ve sınırlar koyarak her potansiyelini tanımayı reddedecektir. Burada, Fanon (2016), insanın tanınma mücadelesinin riskli ve ölüm ile iç içe olduğunu söyler. Özgürlük, bu bağlamda ancak yaşamı riske atarak kazanılabilir. Yani, Fanon’un söylediği insanın tanınma mücadelesi bir tür jouissance’ın edimidir ve bu edim insanı yasak olanla/ölümle daima yüz yüze getirerek kendi varlığının özgürlüğünü, Eros’unu yaratmasını sağlar. Bu bağlamda, direniş, insanın kendi temsilini simgesel toposta kazanabilmesi için bir Eros’tur. Ancak, bu Eros’un gerçekleşebilmesi için Thanatos’un, yıkım fonksiyonlarının, devreye girerek tahakkümcü ve yasak koyan Eros’a karşı kendi varlığını diretmelidir. Bu bağlamda, tahakkümcü Eros’a karşı ortaya çıkan (Douzinas’ın tabiriyle) tahrip edicilik varlığı da kendi sonuyla dahi yüz yüze getirecektir. Eros ve Thanatos kendi içimizde birbirleriyle çatışan iki zıt güdüden ziyade, ya edilgen bir konum alarak özgürlükten vazgeçerek anlaşan ya da tanınma mücadelesiyle özgürlüğü elde etmeye çalışan güdülenmenin iki tarafını/yüzünü oluşturacaktır.
Metodoloji
Bu makalemde, psikanalitik teoride ortaya atılan Eros ve Thanatos adı verilen güdüleri toplumsal zeminde değerlendirerek yeniden yorumlamaya açıyorum. Eros ve Thanatos, birbirine zıt iki güdüden ziyade birbirleriyle var olan, birini tamamlayan bir güdünün iki fonksiyonu ve yanı. Eros ve Thanatos yalnızca insan psikesinin bir kuvvetini oluşturan güdüden ziyade toplumları, toplumsal temsiliyetlerin de kültürel, sosyal ve politik hareketini sağlayan kuvvetin iki fonksiyonu denilebilir. Dolayısıyla, Eros ve Thanatos, politik hareketlerin oluşturmaya çalıştığı yeni toplumsal ve politik düzen için kendisini yasaklayan ya da tahakküme almaya çalışan egemen politikanın simgesel toposuna karşı bir tanınma mücadelesine vesile olan kuvvetin iki temel fonksiyonu ya da fonksiyonların temel adlandırılmaları denilebilir.
Bu bağlamda, simgesel toposun politikasında ortaya çıkan tahakkümlere karşı gelişen direniş pratiklerinde de yalnızca bir yaşam arayışı ya da kendisini yok etmeye yönelen pratikler olduğundan bahsedemeyiz. Direniş pratikleri, öz-bilincin dayattığı tanınma ihtiyacında bir temsil düzlemini oluşturmaya çalışırken yasak olana ulaşmaya çalışarak varlığını kurma pratikleridir. Bu pratiklerin ‘yasaklı’ tarafa ulaşması bir yandan tahrip edicilik portansiyeli barındırırken, diğer yandan bu tahrip edicilik insanın ulaşmak istediği temsili, yeni düzeni var edecek, kuracak bir Eros’un ön şartıdır. Bu makalede, farklı direniş pratiklerinin Eros-Thanatos birlikteliği Fanon’un insanın tanınma arzusu ve Lacan’ın jouissance teorileri temellerinde incelenecektir.
