Geçen gün bir konuşma izledim. İstatistikçi birisi, son 2 yılda üniversiteyi terk etme/yarıda bırakma sayısının rekor seviyeye, yani 700 küsur binlere ulaştığını söylüyordu. Bu haber şaşırtıcıydı çünkü ben de son zamanlar üniversite kurumuna dair negatif duygular beslemeye başlamıştım. Oraya ayırdığım haftanın bilmem kaç saati ve sonrasındaki iş yükümü, kendi istediğim işime-gücüme ayırsam, belki de hem akademik hem de iş kariyerim açısından daha verimli olacaktır. Bunun üzerine biraz daha düşününce, meselenin zaman tasarrufundan kaynaklı olmadığını, kurum içerisindeki otoriter figürlerden sıkılmış olduğumu fark ettim. Eğitimden öğretime, haftalık okumalardan ders-içi tartışmalara değin, otoritesini -ders saati süresi boyunca- her an diri tutmaya çalışan birisi varken karşınızda, siz nasıl siz olarak bir tartışmayı başlatabilir veya süregelen bir tartışmaya eklemlenebilirsiniz? Otorite figür, otoriterliğini, sizin tavır ve tutumlarınızdan kazanır, diğer türlü bakıldığında, otorite ötekisiz bir hiçtir, her zaman kendisine boyun eğen, kendi otoritesini tanıyan en az bir kişiye ihtiyaç duyar. Hal böyle olunca da sizden beklenen şey, bilginiz doğrultusunda bir tartışmaya girmekten ziyade kendinizi frenleyerek, otorite figüre dair onun otoriterliğini besleyecek malzemeler vermenizdir.
Bilindiği üzere, eğitim kurumlarının tarihi Sümerlere kadar dayandırılmaktadır. Elbette ki eğitimin -ve beraberindeki öğretimin- ne olduğuna, nasıl algıladığımıza göre farklı farklı tarihsel okumalar yapabiliriz, keza modern anlamda okullardan bahsedeceksek, daha yakın bir tarihe, yani 18. yüzyıldan bugüne araştırmaya başlamamız gerekir. 8 yıl ilkokul ve ortaokul, 5 yıl lise -evet 1 yıl sınıfta kaldım-, 4 yıl üniversite ve yaklaşık 1 yıl yüksek lisans olmak üzere, 26 yıllık yaşamımın 18 yılını, yani %70’lik dilimini eğitim kurumlarında geçirmiş birisiyim. Sırtımı tarihin serin sularına bırakıp, tarihin bilmem hangi döneminde eğitim kurumları nasıldı gibi bir soruşturmaya gitmek istemiyorum, ha gidilse güzel olmaz mıydı? Elbette ki olurdu, belki sizler yaparsınız. Ben burada, 18 yılın verdiği iyi-kötü tecrübelere dayanarak hocalık müessesini sorgulama haddini kendimde buluyorum. Peki, sizce bu neden gerekli? İşimin gücümün arasında oturmuş, neden hocalık müessesini sorgular vaziyetteyim? Bunun birçok sebebi olmakla birlikte, en önemli sebebi, hocalık müessesesi altında, farklı dinamiklerin olmasıdır ve bu dinamiklerin, bugün toplumsal sorun diyebileceğimiz birçok sıkıntıyı yeniden üretmesidir. Hiçbir hocanın kalkıp “evet, haklısınız. Ben içinde bulunduğum kurumun belirli dezavantajlı taraflarını besliyorum” demez, hatta bakıldığında, çevrenizdeki birçok hocanın bu durumundan haberi dahi yoktur çünkü hocalık müessesesi kışkırtıcı bir cazibeye sahip olmaklığı üzerinden sarhoş edicidir. Bu sarhoşluk da kişiyi körleştirir ve önce kendi eylemlerine, sonra çevresindeki eylemlere karşı yabancılaştırır.
