Osmanlı Ekonomisi Neden Sanayileşemedi?|V. Necla Geyikdağı

0
19295

Osmanlı Devleti’nin gücünün doruğunda olduğu 15. ve 16. yüzyıllarda, muhtemelen dünyanın en iyi yönetilen ülkesi olduğunu düşünen tarihçiler vardır.[1] Ancak, 16, 17 ve 18. yüzyıllarda siyasal, sosyal, askeri ve ekonomik alanlarda büyük değişimler geçiren Avrupa karşısında geri kalmış bir ülke durumuna düştü. Bu geri kalmışlığın nedeni ülkenin ekonomik olarak geriye gitmesi değil; Avrupa’nın Reform ve Rönesans hareketleri sonucunda bilim ve teknolojide olduğu gibi toplumsal ve siyasal kurumlarının gelişmesinde önemli ilerlemeler sağlamış olmasıydı. Osmanlılar, Avrupa’nın geçirmekte olduğu sanayileşme sürecini yakalamakta geç kaldıkları gibi, bu gelişmenin sonuçlarını görmekte de geç kaldılar. 18. Yüzyıl sonlarından itibaren, askeri nedenlerle de olsa, başlatılan bazı sanayileşme çabaları aşağıda açıklamaya çalışılan nedenlerden dolayı başarısız olmuştu.

Aslında ekonomik gelişmeyi yönlendiren faktörlerin etkileri yüzyıllara yayılarak sürüp gitse de, bu çalışma daha çok 18. Yüzyıl sonunda İngiltere’de başlayarak Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılan Endüstri Devriminin başlamasından sonraki dönem üzerinde durmaktadır. Bu yazının amacı, bu konu üzerinde yazan çeşitli yazarların fikirlerini tartışmak ve bir senteze ulaşmaya çalışmaktır. Bu maksatla Osmanlı ekonomisinin gelişimi üzerinde etkili olan faktörler iç ve dış faktörler olarak ikiye ayrılmaktadır. Başlıca dış etkenlerin savaş, isyan ve Batılı güçlerin çıkarlarının dayatılmasını sağlayan ticaret anlaşmaları ve sözde reformlarla sonuçlanan Batı emperyalizmi olduğu söylenebilir.  İç faktörler ise genellikle İslam dini ve gelenekler üzerinde toplanır.

İçsel Faktörler

On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayarak batı eğitimli Türk aydınları İslam dininin ekonomik kalkınmaya engel olduğunu ve reforme edilmesi gerektiğini açıkça dile getirdiler. Öte yandan, bazı Batılı gözlemciler İslam’ın islah edilemeyeceğini, ancak geriliğe neden olacağını söylüyorlardı. Cromer Kontu 1909’da yayınlanan kitabında kendisinden 25 yıl önce hilafet konusunda William Muir’in yazdıklarına katıldığını belirtiyordu: “Hıristiyan uluslar uygarlıkta, özgürlük ve ahlakta, felsefe, bilim ve sanatta ilerleyebilirler, fakat İslam yerinde sayar. Tarihsel gelişmelere bakılırsa, bu sabit durum süregelecektir”.[2]

Bazı araştırmacılar İslam medeniyetinin geri kalmasına sebep olarak “içtihat kapısı”nın kapanmış olmasını gösterirler. İslam medeniyetinin erken ve gelişmiş devirlerinde yazılı Şeriat kurallarının bulunmadığı veya örf ve adetle sabit olmayan durumlarda ulemaya başvurulurdu. Ulema meseleyi inceleyerek kişisel görüşünü belirtirdi. On ikinci yüzyılda, Müslümanlar El Gazali’nin etkisiyle her türlü hukuki ve özel sorunların çözülmüş olduğu ve bilinmesi gerekli her şeyin artık bilindiğini düşünerek, bağımsız düşünme ve değerlendirmelere gerek kalmadığına inanmaya başladılar. Böylece içtihat kapısının kapandığı belirtildi.[3] Bu nedenle, daha sonraki devirlerde İslam dünyası bağımsız düşünce ve analitik yorumlardan mahrum kaldı.[4]

Analitik düşüncenin engellenmesi eğitim sistemini de etkiledi. Ezbercilik düşünme ve problem çözmenin yerine geçti.[5] Din sosyal yaşamın içine öylesine girmişti ki en azından dolaylı olarak ekonomik yaşamı da etkiliyordu. Bu durum ayrıca, kaderciliğin kabulüne yol açıyordu. Müslüman hükümdarların sarayları falcıların ve müneccimlerin çok rağbet ettikleri yerlerdi. Bunların başlıca görevi askeri seferler, evlilik ve seyahat gibi konularda en uğurlu zamanı saptamaktı.[6] Bugün Batı’nın iktisat literatüründe buna “bilimsel kötümserlik denmektedir. Öte yandan bilimsel iyimserler herhangi bir insanın uygun bir eğitimle işini etkin bir biçimde yapabileceğine inanırlar. Bir bilimsel kötümser doğanın denetlenemeyeceğine inanır. Ona göre doğal afetler yıldız falıyla öngörülebilir ve ancak adak ve dua ile önlenebilir. Geleneklere uymayanlar felaketlere uğrarlar. Bu nedenle, iş bölümü ve rekabet gibi ekonomik kavramların yarattığı yeni örgütlenme biçimlerine karşı durmak gerekir.[7] Yirminci yüzyılın başında, İslamcı bir yazar sigortayı, modern materyalist zihniyetin en tuhaf bir tezahürü olarak görüyordu. Yazara göre sigorta Tanrı’nın isteğine inanmamak demektir. Eğer eşya ve mülk yanar ve kaybolursa, bu Tanrı’nın takdiridir. Yazar ayrıca, Şeriata göre sigortanın sakat ve hükümsüz bir işlem olduğunu, çünkü alınıp satılan şeyin gözle görülen mevcut bir şey olmadığını, emtianın sadece bir olasılık olduğunu söylüyor.[8]  19. ve 20. yüzyıl başlarında Batılılaşma yanlısı Osmanlı aydınlarına göre, bu düşünce şark kafasının özellikleri olup ekonomik gelişmeyi engellemekteydi.[9]                             

