Ölümden neden korkarız? Tabii ki her canlı gibi insan da güdüsel olarak ölümden korkar. Ancak Marx’tan beri biliyoruz ki insan evrimi boyunca doğaya yabancılaşan bir canlı. Dolayısıyla ölüm ve ölüm korkusu da bu evrimsel süreçte farklı anlamlar kazanır. Tabii ki her insanın ölüm korkusu ile ilişkisi kendisine özgüdür ve kendisine hayatta biçtiği misyonlardan tutun da yaşamı nasıl anlamlandırdığına göre kişiden kişiye farklılaşır ancak biz yine de ölüm korkusunun toplumun büyük kesimlerinde örgütlü olmasındaki materyal zemini bulmaya çabalayacağız bu yazıda.
Şimdi tekrar başlangıç sorumuza döner ve tersten sorarsak: insan ölümden ne zaman korkmaz? Bunun için ancak iki durum söz konusudur ve diyalektik bir bütünlük arz eder. Bu iki antagonist durumdan ilki, kişinin hayattan hiçbir beklentisinin olmaması durumudur. Diğeri ise kişinin tüm beklentilerinin sağlandığı ve tatmin olduğu… Hatta ilk durum için ölüm, bir çözüm anlamına gelir ve kurtuluş kapısını açan anahtar olur.
Bu noktada yardımımıza tarih, coğrafya ve biraz da edebiyat yetişecektir. Ama öncesinde, hayatta hiçbir şeye sahip olamayacak ve hiçbir zaman feodal beyin boyunduruğundan kurtulamayacak bir Orta Çağ serfi olduğunuzu düşünün. Bu hayat size ölene kadar acıdan başka pek bir şey vadetmeyecektir. Bu durumda yaşamanın anlamı kalmayacaktır. Ama öyleyse Orta Çağ boyunca yaşayan atalarımız neden toplu intihar törenleri düzenlemediler? İşte bu noktada Orta Çağ boyunca emeği yeniden üretmek için yeni bir aygıt devreye girer: ölümden sonraki yaşam. Bu dünyadaki acılar anlam kazanır. Tanrının cennetine giden yol, bu acılara göğüs gerebilmekten geçer. Hatta tanrının cennetine girmeyi garantileyen şehitlik kavramı kişiye daha da cazip gelecektir.
Yaşadığı dönem ve şiirlerinde işlediği konular itibariyle tam bir Orta Çağ insanı olan Yunus Emre[1], bireye ölümün kaçınılmazlığı üzerinden kişinin bu dünya problemlerine kapılmaması gerekliliğini şöyle anlatıyor:
Dünya umuruna meylini verme
Sen de kurtulamazsın ecel elinden
Ben filanım deyi göğsünü germe
Sen de kurtulamazsın ecel elinden
Hani Meryem hani On’noğlu İsa
Elinde ejderha olurda asa
O da kavmi ile cengeden Musa
O da kurtulamadı ecel elinden
İskender de gitti alemi gezdi
Yunus balığı ile deryayı yüzdü
Zaloğlu Rüstemin tahtını bozdu
O da kurtulamadı ecel elinden
Nemrut İbrahim’le çok cenk eyledi
Semaya kastetti deyi söylerdi
Ahırı bir sinek halay eyledi
O da kurtulamadı ecel elinden
Eydür Derviş Yunus din ile iman
Tacı tahtı aldı gitti Süleyman
Lokman da derdine olmadı derman
O da kurtulamadı ecel elinden
Bu dünyadan beklentiyi tamamen kesip kendisini öbür dünyadaki hayata veren Yunus’un ölümden korkması mümkün mü? Yunus gibi düşünen birçok Orta Çağ insan için de bu sorunun cevabı olumsuz olacaktır.
Orta Çağ insanında ölümden korkmak arızidir. Ölümden korkanların tanrıdan, daha doğrusu tanrının ona diğer tarafta vereceği cezadan korkanlar olduğu düşünülür. O nedenle ölümden korkanların günahkârlığı tescillidir. Çünkü tanrı sevdiği kulunu yanına erken çağırır. Orta Çağ’da ölümden korkmak suçtur.
Buna mukabil insan hayatta doyuma ulaştıysa da ölümden korkmayacaktır. Yaşadığı sürece tatmin olmuş bir birey için ölüm bir doğal durumdur ve ölmek onun benliği için bir problem arz etmeyecektir. Tabii ki uzun erimli planlarını yapamayacaktır fakat bu planlar ertelediği için değil uzun hazırlık süresine ihtiyaç duyan planlar olduklarından kişi yine bu hazırlık sürecinde ölecektir ve uğruna bir şeyler yaptığı için de yine tatmin olmuş olacaktır. Dolayısıyla bu bireyin ölümden sonra yaşama ihtiyacı yoktur. Çünkü bu dünyadaki var oluşu kendisi için tatmin edici olmuştur. Doğal olarak bu ütopik insanın var olamayacağını düşünsek dahi, çoğu açıdan istediklerini elde etmiş ve üretmiş bir “insan” yaratabilmek mümkündür. Bir anlamda, komünizm, bu insanı yaratma ülküsüdür de.