Bilen Özne Olarak Hocalar: “Bilgi mi? Olur Vereyim Sırana Geç…”
Bundan yaklaşık 4 asır önce 17. yüzyılda yaşamış İngiliz filozof Francis Bacon “Scientia potentia est” der, yani bilginin kendisi güçtür.[1] Bilginin gücü, içerisinde bahsettiği şeylerden değil, “bir şeyler hakkında birilerine bir şeyler söyleyerek, kişileri etkileyebilme, harekete geçirme” gücünden gelmektedir. Birçok kişi, sadece bilginin güdümüyle hareket etmez. Bunun için bilgiye ekstra şeylerin de katılması gerekir. Sözgelimi, kişilere bilgi verilirken, yanı sıra, bilgisi verilen konuya belirli duygular da atfedilebilir. Konu, mistifike edilir. Böylece bilgi, didaktik bir rolden sıyrılarak duygusal bir veri haline gelir. Sadece duyguların işe koşturulması gerekmez. Bilgi, kişiyi sarmalayan normatif sosyo-kültürel değerleri de kendi söylemine dâhil edebilir. Sözgelimi, bir bilgi, milliyetçi duygularla beslenerek ortaya çıkabilir. Her halükarda, bilgi, doğrudan veya dolaylı biçimde, kişileri harekete geçirir. Peki, bilgiyi kim(ler) kim(ler)e verir? Uzun bir müddet, bilginin otoriterliği, tanrısala atıfla ruhban sınıfın tekelindeydi. Hatta bilginin mobilizasyonunu sağlayan en güçlü araçlardan birisi olan yazı da ruhban sınıfının tekelindeydi. Latince başta olmak üzere, birçok yazı dili, tanrısala atıf yapan, tanrısalın bilgisini yaymaya çalışan ve kendi meşruiyetlerini tanrısallık ile kurdukları yakınlıktan alan kesimler tarafından araçsallaştırıldı. Bacon’un zamanına geldiğimizde de bilgi, tanrısaldan ayrılarak, farklı formülasyonlarla ölçütlendirildi. Neye bilgi deriz, bir bilgiyi hangi durumlarda ciddiye almamız gerekir, bilgiyi kimlerden almalıyız, kimler en doğru/uygun/hakiki bilgiyi bizlere sunar gibi birçok sorular bilimsellik adı altında tartışılmaya başlandı. 18. ve 19. yüzyıla doğru geldiğimizde de artık bilginin ölçütleri aşağı-yukarı netleşmişti. Daha doğrusu, Bacon gibi kesimlerce bu böyleydi. Diğer tarafta, yine benzer tartışmalar, farklı referanslarla tartışılıp, neticelendi. Bilginin nereden geldiği, nereye atıflı meşruiyetini oluşturduğunu bir köşeye bırakırsak, bilgi vericinin otoritesinin tarih boyunca güçle ilişkili olduğunu yadsıyamayız.
Bugünün bilgi vericilerini düşündüğümüzde, bunun kurumsal temellerinden birisinin -tarihsel süreç içerisinde etkilerinin azalmış olmasına rağmen- okullar olduğunu düşünüyorum. İlkokuldan tutun, üniversitelere kadar tüm eğitim kurumlarının, bilgi vericiler tarafından bir meşruiyet zemini olduğunu düşünüyorum. Kurumsal yapının doğası gereği de bunun böyle olmasına şaşırmıyorum. Farkındayım, bir şeyin doğasına ilişkin konuşmak beni özcü bir perspektife sıkıştırabilir, fakat buradaki doğayla neyi kastettiğimi anlatmaya çalışacağım.