Enver Ziya Karal ekonomik geri kalmışlığın nedenini Osmanlı toplumunun dünya görüşünde buluyor. Yazara göre cemiyetin bilhassa Müslüman halkı, sözde, dine isnat ettirilen, mesnetsiz ve manasız bir kanaat felsefesine sarılmış bulunuyordu. Bu felsefeye göre; dünya fanidir (viranedir bu Gülşen değil). Dünya nimetleri sahte ve aldatıcıdır, bir lokma ve bir hırka, insanı öteki dünyanın yani cennetin ebedi zevklerine ulaştırmak için kafidir”.[10]  Karal’a göre bu dünya görüşü gerek klasik Osmanlı gerek halk edebiyatında çeşitli örnekleriyle yaşamaktaydı ve halkta insanca yaşamak için çalışma güdüsünü körletmişti.

Endüstri Devrimi’nin neden İngiltere’de başladığını inceleyen araştırmacılar da üreticilerin ucuz iş gücü olan kadın ve çocukları istihdam ederek maliyeti ve fiyatı düşürüp ürünlerine olan talebi arttırdıklarını ve bunun için iş bölümünü kullanarak üretim tekniklerini sürekli iyileştirdiklerini belirtiyorlar. Çünkü tüketiciler refahlarının devamı için daha çok ve daha kaliteli mal talep ediyorlardı. David Landes’e göre İngiltere’deki Endüstri Devriminin itici gücü arz ve talep ilişkisiydi.[11] Bunu keşfeden İngilizler teknolojik gelişmeleri sanayi üretimine uygulamayı en iyi becerebilenlerdi. İpek gibi lüks kumaşı bir yana bırakıp, pamuklu ve yünlü dokuma satabildikleri yeni pazarlar geliştirdiler. Karal’ın belirttiği gibi “mesnetsiz ve manasız” olmasa da Müslüman halkın kanat felsefesi Müslüman halkı olumsuz etkilemekteydi. Varlıklı olmayı önemsemeyen veya küçük gören bir tüketiciden daha çok ve daha kaliteli mal için talep yaratması beklenemezdi. Benzer şekilde, aynı dünya görüşünü paylaşan üreticiler (lonca üyesi zanaatkarlar) daha yüksek kazanç elde etmek için maliyeti düşürmek, yeni pazarlar yaratmak ve üretimin sürekli iyileştirilmesi gibi konularda kafa yormayacaklardı. İngiltere’dekinin aksine, tüketici azla yetinirse, üretici zengin olmayı amaç edinmezse arz ve talep durağan kalır.

Kur’an’ı ve hadisleri inceleyen Maxime Rodinson, İslam’da kapitalizme giden yolda hiçbir engel bulunmadığını belirtiyor. Ticari eylemleri hor gören, günlük nafakaları için müminlerin sadece Tanrıya güvenmelerini öneren diğer din kitaplarının aksine, Kur’an ticarete olumlu bir şekilde yaklaşmakta, ancak hileli uygulamalara karşı çıkmaktadır. Rodinson’a göre, İslam’da kadercilik ancak geri kalmış kırsal alanlarda bulunmaktadır. Ancak, insan davranışları kültür ve geleneklerden çokça etkilenmektedir.[12] Öyle anlaşılıyor ki Rodinson dinin kültür ve gelenekleri etkileyen en büyük faktörlerden biri olduğunu görmezden gelmektedir. İslam dünyasında ekonomik geriliğin en büyük nedeni olarak emperyalizmin yarattığı durumları göstermektedir. Eric Lionel Jones da Müslüman ülkelerde dinin kalkınmaya engel olmadığını belirten görüşler bildirmektedir. İslam’da yaşamı denetleyen temel kurallar ve inançlar vardır. Ancak, bunların devamlı ve değiştirilemez olması mümkün değildir. Jones’a göre bazı dinsel yasakların ve kadınlara eğitim ve ekonomik fırsatların verilmeyişinin topluma maliyeti büyüktür. Ancak, bu durum ekonomik kalkınma sürecini tamamen durdurmaz, sadece yavaşlatır.[13]

Timur Kuran, İslam ve ekonomik kalkınma ilişkisini ekonometrik bir modelle açıklamaya çalıştı. Fert başına düşen gelirin logaritmasının bağımlı değişken, toplam nüfus içindeki Müslüman yüzdesini de bağımsız (açıklayıcı) değişken olarak alıp 132 ülkeyi içine alan bir regresyon analizi yapmıştır. Kuran gelir düzeyi ve nüfustaki Müslüman oranı arasında istatistiksel olarak anlamlı, fakat açıklayıcı gücü zayıf olan negatif bir ilişki bulmuştur. Teste ülkenin OPEC alanında veya Afrika’da bulunuşu gibi bir ikinci bağımsız değişken ekleyince bulunan ilişkinin daha anlamlı olduğu görülmüştür. İslam dini ve ekonomik kalkınma arasında saptanan bu olumsuz korelasyona rağmen Kuran neden-sonuç ilişkisinin bu sonuçlarla açıklanamayacağını belirtmektedir. Bununla birlikte, İslamiyet kalkınmayı engelleyecek kurallar içermediği halde, eğitim, ekonomik kurumlar, sosyal ve kültürel yaşama yaptığı müdahalelerle ekonomik ilerlemeyi engelleyen bir ortam yaratmıştır.[14] 