Direnişte Ölümün Ortaya Çıkışı ve Var Olma Mücadelesi
Egemen-olanın oluşturduğu politik simgesel düzlemlerde ‘yasak’ olan, egemenliğin simgeselinin dışında bırakılan, politik tahayyüller egemen-olanın tanımadığı varlıkların tanınabildiği, temsiliyetlerini oluşturduğu yeni bir politik-simgesel düzlemi imler. Bu imlemenin simgesele katılması demek egemen-olanın nihai bir güç olarak kalmasını sağlayan bütün çıkarları simgeselin dışına atılmasına tekabül eder. Bu yüzden bu tahayyüller ‘sınır-dışı’dır. Ancak, insanın varlığı bütüncül bir biçimde politikanın simgesel toposunda bu yüzden tahayyül edilemez ve insan sınırın dışına ulaşmak için jouissance’ı devreye sokmaya başlar. Jouissance’ın politikleşmesi, yasaklı olana ulaşma çabasıdır ve bu yüzden ‘sınır’ın tahrip edilmesine yönelik direniş biçimleri gelişmeye başlar. Böylece, direnen özneler yasaklı olanın safını tutarak egemen-olanla arasında bir şiddet ilişkisi geliştirmeye başlayacaktır. Direnen özneler, yeni Eros’u, egemen-politikanın simgeselinin ötesine yerleştirir ve böylece kendisini bu simgeselin ötesinde tekrardan tanımlama ve temsil etme çabasına girer. Artık, egemen-olanın politik simgeselinde manalanan varlığı onu tarif eden ve temsil eden bir manalanma değil, onun-yerine bir temsil oluşturan tahakküm mekanizmasıdır. Düzenin manalarının ötesinde bir mana kazanma çabası düzene karşı ‘zor’ kullanmayı doğurur. Zor dayalı bir direniş de karşısında egemen-olanın Tahantos’unu bulacaktır.
Bu bağlamın somutlaşmış bir hali olarak Filistin topraklarında kurulan İsrail’in devletleşme süreci ve Filistinlilerin aslında kurulan bu egemenliğin simgesel düzleminde nasıl temsiliyetsiz kaldığı örnek verilebilir. 20. yüzyılın başlarında Avrupalı Siyonist Yahudilerin Filistin topraklarına göçü (aliyahlar) dini bir motivasyondan ziyade orada ‘modern’ bir Yahudi devleti kurma çabasının başlangıcına denk gelmekteydi (Mamdani, 2020). İsrail devletinin kurulma sürecinde ‘Yahudi’ kimliği bir dini kimlik olmaktan çıkmış, modern bir vatandaş kimliği haline getirilmiştir. Bu bağlamda ‘Yahudi’ kelimesinin temsiliyeti artık Yahudilik dinine mensup olanları doğrudan imlememiş, bu kelime egemen-olanın politik simgesel düzlemi sınırlarında ‘vatandaş’ olmaya tekabül etmeye başlamıştır. Öyle ki, Siyonist bir politik tahayyülün egemenlik pratiği olan İsrail devletinde Arap Yahudiler (Mizrahim Yahudileri) de Yahudileştirme politikasına maruz bırakılarak Arap kimliklerinden arındılırmış ve onlara ‘modern’ bir Yahudi kimliği verilmiştir (Mamdani, 2020). Öte yandan, modern Yahudi kimliğini alabilen özneler devletin ‘sivil kurumları’ ile muhattap olabilirken bu kimliği alamayanlar devletin ‘militar kurumları’ ile muhattap olmak zorundadır (Mamdani, 2020). Dolayısıyla, İsrail’de egemen-olanın simgesel düzlemi modern bir Yahudi kimliği verilenin ‘yurttaşlık’ sınırlarında yaşayabildiği, bu kimliğin verilmediği öznelerin ise sosyal ve politik yaşamda her daim bir tür istisna halinin yaşatıldığı bir şekilde kurulmuştur.
Modern Yahudi kimliğine sahip olmayan her özne için tam bir işgal halinin gündelik yaşam olduğu İsrail’de egemenliğin tahakkümü altında, bir tür ‘tanınmama’ alanında yaşayan özneler intifada direnişleri ile kendi temsiliyetlerini politikanın simgesel alanında tanınma mücadelesi vermişlerdir. Bu bağlamda intifada’nın yıkıcılık potansiyeli ‘yasak’lı alanda kalan Filistinlilerin temsiliyetini kazanmaları için İsrail’in ‘sınır’ını yok etmeyi hedefler. Bu, Filistinlilerin politik jouissance’ıdır. Öz-bilinç, Filistinlileri, tanınmaları için ‘sınır’a, ‘yasak’ olana gitmeye iten bir kuvvet oluşturur. Yaşamı riske atarak, yıkıcılığını devreye sokan Filistinliler, kendi temsiliyetinin ilk gösterenini intifadalarda ortaya çıkarmıştır.