Bu noktada ölümden korkunun kapitalizmle beraber tekrar keşfedilmiş bir duygu olduğunu söylemek pek de haksız bir tespit olmayacaktır. Çünkü kapitalizmde yaşanan hayatlar yarım yamalaktır. Bu yarım yamalaklık, hayatın bir kısmının kapitaliste satılarak toplumsal üretime dâhil edilmiş olmasından kaynaklanır. Hayatın kapitalist tarafından satın alınmamış saatlerinin bireye ait olduğu hissi yaratılır (boş vakit[2], tatil vs.). Hâlbuki bu his bile satılan emek-gücünün devamlılığı içindir. Kişi kapitalizmde dinlenirken bile kendisi için değil kapitalist için dinlenir.
Dolayısıyla kişinin hayatının bir kısmının doğrudan bir kısmının ise dolaylı olarak kontrol edildiği bu sistemde birey kendisini gerçekleştirmeyi sürekli ertelemek veya yukarıda bahsedilen kısıtlı zamanlarda aslında tam olarak tatmin olmadan geçiştirmek zorunda kalır. Bu bireyde hep daha sonraya bırakılan işleri olmasına sebep olur. Kişi hayatının bu ertelediği işleri yapmadan sona ermesini istemez fakat kapitalist yaşam tarzı da bireye bu her zaman bu işleri yürütme fırsatı vermez.
Kemal Sunal’ın ünlü Bombacı Mülayim tiplemesini oynadığı Korkusuz Korkak filminde, Mülayim’in öleceğini öğrendiği zaman doktorla girdiği pazarlık aslında tam da yukarıda bahsettiğimiz şeyin parodisidir. Bir gün köşeyi döneceği ümidiyle yaşayan, kolunda saati olmadığı için saati yakınında yaşadığı demir yolundan 15 dakikada bir geçen banliyö trenlerinden öğrenen, ev sahibinden kirayı ödememek için kaçan Mülayim, hayatının geri kalanını 6 aya sığdırmak zorundadır. Fakat ücretli çalışan olan Mülayim için 6 ay Sana kuyruğundan çıkıp, tüp kuyruğuna girmeye bile yetmez.
Kapitalizm, bireye boş zaman verdiği hissini bir başka mekanizmayla da ürertir: emeklilik… Ancak emeklilik bireyin posasına bahşedilir ve artık o kadar geç gelir ki kişinin, Mülayim’in öleceğini öğrendikten sonra “zamansız gelen paranın üzerine …” fikriyle kazandığı piyango parasıyla umumi tuvalet yaptırması gibi bu verilen boş zamanı israf etmesi de çok muhtemeldir. Çünkü birey o kadar çok kendisini ertelemiştir ki motivasyon kalmamıştır.
Nihayetinde görülüyor ki ölümle kurduğumuz ilişkinin ekonomi politiği bu haldedir ve bireyin içinde bulunduğu üretim ilişkilerinden ve mülkiyet tarzlarından hiç de bağımsız değildir. Bu bağlamda sağlıklı yaşam da kapitalist sistemde kişinin ölümle baş edebilmek için kullandığı bir mitolojik ideoloji olarak yorumlanabilir[3].
Dipnotlar:
[1] Yunus, Anadolu’ya geldikten sonra Bizans’tan Orta Çağ’ın tüm kurumlarını alan Türklerin, Moğol akınları sırasında yaşanan krizden etkilenmiş yeni yerleşiklerindendir. Bunu hayatına ait anlatılan menkıbelerden çıkarmak mümkündür. Fakat bu Orta Çağlı olma durumunu kendi şiirlerinden birisiyle göstermek daha güzel olacaktır:
Aşık sana bir sözüm var, bu arş nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, bu arş kürsün üstündedir
Kamil sana bir sözüm var, bu kürs nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, bu kürs levhin üstündedir
Derviş sana bir sözüm var, levih nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, levih gökler üstündedir
Kamil sana bir sözüm var, yerler nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, yerler öküz üstündedir
Derviş sana bir sözüm var, öküz nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, öküz balık üstündedir
Aşık sana bir sözüm var, balık nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, balık suyun üstündedir
Aşık sana bir sözüm var, su da nenin üstündedir
Hikmetine akıl ermez, su rüzgarın üstündedir
Yüzünü Hürmüz’e tutmuş, kuyruğun firenge atmış
Yeri götren sarı öküz, yüz on dört bin yaşındadır
Kabe’yi belinde tutmuş, ağzını Hürmüz’e açmış
Kuyruğun karnına atmış, mağrib maşrık başındadır
Gözlerin ırmayıp bakar, silkinse dünyayı yıkar
Şundan hayli elem çeker, bir sinecek başındadır
Gönü var dağlardan kalın, tüketmez mahluklar yağın
Kuvvetlidir şöyle yeğin, sanki on dört yaşındadır
Titreyişi zelzeledir, boynuzları velveledir
On iki ayağı vardır, her biri bir kösededir
Aşık Yunus söyler bunu, ne güzel yaratmış Gani
Çifte koşayıdım onu, hikmet onun işindedir
[2] Boş vakit (leisure time) adlandırması dahi kapitalist hegemonyanın göstergesidir. Birey’in toplumsal üretime katılmadığı her zamanın boşa giden zaman olduğu fikrine dayanır.
[3] “Sağlıklı Yaşam İdeolojisi”, İlke Dündar.