Kuran ayrıca, Ortadoğu ülkelerinin geri kalmışlığının önemli bir nedeni olarak bu ülkelerdeki dinsel ekonomik kurumların zaman içinde bir evrim geçirmemiş olmalarında görmektedir.[15] Bu temel kurumlar yaklaşık onuncu yüzyıldan 19. yüzyıla kadar değişmeden kalmışlardır. Bunlara örnek olarak iş akitlerini düzenleyen şeriat kurallarını, keyfi vergi sistemini, yetersiz özel mülkiyet haklarını ve vakıflara bırakılan sağlık, eğitim ve kentsel temizlik gibi kamu hizmetlerinin yetersizliğini göstermektedir. Batı’ya göre daha eşitlikçi olan miras hukukunda da şeriat kuralları geçerli idi. İş akitlerini düzenleyen kurallar oldukça gelişmişti. Ortaklıklar ve ticari ortaklıkların kurulması hususlarında kurallar vardı. Ancak bu ortaklıklar genellikle bir defaya mahsus olan (belirli bir ülkeden belirli bir malın ithalatı gibi) geçici sözleşmelerdi. Tüzel kişiliği olan büyük şirketler hiçbir zaman düşünülmemişti. Sadece özel kişiler sorumlu tutulabilirdi. Bu nedenle tüzel kişiliği olan büyük şirketlerin kurulması ve gelişmesi mümkün olmamıştı.[16] Keyfi vergilendirme, yaygın şekilde el koymalar, savaş ve kriz zamanlarında zorla çalıştırma insanlardaki para kazanma ve tasarruf etme isteğini köreltmişti. Aynı şekilde, özel mülkiyet haklarının yetersiz oluşu veya hiç olmayışı da insanların mal sahibi olma veya bir iş yeri açma arzusunu da yok etmişti.[17] Charles Issawi’ye göre, ticaretin ve diğer ekonomik faaliyetlerin yabancılara bırakılmasının nedeni buydu. Yabancılar (19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde azınlıklar) yabancı ülkelerin himayesinde olduklarından devlet memurlarının keyfi yönetiminden kurtulmuşlardı.[18] 

Şeriata göre bir kimse varlıklarının üçte ikisini yakınlarına üçte birini başkasına vasiyetle bırakabilirdi. Bu nedenle, kârlı bir işletmenin veya mülkün bütünlüğünü bozmadan uzun süre tutmak mümkün olmuyordu. Zenginliğin devamlı bir şekilde küçük paylara bölünmesi sermaye birikimini olumsuz etkiliyordu. [19] 

Rodinson ve Jones İslam dünyasını çok dikkatle incelemiş olsalar da bu topraklarda yetişmiş ve bu ortamdan doğrudan etkilenmiş bilim insanları gibi güçlü analizler yapamamışlardır. Osmanlı döneminde İslam dünyasını geriye gittiğini veya Müslüman ülkelerin sömürge durumuna düştüklerini belirtirken, bu olguların arkasındaki nedenleri yeterince açıklayamamışlardır. Niyazi Berkes, Halil İnalcık ve Timur Kuran gibi tarihçiler her biri kendi değişik tarzında dinin toplum ve ekonomi üzerindeki etkilerini sistemli bir biçimde açıklayabilmektedirler.

Devletin toplum üzerindeki etkileri incelendiğinde, Osmanlı Devleti’nin topluma müdahalesinin Avrupa devletlerininkinden çok daha fazla olduğu anlaşılıyor. Merkeziyetçi Osmanlı sisteminde ekonomik güç devletin elindeydi. Avrupa’da ise güç ve faaliyet kaynakları değişikti; kilise, şehir devletleri, derebeylik yönetimi, üniversiteler ve ticaret loncaları vardı. Bu bağımsız üretim ve ticaret kurumları ekonomik kalkınmaya büyük katkıda bulundular.[20] Halil İnalcık’a göre Osmanlı Devleti, bir Ortadoğu devletiydi ve böyle devletlerde hakim zihniyet yönetim ve üretim sınıflarının değişmeden sürmesiydi. Ancak bu şekilde huzur ve refahın sağlanacağına inanılıyordu. Ekonomik yapının temel ilkesi (en azından devletin ilk birkaç yüzyılında) halkı yoksullaştırmadan devlet gelirlerini arttırmaktı. Bu amaca ulaşmak için de toplumsal düzende bir değişiklik olmaması gerekiyordu.[21]