Fanon (2021) da dekolonizasyon sürecini tanımlarken onun her zaman şiddet içeren bir olgu olduğuna işaret etmiştir. Dekolonizasyon süreciyle birlikte varlığın bir değişimi gerçekleşir ve sömürgeleştirilen özne ancak bu süreçle insan sıfatını geri kazanabilir (Fanon, 2021). Yani, dekolonizasyon, temsilsiz kalan varlıkların kendilerini tanıtma zorlaması sürecidir ve bu süreçte tanınmanın simgesel düzlemde kazanılması için her zaman şiddet direnişin içerisinde var olacaktır. Şiddetin politize olarak direnişin zorunlu bir hareketi olması, politik mücadelenin jouissanceını doğuracaktır. Direnişin jouissanceı simgeselin yasağını delip yeni bir politik simgesel toposu oluşturmanın ilk adımı olacaktır.
Öyleyse direnişte şiddet, salt bir yok etme ve yok olmayı göze alma işlevi görmez. Temsiliyetine ulaşmaya çalışan öznelerin politik ilk temsillerini oluşturacaktır. Politik temsillerini ‘yasaklı’ alana koyan egemenlerin sınırını aşma, politik olanda eksik kalana ulaşma arzusudur ve bu arzu yeni bir politik düzen oluşturmak için zorunlu bir basamaktır. Direnişte şiddetin Thanatos yüzü egemenliğe dönen her türden silahı içerirken Eros yüzü ise egemenliğin ‘sınırının’ ötesine geçerek kendi temsillerinin ilk gösterenlerini oluşturmasıdır.
Bedenin Bir Silaha Dönmesi: Açlık Grevleri ve Ölüm Oruçları
Direniş biçimlerinden tartışılan olarak kabul edebileceğimiz bir diğer pratik de açlık grevi ve ölüm oruçlarıdır. Bedenin kendine dönen bir silah olarak politik hareketin nesnesi olması genel kanıda kendine yönelen salt bir Thanatos olarak görülebilir. Ölüm orucu ve açlık grevleri, farklı ülkelerde ortak bir direniş pratiğidir. 17 Nisan 2012 tarihinde İsrail hapishanelerinde tutulan 1.500 kadar mahkûm yaklaşık bir aylık açlık grevine başlamıştı (Elkayam-Levy, 2015). Birleşik Krallık’ta hapishanede ölüm orucu direnişi yapan IRA mahkûmu Bobby Sands, hayatını bu direniş pratiğinde kaybettiğinde hapishanelerdeki direnişlerin bir sembolü haline geldi. Batı Almanya’da tutsak olan RAF’lı mahkumlar (en çok tanınan isimlerden Ulrike Meinhof, Gudrun Esslin, Andreas Baader vardı) bir direniş biçimi olarak açlık grevini tercih etmişlerdi. Keza, Türkiye’de de 1980 darbesinin ardından İstanbul Askeri Cezaevindeki dört tutsak 1984 yılında tek tip elbise dayatmasına karşı ölüm orucuna girmiş; 1996 ve 2000 yıllarında ise siyasi mahkumlar F tipi cezaevlerine karşı bir direniş pratiği olarak ölüm orucu direnişini başlatmıştı. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Bir nekro-direniş biçimi olan bu pratikleri incelemeden önce Mbembe’nin ortaya çıkardığı nekro-iktidar kavramı üzerine düşünmek gerekir. Nekro-iktidar, düşmanlık politikası ürettiği ötekileri aciz hale getirmek ve ezmek için her türlü parçalama, altyapısız bırakma ve ‘modern’ gücünü seferber eder (Mbembe, 2020). Gerçekten de F tipi cezaevi örneğine bakarsak iktidarın cezaevlerine özel bir yatırım yaparak mahkumları birbirlerinden ayırarak parçaladığını ve cezaevlerini üstün gözetleme teknolojileriyle ‘modernleştirdiğini’ görebiliriz. Yani, egemen olanın düşman olarak tanımladığı grupların aciziyet haline sokmak için egemenlik, tüm gücünü seferber edecektir.