İlkokuldan beri bizlere hocalarımızın söyledikleri her şeyin doğru olduğu, doğrudan veya dolaylı biçimde öğretildi. Bu öğretim, ağırlıklı olarak ebeveynlerimiz tarafından oldu. “Eti senin kemiği benim” diyerek bırakıldığımız eğitim kurumlarımızda, hocalarımızın ağızlarının içinden ayrılmadık. Söyledikleri her söz, takındıkları her tavır bir ders niteliğindeydi. Aramızda hoca(ları)mızın meşruiyetini sorgular cinsten tavırlar takınan sınıf arkadaşlarımız oldu, onları da biz kendi aramızda asimile ettik, ee akran zorbalığı denen bir şey var neticede. Hocalarımızın ailelerimizle çatıştığı noktalarda ki benim dönemimde bu pek mümkün değildi, o zaman bile yer yer hocalarımızın tarafını tutardık. Hal böyle olunca da 7’de neysek 77’de de o oluverdik ve üniversite yıllarımız da benzer motivasyonlarla ilerledi, fakat üniversite bizlere, ilkokul-ortaokul-lise çağlarımıza nazaran daha fazla söylem alanı tanıdı. Bir kısmımız bunu kullanmaya çalıştı, derslerde hocalarımızın açıklarını aradık. Hatta mütevazı hocalarımızı da bazı konulardaki bilgisizlikleri üzerinden acımasızca eleştirdik, fakat bunu yapanlarımız çok az kişiydi. Bir 40 kişilik sınıfta, en fazla 3-4 kişi, belki 4-5, en fazla 10 kişi.
Meşruiyet kaygısı yaşayan kimi üniversite hocalarımız, kendi konumlarını muhafaza etmeye yönelik belirli çabalarda bulundular. Aslına bakılırsa, bunun için çok da çaba vermeleri gerekmiyordu çünkü kimi noktalarda hocaya karşı olan en sert tutumlu sınıf arkadaşlarımız bile bir noktadan sonra kendi heretikliğini sorgulayarak ya sindiler, ya da pasif bir direnişe girerek derslere katılmamaya başladılar. Peki, meşruiyet sağlayan bu çabalar nelerdi? Sorumu bir tık daha geriden alarak başlayayım: Hocalara -kendi iradeleri dışında- meşruiyet sağlayan şeyler nelerdir?.. İlk akla gelen öğe, mekândır. Kim ne derse desin, sınıflar, hocamerkezci bir noktadan inşa edilmişlerdir. Hocanın oturduğu yer, mekânla kurduğu ilişki, mekânı kullanım olanakları, hepsi o mekânda yani sınıfta otoritenin hoca olduğunu bas bas bağırıyor. Hocalar, bunun farkında veya değiller, fakat mekânın olanaklarının suyunu sıkıyorlar. Ben hiçbir hocanın oturma planına tepki gösterdiğini hatırlamıyorum. Sınıftaki pencerelerin dahi açılıp kapanmasının kararını kendisinden bağımsız alınmasına ses çıkarmadığını hatırlamıyorum. Zırt pırt sınıfa girilmesine tepki gösterenin ilk kendisi olması gerektiği fikrine karşı çıktığını hatırlamıyorum. Karşılıklı diyalog esnasında, kimin ne kadar konuşması gerektiğinin bilgisine kendisinin karar vermesi gerektiğine tepki gösterdiğini hatırlamıyorum. Hal böyle olunca da sınıf mekanının tanzimi, kimin nasıl konumlanması gerektiğini belirliyor. Bir diğer öğe ise kurumsal yapı içerisindeki ilişkilerdir. Şayet bir eğitim kurumundaysanız, sizin o kurumdaki en yetkiliyle iletişiminiz ile hocalarınızın iletişimi aynı ölçüde değildir. Sözgelimi, siz her kafanız estiğinde bir hocanın odasına giremezsiniz, fakat hocalar -en azından kendisi gibi hocaların- odalarına sizden daha rahat bir biçimde girebileceğini bilir. Mekan içi ilişkiler de mekanın yapılanmasına benzer biçimde hocalık otoriterliğini muhafaza eder veya oyunbozan kimileri karşısında yeniden üretmeye çalışır.