Ekonomik kalkınmayı engellediği belirtilen bir başka faktör de Müslüman toplumlara atfedilen toplumcu yaklaşımdır. Bazılarına göre, Batı’daki özellikle Anglo-Sakson ülkelerdeki bireycilik kişinin insan olarak değerini ve özgürlüğünü öne çıkararak, bireysel yetki ve sorumlulukla yaratılan girişimcilik ruhunu besleyerek ekonomik kalkınmada önemli bir rol oynamıştı.[22] On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Tevfik Fikret, Anglo-Sakson kültürünün girişimciliği destekleyen bireyci, pragmatik ve püriten özelliklerini öven yazılar yazmıştı.[23] Gene, Jön Türklerden Prens Sabahattin bireyci yapılanmanın önemini belirtmiş, toplumsal mülkiyetin terk edilerek özel mülkiyetin geliştirilmesini önermişti. Bu nedenle, eğitim sisteminin bireyci Anglo-Sakson sistemi içine alacak şekilde ıslah edilmesi gerektiğini belirtmişti.[24] Bu yazarlardan 60-70 yıl kadar sonra Sabri Ülgener de Osmanlı üretim sisteminde grup dayanışması içinde çalışan esnaf loncalarının ekonomik yaşama zarar verdiğini yazdı. Ülgener’e göre, evinin nafakasını temin edebildiğince hayatından memnun ve geleceğini Tanrı’ya havale etmiş lonca esnafı, her türlü yeniliğe, değişime ve başkalaşmaya kapılarını kapamış olarak Ortaçağ yöntemleriyle üretime devam etmekteydi. Kadercilik ve geleneklerle yoğrulmuş bu insanlar tevazu ve istikrarı aktif ticaret usullerine yeğ tutmuşlardı.  Spekülasyon, fiyat kırma, reklam yapma gibi rekabetçi ticaret faaliyetleri hiç düşünülmemiş olduğundan bireysel kazanma güdüsü gelişmemişti. Ülgener’e göre, bireysel ahlak değerlerinin kabulü ekonomik kalkınmayı sağlayacak rekabet ruhunun gelişmesine yardım edebilirdi.[25]

Bireyci ve toplumcu yaklaşımlar işletme yönetimi ve üretim tarzlarını büyük ölçüde etkilemekle birlikte, bu iki özelliğin ekonomik gelişmeyle nedensellik ilişkisinin topluma göre değişebileceği anlaşılmaktadır. Günümüzde bireyci kültürün yaygın olduğu Batı ülkeleri gibi, toplumsal (kolektivist) kültüre sahip oldukları bilinen Japonya ve Güney Kore[26] gibi ülkeler girişimcilikte Batı’dakilerden hiç de geri kalmayan, çok başarılı büyük şirketler çıkarmışlardır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, bu toplumcu ülkelerin ekonomileri çoğu zaman Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerinden daha yüksek bir kalkınma hızıyla büyümüşlerdir. Yirminci yılın son çeyreğinden itibaren de gene toplumcu kültürüyle Çin dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir.

Haydar Kazgan, Osmanlı Devleti’nde üretim ve ticaret amaçlı büyük şirketler kurulmasının karşısındaki en büyük engelin devlet bürokrasisi olduğunu belirtiyor. 1839’da Tanzimat reformlarının ilanından sonra merkeziyetçi yönetim benimsenmiş her türlü ticaret ve işletme faaliyetleri için işlemlerin İstanbul’da yapılması gerekli olmuştu. Merkeziyetçilik giderek öyle köklü bir duruma gelmişti ki, çok istemelerine rağmen 1908’de İkinci Meşrutiyetçiler bile etkisini azaltmayı başaramamıştı. O günlerde Selanik Ticaret ve Sanayi Odası, hükümete sunduğu bir yazıda “en küçük bir iş yeri açmak için dahi İstanbul’da Ticaret Nezareti’nden ruhsat almanın zorunlu olduğunu, bunun için İstanbul’a bir adam yollayıp en azından üç ay orada kalması gerektiğini belirtmekte ve bu işi mahalli idarelerde çözüme bağlamanın uygun olacağı yolunda tavsiyede bulunmakta idi”.[27] Tanzimat’ın ilanını izleyen ilk yıllarda, hükümet bürokrasisinin kadrolarında istihdam edilecek memur bulunamıyordu. 1856’da Islahat Fermanı’nın ilanıyla azınlıklar da devlet memuriyetine kabul edilmişti.  Açılan yeni okullarda teknik, hukuk ve iktisat eğitimi verilerek memur yetiştirilmeye çalışılmıştı. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreği devlet gelirlerinin çok düşük olduğu kriz yılları olduğundan, hükümet memur maaşlarını ödemekte çok zorluk çekmişti. Maaşların ödenemediği bu zamanlarda rüşvet ve iltizam artmıştı. Bugün de olduğu gibi, rüşvet yerli ve yabancı işletmeleri yıldırmış ve şikayetler artmıştı.[28]

On dokuzuncu yüzyıl başlarında Avrupa ülkelerinde, hatta İngiltere’de, siyasi yolsuzluklar çok artmıştı. Fakat oralardaki yolsuzluklar sanayileşme sürecine fazla zarar vermemişti. Ancak, Avrupalılar Osmanlı bürokrasisini yozlaştırmakta belirli bir rol oynadılar.[29] Kârlı işletmeler için imtiyaz sağlamak karşılıksız yapılmıyordu. Bernad Lewis, Doğu ve Batı ekonomik yaklaşımlarını anlatırken, yolsuzluk konusunda iki tarafın farklılığını şöyle anlatıyor: “Batı’da insanlar iş hayatında para kazanır ve bu parayı güç elde etmek ve nüfuz sağlamak için kullanır. Doğu’da ise kişi önce siyasi iktidarı ele geçirir ve bunu kullanarak para yapar. Ahlaki yönden, iki durum birbirinden farklı değilse de, ekonomi ve siyaset üzerindeki etkileri çok farklıdır.”[30]