Mbembe (2020), nekro-iktidarın karşısında direnen öznelerin bedenlerini bir silaha çevirerek iktidara doğrulttuğundan bahsederken bedenin gücünün ve değerinin ortaya çıkışının ölümsüz olma arzusunun bedeni soyutlama sürecine sokmasına bağlar. Ölümsüz kalmak isteyen beden, hiçbir şekilde manalanamadığı, var olamadığı nekro-iktidarın varlık yıkıcı gücü karşısında bir silah olarak ortaya çıkacak ve nekro-direniş sergileyerek kendisini direnişte ‘var’ edecektir. Nekro-direnişlerde bedenlerin sembolik değeri oluşur. Bu değer, direnişin öznelerinde sürekli anılır. Bu anma hem direnişi sürekli hale getirir ve zaman ilerlese de direniş manalanmaya devam eder hem de tahakkümcü bir Eros’ta temsiliyetsiz kalan bedene tarih-ötesi bir tanınma ve tanıklık süreci başlar. Böylece bedenin ölümsüzlük arzusu hedefine ulaşır. Yani, nekro-direnişte beden, yok olan bir organizma değil, sonsuzluk arzusunun politize edilerek varlığını tanıtması ve tanık oluşturmasıdır.
Ölüm orucu ve açlık grevlerinde de beden, direnişin nesnesi olarak tanınma ve sonsuz olmaya çalışır. Bedenin temsiliyetsiz kaldığı durumlarda esasında öz-bilincine ulaşarak tanınma talebinin ortaya çıkmasıdır. Bu bağlamda, Fanon’un ‘yaşamı riske atma’ metaforunun somut bir örneğidir. Bargu (2014), nekro-direnişleri tanımlarken ‘insan silah’ kavramını ortaya atarak direnen öznelerin kendi yaşamları pahasına iktidarı teşhir ettiğini öne sürmüştür. Bu teşhir etme eyleminin gerekliliği esasında eğmen-olanın Eros’unun sınırlarını ve sınırları içindeki tahakkümcü manalanmalarını deşifre etmek için politik bir performasyona girilmesidir. Ayrıca, Bargu (2014) da nekro-direniş ile bedenin bir silah haline geldiğini iddia etmektedir. Bedenin direnişte bir silah haline gelerek manalaşmaya başlaması aslında onun Eros’unun ilk ortaya çıkışını da oluşturur. Bu Eros’un bedeli, Thanatos’un devreye girerek hem egemenliğin bütün sınırlarını hem de bedenin fonksiyonlarını tahrip etme gücünü açığa çıkarmasıdır.
Ölüm orucu ve açlık grevlerinde bir yerden sonra direnen öznelerin beden fonksiyonları, bilinçten ayrılır. Keza buna paralel olarak bilinç de yavaş yavaş yok olmaya başlar. Beden, bir noktadan sonra vücuda girecek gıdayı otomatik olarak kabul etmemeye başlar. Bu noktada artık hep gündelik fonksiyonlarıyla manalandırılan beden işlevsel olarak da bu manalanmanın dışına çıkacaktır. Yavaş yavaş yok olmaya doğru giden bedenin bu ‘disfonksiyon’unun başlangıcı ise kendisini politik bir tahayyülle ortaya çıkarma çabası olduğu için biyolojik bir disfonksiyon süreci politik manayı büyütür. Beden, direnişin sembol nesnelerinden birisi olur ve direnişin simgesel toposunu açığa çıkarmaya başlar. Bu bağlamda kendisinin yok olma sürecinde yalnızca tarihler-arası bir tanıklıkla sonsuzluk arzusunu geçerli kılmakla kalmaz, politik tahayyülünün simgesel toposunu da açığa çıkararak bir Eros oluşturur. Bunun dışında, disfonksiyon, olağanın, yani manalanan fonksiyonun kırılma anıdır. Biyolojik işleyiş, egemenliğin yaşamı imleyen tarafı olan biyolojik fonksiyonun mana sınırları dahi disfonksiyon ile tanınmaz ve beden kendi kendine itaatsizliğin fonksiyonunu oluşturur. Bu, tahakkümcü medeniyetin oluşturduğu sistemsel personanın bedende dışarı atılma anıdır.