Hoca-Öğrenci İlişkileri: “Hocam Size Danışmak İstiyorum…”
Sınıfa gelen bir hocanın, geldiği derse dair bilgisinin -önceki yıllarda verdiği benzer veya aynı dersler üzerinden- kümülatif ilerlediğini varsayarız. İlk olarak o dersi verecek bir hocanın bile mümkün mertebe kendinden ödün vermeden, sanki o dersi daha önce çok kere vermiş gibi davrandığına tanık oldum. Bilen özne olmak kolay değil. Hal böyle olunca, sınıftaki öğrencilerin, daha dersin ilk başından, derse dair en bilgili, otoriter figür olarak hocayı belirlemesi istenir. Hocanın bazı konulardaki bilgisizliği, mütevazılığından kaynaklanıyormuş gibi algılanır. Hatta hocanın, sanki bizi sınıyormuş gibi bazı bilgileri bilerek vermediğini düşünenler bile olabilir. Az konuşmanın kimi noktalarda bir bilgiçlik göstergesi olduğuna dair metinler bile vardır, bakılırsa. Sonuçta susmak da bir iletişim biçimidir ve gerçek erdemlilik her bildiğini dile getirmek değil, sadece gerekli gördüğün noktalarda dile getirmektedir. Bu stratejik ilişkiyi çözen öğrenciler de ya hocayla bir ittifaka girerler, ya da bu durumu onların aleyhine kullanırlar. Hocaya sınıfta “bilmiyorum” dedirtmek, onlar için bir hedefe dönüşür. Maalesef ki böyle bir çabaya girişen öğrencilerin ciddi bir kısmı da bu durumu sınıfta eşitlikçi bir ortam sağlama misyonundan ziyade kendi egolarını inşa etmek için kullanırlar.
O kadar da gaddar değilim, elbette ki her hoca kendi otoritesini kurmak için çaba göstermez. Hatta içlerinden bazıları kendilerine atanmış bu kurumsal otoriter konumu eleştirerek, bunun dışına çıkmaya çalışır. Bu durumun da bir noktaya kadar işe yaradığını fakat yeterli olmadığını düşünüyorum. Mekanın etkisini sandığımızdan daha küçümsüyor olabiliriz. Bir hocayla bir barda karşılıklı alkol alarak muhabbet etmek, aynı hocayla sınıf ortamında muhabbet etmek, odasında muhabbet etmek, okul bahçesinde muhabbet etmek, onun veya kendi evinde muhabbet etmek aynı şeyler değildir. Bu yazımda, sınıfın kendisinin mekansal bir söylem alanı olarak eşitlikçi olmadığını savunuyorum. Özellikle son yıllarda da kendimin bu gibi tanzim edilmiş mekanlarda rahat etmediğini gözlemliyorum. İddia ettiğim her argümanın sanki bana tanınmış bir alan içerisinde iddia ediyormuşum gibi bir his yaşıyorum. Sanki birileri istediği vakit sözümü kesip, kendi argümanıyla beni perdeleyebilirmiş gibi. Sanki birileri, düşüncelerimde de etkiliymiş gibi… Bu böyle uzar gider, size bir anımı anlatayım iyisi mi, daha iyi anlaşılır.
Geçen aylarda bir dersimde, bir konuya dair hocanın argümanın aksine bir argümanı savunmaya çalıştım. Sınıfta 6-7 kişiydik. Ben konuşurken, sınıftaki kişilerle göz teması kurarken, sınıftakilerin benim oturduğum yere doğru bakışları ile hocanın oturduğu yere bakışları aynı değildi. Bir kere sınıf arkadaşlarım, hocaya dönük oturmuşlardı. Hoca da her konuştuğunda, ben kadar göz teması kurma zahmetine girmeden, halka seslenen cumhurbaşkanı gibi herkesi süzebiliyordu. Hocayla eşit bakış alanlarına sahip olabilmem için ayağa kalkmam gerekiyordu. Kalktım mı? Hayır, tabii ki de. Gerekir miydi, -tartışmanın sonucuna bakılırsa- vallahi gerekirdi! Kendi argümanlarımı sınırlı sürede ifade etmeye çalıştım. Hoca, konuşma süresi olarak da benden avantajlıydı. Ben toplamda 2 dakika ile 4-5 cümle kurabilmişken hoca temizinden 10 dakika konuşmuştu. Kendisini onaylar şekilde sallanan başları da gördükçe konuşmasını uzatmıştı. O an, hocayla bir barda oturmuş olsaydık ve aynı konuyu konuşuyor olsaydık ne olurdu diye düşündüm. Acaba o kadar konuşmasına müsaade eder miydim? Etmezdim. Kibar bir biçimde, kabalık etmeden, kendi argümanlarımı da en az onun kadar sürede dile getirirdim. Hatta tüketilen alkolün oranına bağlı olarak, kendisine çok konuştuğunu, azıcık da olsa bana zaman tanıması gerektiğini, yoksa bunun bir tartışmadan ziyade bir nutuk çekmeye dönüştüğünü söylerdim.