Kazgan, ayrıca, ekonomik kalkınma için gerekli sermaye birikimini engelleyen bir neden olarak,  Kırım Savaşı’ndan sonra artan Batı tarzı tüketim alışkanlıklarını görüyor. Osmanlı Sarayı’nın ve bürokrasisinin mensupları ve hatta Hidiv’in Mısır’dan uzaklaştırdığı prens ve prensesler, müttefik yüksek rütbeli subayların ve sivil yüksek mevkiden görevlilerin tüketim tarzını taklit etmeye başladılar. Bu taklitçi tüketimi sürdürebilmek için Padişahın çevresindekiler ve bürokratlar, aynı Osmanlı Devleti gibi, borçla yaşama alışkanlığı edinmiş ve hatta ileri gelen devlet adamlarının Galata bankerlerine olan borçları siyasi skandallara, azil ve istifalara neden olmuştu.[31] Osmanlı devlet adamları çok arzu ettikleri halde altyapı yatırımlarını gerçekleştirmek ve sanayi şirketleri kurmak için düşünülen tasarruflar sağlanamamıştır.

Donald Quataert’e göre 19. yüzyılın ilk yarısındaki iç güvenlik sorunları da üretim faaliyetlerini olumsuz etkilemişti. Eşkıya ve yağmacılardan çekinen sermaye sahipleri büyük yatırımlara girişmek istemiyorlardı. Üstelik 26 milyonluk Osmanlı nüfusu çok geniş bir alana yayılmaktaydı. Şüphesiz bu sığ nüfus yoğunluğu geniş çaplı üretimi özendirmiyordu. Nüfus ancak İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde yoğundu. Büyük şehirler dışında üretim yerleri kurulması düşünülemezdi.[32] Nüfusun ülkeye bu şekilde seyrek dağılmış olmasının büyük pazarların oluşumunu da olumsuz etkilediği söylenebilir.

Tanzimat’la birlikte devlet eliyle sanayileşmeye hız verilmesi amaçlanmıştı. Ancak işçiler, üreticiler ve genel olarak halk bazen pasif bazen de faal bir şekilde büyük yatırımcıların, özellikle yabancıların rekabet yaratan üretimlerini engellemek istediler, Esnaf ve tüccar loncaları bu konuda faal ve etkiliydiler. Özellikle, İngilizlerle yapılan 1838 Ticaret Antlaşmasından sonra ülkeye giren ucuz ithal malları loncaların ekonomik temellerini sarsmıştı.[33] Bu iyi örgütlenmiş loncaların faaliyetlerinden bazı örnekler verilebilir. 1841’de İzmir’de kuru incir ve üzüm ihracatında kullanılan tahta kutuları yapan marangozlar Nikoli adında bir Rum’un başkanlığındaki bir loncada örgütlenmişler. Kendilerine verilen ayrıcalığı kötüye kullanan 35 kadar marangoz ürettikleri kalitesiz ürünleri pahalıya satıyorlarmış. Kötü kaliteli ambalaj yüzünden zarar gören İngiliz tüccarlar loncayı çok şikayet ettikleri halde hiçbir sonuç alamamışlar. Lonca üyesi olma istekleri de geri çevrilince kendi marangozhanelerini kurmak istemişler. Bunun üzerine lonca marangozları İngiltere’den getirilmiş olan marangoz aletlerini parçalayıp lonca dışında başkasının üretim yapmasına izin verilmeyeceğini, aksine davrananların şiddetle cezalandırılacağını Vilayet kanalıyla İngilizlere bildirmişler. İngilizler de 1887’ye kadar böyle bir girişimde bulunamamışlar.[34]    Bu tür davranışlara başka bir örnek de gene İzmir’de, İngiliz Abbott ailesinin kurduğu müslin boyama fabrikasıdır. Müslin kumaşları İngiltere’den getirerek baskı işlemini İzmir’de yapmak isteyen fabrikaya, çoğunluğu Ermenilerden oluşan Basmacı esnafı loncası karşı çıkmış. Üstün teknolojisiyle müslinleri ucuza mal eden İngilizlerin haksız rekabet yarattıkları ileri sürülerek fabrikaları kapatılmış ve İngiliz yatırımcının hükümete yaptığı itiraz başvurusu da sonuçsuz kalmıştı.[35]                   

Bazı girişimciler 1875’de Selanik yakınlarında bir kasabada su gücüyle çalışan bir iplik fabrikası kurmak istemişler. Selanik vilayet yönetimi fabrikanın kuruluş şartlarını dikkatlice dikte ettirmiş: i) Yeni fabrika hiçbir şekilde kasaba halkının geçimini sıkıntıya düşürecek bir faaliyette bulunmayacak. Kasabanın kadınları çok eski zamanlardan beri yün iplik yaptıklarından, yeni fabrika sadece pamuk iplik üretecek, ii) yeni teşebbüs ayrıca kasabanın bahçe, bostan ve tarlalarını sulamak için kullanılan su kaynaklarını bitirmeyecek.[36]  Anadolu’nun başka kentlerinde de yabancıların kurdukları dokuma, fes ve halı fabrikalarının çok kısa zamanda yakılarak tahrip edildiği görülmüştür.