Sonuç
Direniş, politik genel kanıyı da oluşturan egemen-olanın politik sınırları ve simgesel toposunun içerisinde kalarak her zaman belli reformları hedefleyen ya da amaçsız bir şiddet, yok etme/olma edimi doğuran hareketler bütünü olarak tanımlanamaz. Direnişin özneleri direnme edimlerinde kendi temsillerinin olduğu bir politik simgesel topos tahayyül eder ve bunun oluşmasını arzularlar. Bu arzunun temeli öz-bilince varmadır. Öz-bilince gelme durumu öznelerde kolektif bir kuvvet oluşturur ve bu kuvvet politik fiiliyata geçilmesi için ortak bir itki yaratır. Bu itkinin ortaya çıkması, var olan politiğin simgesel düzleminde direnecek özneler için ‘eksik’ kalan manalanmalara işaret etmesidir. Dolayısıyla, direniş manaların ‘sınır’ına yaklaşır ve onun tabusunun ötesini merak ederek yeni bir manalanmayı simgesel düzleme çekmeye çalışır. Burada düzlemin tabusuna doğru yıkıcı bir işlev geliştirir ve böylelikle temsiliyetinin olmadığı simgesel toposa karşı şiddet uygulamaya başlar. Direnişin politik hareketleri direnen öznelerin kendilerini direniş alanı içerisinde ‘var’ edebilmesini sağlar. Böylece yeni semboller oluşmaya başlar ve yeni simgesel alanın ilk göstereni direnişin pratiklerinde ortaya çıkar. Politikanın jouissanceı bu bağlamda direnen özneleri sınıra yaklaştırır. Sınıra yaklaştıktan sonra da sınırı yıkma potansiyelini, kuvvetini öznelere yükler. Özneler, bu potansiyeli eylemleriyle performe etmeye başladığında ortaya kuvvetin tatmin olma çabası çıkar. Kuvvet, tahrip etme ve o zamana kadar manalanmış şeylere savaş açma özelliği ile yıkıcı fonksiyonu olan bir Thanatos, eylemlerde öznelerin kendi sembollerini oluşturma ve simgesel düzlemlerine ilk adımı atmaları ile yapım fonksiyonu olan bir Eros’tur.
Kaynakça
Bargu B. 2014. “The Death Fast Struggle and the Weaponization of Life”. Syf. 1-34, Strave and Immolate: The Politics of Human Weapons, New York: Colombia University Press
Douzinas C. 2022. “Yasa’nın Doğumu ve Antigone’nin Ölümü: Ontolojik ve Psikanalitik Etik Üzerine”. Syf. 19-76, Yasanın Arzusu, çev. Ezgi Duman & İbrahim Şahin Ateş. Ankara: Dipnot Yayınları
Elkayam-Levy C. 2015. “Facing The Human Rights Challange of Prisoners’ and Detainees’ Hunger Strikes at The Domestic Level: Guidance for Policy-Makers, Government Officials, and Legal Advisors in the Management of Hunger Strikes”. Harvard International Law Journal, 57; 1-6
Fanon F. 2021. “Şiddet Üzerine”. Syf. 41-88, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer. İstanbul: İletişim Yayıncılık
Fanon F. 2016. “Zenci ve Hegel”. Syf. 257-263, Siyah Deri Beyaz Maskeler, çev. Cahit Koytak. İstanbul: Encore Yayınları
Freud, S. 2011. “Haz İlkesinin Ötesinde”. Syf. 19-70, Haz İlkesinin Ötesinde. Ben ve İd, çev. Ali Babaoğlu. İstanbul: Metis Yayınları
Lacan, J. 2019. “Jouissance Üzerine…”. Syf. 7-17, Yine/Hala, çev. Murat Erşen. İstanbul: Metis Yayınları
Mamdani, M. 2020. “The Israel / Palestine Question”. Syf. 250-326, Neither Settler Nor Native. Londra: The Belknap Press of Harvard University Press
Mbembe A. 2020. “Nekro-İktidar ve Geç Modern Dönemde Sömürgeci İşgal”. “Hareket ve Metal Üzerine” Syf. 108-114, 121-126, Düşmanlık Politikaları. İstanbul: İletişim Yayınları
Menninger, K. 1966. “Eros and Thanatos”. Syf. 3-10, Man Against Himself. New York: Harcourt, Brace & Word, INC.
Özmen, E. 2014. “Seçimin Ardından: Jouissance Vaadi Olarak Politika-I”. Birikim. 9 Nisan, 2014. (https://birikimdergisi.com/guncel/759/secimin-ardindan-jouissance-vaadi-olarak-politika-i)
Sayığılı, İ. 2020. “Bir Haz İlkesi Olarak Tarihsel Ölüm Dürtüsü Üzerine”. Psikanaliz Yazıları 41: 95-114
Tuzgöl, K. 2018. “Lacanyen Psikanalitik Kuram ve Öznenin Konumu”. Türkiye Bütüncül Psikoterapi Dergisi 1(1); 41-53