Kurumsal İdeolojinin Aktarılması: Hocalık Müessesesi’nin Politik Tarafı
Hayatım boyunca hiçbir vakit kendimi bir kuruma ait hissedemedim. Bunun eksikliğini yaşadım mı? Evet. Bir şekilde denk geldiğim bazı kurumda çalışan kişiler, kurumlarından bahsederlerken “biz” şeklinde konuşuyorlar. “Biz böyle bir kurumuz”, “Biz bunları yapıyoruz”, “Biz”, “Biz”, “Biz”… Elbette ki aksi şekilde habire “ben” şeklinde konuşulması da kurum içinde bir ayrıksılık yaratabilir. Düşünsenize, kurum dışında biriyle iletişim halindesiniz ve karşınızdaki kişinin amacı doğrudan sizinle değil, sizin aracılığınızla içinde bulunduğunuz kurumla bir etkileşim içerisinde olmak ve bu durumda sizin kurumu ve kendinizi ayrıymış gibi yansıtmanız, karşıya güvensizlik yaratabilir. Sanıyorum bunun bir dengesi olmalı. Bir kurumda çalışırken, o kuruma dair bazı şeyleri eleştirebilir, bazı şeyleri de övebiliriz, fakat günün sonunda, yapıp-ettiklerimizle bir kurumsal otoritenin altında değil, bireysel olarak inşa ettiğimiz kendi otoritemizin altında hareket etmeye çalışabiliriz. Karşıyla kurduğumuz ilişki, her ne kadar kurumsal bir bağlam içerisinde gerçekleşse de bizler kurumlardan kendimizi bazı durumlarda ayırdığımızda, karşıyı da kendisini, kurumun karşıdaki kişi için açtığı alandaki konumundan ayırmasını ve kendinizle birebir ilişki kurmasını sağlarsınız. Bu durum, ilişkileri güçlendirir, ha bazen de zorlaştırabilir. Bazı kişiler, sizin içinde bulunduğunuz kurumsal konumunuzu kendi lehine kullanmaya çalışabilir. Sözgelimi, kendi konumunu yükseltmek adına, sizinle kurduğu ilişkiyi araçsallaştırabilir. Bu gibi durumlarda, kurumsal sınırları çizmekte beis görmüyorum. Karşıya bir kurum içerisinde olduğunuzu ve iki tarafında kendi alanları ve bu alanlarının sınırları olduğunu hatırlatmanız gerekebilir.
Hocalara dönecek olursak, hocalarımız da güçlü bir kurumsal yapının içerisindeler: akademi. Bu camia, entelektüel bir alanı işaret ediyor. Dışarıya karşı diyor ki “Bizler bu ülkenin entelektüel kesimini oluşturuyoruz ve burada yapıp-ettiklerimiz bir toplum mühendisliği edasıyla toplumu belirliyor veya açıklıyor” Gerçekten öyle mi tartışılır, fakat akademinin ordudan sonra politik olarak en güçlü kurumlardan birisi olduğuna şüphe yok. Öyle ki bir akademisyenin, toplumsal yapı içerisindeki konumu hiç de azımsanacak derecede değildir. Bilen özne olarak kendisini konumlandırırken, karşısındakini de direkt olarak bilmeyen/öğrenen konumuna koyuyor. Bunu yaparken de hocalarımızın kimler olduğu, neleri nasıl savundukları, kendilerine yönelik ilgileri ne ölçüde hak ettikleri, kurumsal aidiyetlerinin nasıl olduğu gibi soruları anlamsızlaştırıyor. Aynı zamanda, öğrencilerin de her birinin hem karakteristik hem de entelektüel donanımlarını anlamsızlaştırıyor. Belirli tavır ve tutum setlerinin işlerliği önem kazanıyor. Hele ki bu akademik kurum, bir devlet kurumu ise örtülü bir devletçilik anlayışının yansımaları sınanıyor. Siz hiç anarşist bir devlet hocası gördünüz mü? “Zaten bir anarşistin devlet kurumunda ne işi var” demeyin, siz hiç anarşist bir devlet hocası gördünüz mü? Bunun üzerine düşünmek lazım.