Issawi ayrıca Anadolu’daki coğrafi şartların da ekonomik kalkınmayı desteklemeye yetmediğine dikkat çekiyor. Avrupa’dakilerin aksine Anadolu’nun nehirleri taşımacılık için elverişli değildi. Yolların gelişmemiş olduğu bir ülke için bu büyük bir kusurdu.[37] Ticaretin gelişmesi için ucuz taşımacılık önemliydi. Issawi’nin belirttiği bir başka husus da su ve yel değirmenlerinin Ortadoğu’da unutulmasıydı. Su değirmenleri bir Ortadoğu icadıydı fakat üretimde Avrupa’daki kadar kullanılmıyordu. Benzer şekilde, yel değirmenleri 6. yüzyılda İran’da kullanılıyordu. Fakat kullanım alanı buğday öğütmekten öteye gidemedi. Bütün bunlar sonradan Avrupa’da önemli enerji kaynakları olmuştu.

Dış Faktörler

Issawi 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren iki olgunun Osmanlı tarihini şekillendirdiğini belirtiyor: Türk olmayan halkların bağımsızlık isyanları ve İmparatorluğun giderek büyük devletlerin kıskacına girmesi.[38] Bu tehditlerin üstesinden gelebilmek için, Osmanlı Devleti 18. yüzyılın ikinci yarısından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devamlı savaş içinde olmuştur. Bu savaşların maliyeti konusunda Fransız başbakanı Geoeges Clémenceau 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamak üzere Fransa’ya giden Damat Ferit Paşa’ya özel bir görüşmede samimi bir açıklama yapar.  Avrupa’daki Napolyon Savaşları’ndan (1803-1815) Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar olan bir asırdan biraz fazla bir zamanın 57 yılını Osmanlı Devleti’nin savaşlarla geçirdiğini söyler. İkinci olarak 13 yılla Rusya geliyor. Avrupa ortalaması ise sadece yedi yıl. Demek ki Türkler herkesten fazla, 50 yıl gibi uzun bir süre Avrupalıların katlanamadığı bir yükü taşımışlar. Clémenceau’ya göre bir milyon kadar erkek üretimden çekilerek asker olarak hizmet vermiş. Üstelik bunların yemeği ve giyimi sağlanmış ve ellerine pahalı silahlar verilmiş. Fransız başbakana göre bütün bu savaşlar olmasaydı, Osmanlı Devleti belki de ağır bir borç yükü altında kalmayacak ve ülke bu kadar yoksul olmayacaktı.[39] 

Bernard Lewis, savaşların Osmanlı ekonomisi üzerindeki etkisini sadece çöküş yılları için değil genişleme yıllarını da inceleyerek anlatmaktadır. Lewis’e göre ekonomik gerilemenin başlıca nedenlerinden biri İmparatorluğun topraklarını kendinden daha güçlü düşmanlara kaybetmesiydi. Başka modern tarihçiler gibi toprak kaybını zayıflık nedeni olarak değil, bir çöküş belirtisi olarak görmekle birlikte, neden ve sonuç arasındaki karşılıklı ilişkiyi de açıklar. Çöküş devrinde, teknolojide, yönetimde ve askeri alandaki geri kalmışlığın neden olduğu toprak kaybı, aynı zamanda iş gücü, devlet geliri ve kaynaklarının yitirilmesi demekti. Lewis, Osmanlı Devleti’nin 15. ve 16. yüzyıllardaki ilerlemesini de Avrupalı kolonicilerin Kuzey Amerika kıtasındaki toprak kazançları ile kıyaslıyor. Her ne kadar Osmanlı ilerlemesi daha çarpıcı olmuşsa da, gazi ve dervişler, Amerika’daki öncüler ve misyonerler gibi, gittikleri topraklardaki “barbar ve kafirlere uygarlık ve gerçek imanı götürdüklerine” inandıklarını belirtiyor. Aslında, Osmanlı Avrupa’da birleşik, güçlü ve iyi silahlı ordularla savaşıyordu, “Uygar” Avrupalı’yı ilk kez gören silahsız ve az nüfuslu halklarla değil.  Fakat Osmanlı sisteminin askeri örgütlenmesi, idari ve mali yönetimi fetihlerle genişleyen bir toplumun ihtiyaçlarına göre düzenlenmişti. Bu sisten durağan veya gerileyen bir sınıra uyarlanacak şekilde değiştirilemezdi. 17. ve 18. yüzyıllardaki yenilgi ve utanç verici antlaşmaları da gözden geçirdikten sonra, Lewis 19. yüzyıl başında orduyu modernleştirme çabalarında çok geç kalındığını belirtir. Artık bu çabalar hem doğudan hem de batıdan saldırıya uğramaktaydı.[40]

Uzun ve maliyetli savaşların ağır bir şekilde etkilediği açıktı. Gerileme devrinde devlet sadece toprak ve gelir kaybetmiyor, aynı zamanda modern savaşların gerektirdiği ağır silah harcamalarını da karşılamak durumundaydı. Bu nedenle 17. yüzyıl sonunda ikinci Viyana Kuşatması gibi bir teşebbüsü anlamak güçtür. Archibald J. Dunn, 1905 yılında, İngiliz Hükümeti için hazırladığı bir raporda Osmanlı borçlarının büyük kısmının askeri harcamalar nedeniyle yaratılmış olduğunu yazmıştı. Bu harcamalar çoğunlukla Osmanlı Devleti’nin “Balkan yarımadasındaki hakimiyetini Rusların Slav kardeşlerini ve dindaşlarını koruma bahanesiyle yaptığı riyakar müdahalelerden korunmak yüzündendi”.[41]

Quataert İngiltere’nin siyasal ve ekonomik amaçlarla yürüttüğü politikalara dikkat çekiyor. İngiltere 1870’lere kadar siyasal yaşamda egemen bir güçtü ve başka ülkelerin rakip olabilecek sanayi faaliyetlerinin gelişmesini aktif bir şekilde engellemeye çalıştı. Buna örnek olarak Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu sanayi tesislerinin İngiltere tarafından sabote edildiğini gösteriyor.[42] Osmanlı yönetimi de bunlardan etkilenmiş olarak endüstriyel gelişmeyi geçerli bir politika olarak görmemiş olabilir. David Urquhart, 1833’de yazdığı kitabında, İngiltere’nin makine üretimi ucuz kumaşlarını ve diğer mamul ürünlerini çok ucuza satarak, Osmanlı üreticilerini rekabet edemeyecek duruma getirerek üretimden tamamen vazgeçirebileceklerini ve böylece bütün enerjilerini tarıma çevireceklerini yazmıştı.[43] 1838 Serbest Ticaret Antlaşması’yla da gümrük tarifelerini daha da düşürüp ithal mallarını ucuzlatarak ve yerli üretim ve ticaret tekellerini kırıp kendi mallarına rekabeti yok ederek bu emellerini adım adım gerçekleştirdiler.

Tanzimat Dönemi’ndeki Osmanlı-İngiliz ilişkilerini inceleyen Frank Edgar Bailey, Osmanlı Devleti’nin sanayi üretimindeki geri kalmışlığını üç nedene bağlıyor: Sermaye eksikliği, demir ve kömür kaynaklarının sınırlı oluşu ve endüstrinin gelişmesini sağlayacak koruyucu gümrük tarifelerinin bulunmayışı. Bailey ve diğer batılı yazarların anlamakta güçlük çektikleri neden sonuncusuydu. Başka ülkeler yüksek gümrük duvarlarıyla gelişmekte olan sanayilerini korumaya çalışırken Osmanlılarda böyle bir amaç yoktu. Osmanlı Devletinde ithalattan alınan gümrük vergisi %3 olduğu halde ihracat vergisi %12 idi. Benzer mallar için İngiltere’de gümrük vergisi %60 idi.[44] Yabancı yazarlar, hayret ederek, İngilizlerin kendi ülkelerinden önce, Osmanlı Devleti’nde serbest ticareti kabul ettirdiklerini yazıyordu.[45] Osmanlı İmparatorluğu’nda durum böyle iken, Avrupa’nın önde gelen ülkeleri yerli sanayilerini geliştirmek için korumacılık tedbirlerini arttırıyordu. Edward Mead Earle’e göre, Osmanlı ticaretinde koruyucu tedbirlerin bulunmayışı, bu ülkedeki dokumacılık ve ayakkabıcılık gibi küçük ölçekli üretim faaliyetlerinin, Batı Avrupa’nın makine imalatı ucuz ürünleri karşısında rekabet edemeyerek sonunu getirmişti. Osmanlı İmparatorluğu, Batı toplumu ve uygarlığının modern temeli sayılan Endüstri Devrimi’nden nasibini almamıştı. Fakat onun kurbanı olmuştu.[46] 

John Gallagher ve Ronald Robinson’un deyimiyle “serbest ticaret emperyalizmi” Osmanlı İmparatorluğu’na 1838 Ticaret Antlaşmasıyla girmişti ve İmparatorluğun ticaretini gelişmiş Avrupa ülkelerinin ihtiyaçlarına göre ihtisaslaştırmıştı.[47] Bu uluslararası iş bölümüne göre, Endüstri Devrimini yaşamakta olan Avrupa ülkelerinden, başta İngiltere’den ucuz dokumalar ve diğer mamul mallar ithal ediliyor ve Avrupa sanayisinin ihtiyacı olan tarımsal ürünler ihraç ediliyordu. Bu süreçte gittikçe yoksullaşan Osmanlı halkı için yerli üretilen kaliteli, el dokuması kumaşları satın almak güçleşmişti. Kaliteli, fakat pahalı yerli üretim ucuz İngiliz dokumasıyla rekabet edemiyordu. Sonunda, serbest ticaret yerli üretimi yıkarken, modern üretime geçişi engelleyen bir kısır döngü yaratmaktaydı.

Osmanlı endüstrisi ve zanaat faaliyetlerinde görülen düşüşün tek nedeni 1838 Ticaret Antlaşması değildi. Ancak, Batı’nın rekabeti ile karşılaşan geleneksel üretim alanları, özellikle ipekli ve pamuklu dokumacılık, 18. yüzyıldan beri gerileme gösteriyordu. Büyük şehirlerdeki üretimin düşüşü ihracata da yansıyordu. Fakat 1838’den itibaren İmparatorluğun bütün bölgelerinde üreticiler Avrupa rekabetinin tehdidi altında bulunuyordu.[48]  Üstün ustalık gerektiren el üretimi lüks mallar dışında, geleneksel metotlarla üretilen ürünler Avrupa’nın ucuz sanayi ürünleriyle rekabet edemiyordu.