Politik olanın kötü olduğu gibi bir varsayım üzerinden ilerlemiyorum, keza kendimin de -siyasi olanı meclise indirgemeden- epey politik bir insan olduğunu düşünüyorum. Sadece politik olanın ne ölçüde otoriterliğini koruma çabası içerisinde olduğunu soruşturarak, bu çabanın bu kadar yoğun yaşandığı akademinin bir çeşit “nöbetleşe otoriterlik” alanı olduğunu düşünüyorum. Öyle ki akademi, -içerisindeki hocalarla birlikte- tam da bunun aksini iddia ediyormuş gibi bir tavır ve tutum içerisindedir. Lisans eğitimine başlarken, kimi hocalarımız bizlere derslerde özgürce konuşabileceğimizi, gerekli gördüğümüz noktalarda olumsuz eleştirilerde bulunabileceğimizi tembihlediler. Oysaki aynı hocalarımızın, istesek de kurumsal yapı içerisinde bizlere tanımlanmış alanlar doğrultusunda özgürce konuşup-konuşamayacağımızı sorunsallaştırdıklarını görmedim. İyi bir gözlemci fark edecektir, bu kurumsal otoriter yapı, daha üniversiteye girer girmez güvenlik mensuplarının tutumlarıyla varlığını suratlarımıza çarpar. Hocalarla aynı kapıdan girmediğimiz, aynı kantinden çay-kahve içmediğimiz, aynı dinlenme alanlarında laflamadığımız bir kurum içerisinde, bu neyin özgürlüğüdür sormak lazım. İşte son aylarda, bu kurumsal yapı içerisindeki otoriterliğe dair birçok detay dikkatimi çeker oldu. Akademinin koridorlarında kimlerin bu kurumsal otoriterliği üstlendiğini, yürüyüşlerinden bile çıkarabilirsiniz ve size kötü bir haberim var, maalesef ki bu hocalarımızdan çok var.
Sonuç
Peki, bu kurumsal otoriterlik meselesi, dezavantajlı kısımlarını düşündüğümüzde, nasıl hoca – öğrenci ilişkisini tekdüzeleştirmemek, körleştirmemek adına leyhte bir noktaya taşınabilir? Burada ilk olarak, kurulan ilişkilerin nasıl bir mekanda gerçekleştiği ve tek bir mekana indirgenip-indirgenmediğini ele almamız gerektiğini düşünüyorum. İlkokuldan beri süregelen hocalık statüsünün, öğrencinin gözündeki değerini perçinlemektense aksine konum almanın ve hocaların kırılgan varlıklar olarak zayıflıklarını göstermesi önemlidir. Neyi bildiğimizin değeri azalıyor. Neyi nasıl, hangi duygularla bildiğimiz daha önem kazanır oldu. Hikayesi olmayan bir bilgiye, saniyeler sürecek bir google aramasıyla pekala erişilebilir. İlişkileri güçlendiren ve verimli kılan şeyin samimi hikayeler olduğunu biliyorum. Kurumların hikayeleri olmayabilir, son derece soğuk betonarme yapılarla aktörlerini içerisinde eritebilir, fakat hoca, hikayesiyle ve kurduğu/kuracağı ilişkideki çabasıyla bunu aşabilir. Selam olsun kurumsal otoriterlik altında kimliğini inşa etmeyip kendi hikayesini anlatan hocalara!
*Erhan
Korkmaz: Etnolog, Yüksek Lisans
Öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar ve Medya Programı,
E-posta: erhan.krkmzoglu@gmail.com
[1] Bu sözün aslının Bacon’a değil, bir dönem sekreterliğini yapmış Thomas Hobbes’a ait olduğunu söyleyenler de var, hatta Leviathan’da bu sözün doğrudan geçtiği söylenir. Bacon’un da Sacred Meditations adlı eserinde sözün geçtiği yönünde iddialar var.