Roger Owen 1830’larda ve 1840’larda bu konuda yazan Batılı gözlemcilerin “Ortadoğu’da dokuma endüstrisinin tamamen yok olacağını memnuniyetle tahmin ettiklerini” belirtiyor.[49]  1846’da Beyrut’daki İngiliz konsolosu Moore dokumacılığın Suriye vilayetinde hemen hemen tamamen yok olduğunu bildirmişti. Osmanlı endüstrisinin bel kemiğini teşkil eden pamuklu dokumalar Manchester fabrikalarından çıkan ucuz ürünlerle rekabet edemeyerek çöküyordu. 1820’lerde ve 1830’larda Osmanlı ülkesini gezen araştırmacı yazarlar Avrupa mallarının ülkenin her köşesinde yarattığı gerilemeyi ve çöküşü çeşitli örneklerle anlatmışlardır. Bu yıllarda Osmanlı ülkesini gezen ve İstanbul’da uzun süre kalan David Urquhart Ambalakia denen şehirde dokumacılığın tamamen yok olduğunu, ihracatın kesildiğini ve on yıl içinde şehrin terk edildiğini bildiriyordu. Bu sırada İngiltere’den yapılan pamuklu dokuma ithalatı üç yıl içinde on kat artmıştı. 1828’de 10.834 sterlin değerindeki ithalat 1831’de 105.615 sterline yükselmişti.[50] Rumeli’deki İşkodra ve Tırnova’da 1812’de 2000 müslin dokuma tezgahı bulunurken tezgah sayısı 1841’de 200’e düşmüştü. Anadolu’daki ipekli kadife, saten ve diğer ipekli kumaşların üretimiyle meşhur Bursa ve Diyarbakır gibi şehirlerde 30-40 yıl öncesinin on da biri kadardı.[51]  Visquesnel de, Bursa’da ipek dokuyan 1000 tezgahtan birkaç yıl içinde, 1860’da ancak 75 tezgah kaldığını ve üretim miktarının 25.000 okkadan 4.000 okkaya düştüğünü yazmıştı.[52] 1866’da kurulan Islahı Sanayi komisyonunun 1868 tarihli bir mazbatasında son 30-40 yıl içinde İstanbul ve Üsküdar’daki “kumaşçı tezgahlarının 2750’den 25’e, Kemahçı tezgahlarının 350’den dörde, çatma yastıkçılar tezgahlarının 60’dan sekize indiğini” bildirmişti.[53] Bu komisyonun başka bir mazbatasına göre, gene 30-40 yıl önce kârlı bir faaliyet olan dericilik işletmelerinin de gittikçe azalarak 1860’larda tamamen durma derecesine gelmiştir. The Manchester Guardian gazetesi de, gene aynı yıllarda, Halep’te saf pamuktan nankin bezi dokuyan tezgahların 40.000’den 5.000’e düştüğünü bildirmişti.[54]

Tartışma

Yerli ve yabancı birçok yazarın öne sürdüğü dış ve iç etkenlerin Osmanlı ekonomisini değişik dönemlerde, değişen bir hususiyetle ve şiddetle etkilediği anlaşılıyor. Charles Issawi’ye göre rüzgar ve su değirmenleri gibi üretimde kullanılan enerji üreteçleri artık bu bölgede kullanılmaz olmuştu. Hatta Osmanlıların bunlardan haberi bile yoktu. Halil İnalcık’a göre iktisadi örgütlenme statik kalarak zamana ayak uyduramamıştı. Timur Kuran ise ekonomik kurumların değişen zamana ve koşullara uyarlanamamasının olumsuz sonuçlar yarattığını ileri sürmektedir. Niyazi Berkes ve Bernard Lewis “içtihat kapısı”nın kapanmasıyla analitik düşünme çabalarından vazgeçildiğini ve bu yüzden eğitim sisteminin yetersiz kaldığını belirtiyorlar.

Sanayinin gelişmesine engel olarak belirtilen bu koşul ve olguların Osmanlı toplum ve ekonomik yaşamını derinden etkilediği anlaşılmaktadır. Ancak bu koşullar ve düşünce tarzı değiştirilemez değildi. Fatih’ten itibaren artık Osmanlı sultanları okuma yazma öğrenip kitap okuyacak duruma gelmişlerdi. Fatih gibi münevverleri bilim insanlarıyla bilgi alış verişinde bulunuyordu. Kısacası, bilgi eksikliği ve Şark kültürünün etkisinin yok edilmesi mümkündü. Ancak Avrupa’da 1440’larda başlayan matbaanın Osmanlı İmparatorluğu’na 270 yıl sonra açılmasına izin veren, halkın bilgilenmesini önemsemeyen, diğer ülkelerde gelişen bilim ve sanatın farkında olmayan bir yönetimle cehaleti yenmek mümkün olmamıştı. Resim yapması yasak olan insandan bilim sanat için çizim yapması beklenemezdi. Bilgi üretilebilseydi yukarıda belirtilen içsel engelleri aşmak mümkün olabilirdi. Gerçekten üretmek isteyen enerji kaynağını bilgiyle bulabilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha az doğal kaynaklara sahip ülkelerde bile sanayi üretimi hızla gelişebilmektedir. Nehirler taşımacılığa uygun değilse kara yolu yapmak, en azından maliyenin çok sıkıntıya düşmediği gelişme devirlerinde, mümkündü.  Rusya’nın elverişsiz iklim koşullarında tahtadan bile yol yapılıyordu. 19. yüzyılda Batı’nın reform ve serbest ticaret baskıları artınca, faiz ödenmesinin kabulünde olduğu gibi bazı dini kurallar kaldırılmıştı. Yeni ürünlerin gelişmesine engel oldukları düşünülen esnaf ve ticaret loncaları da 1860’dan sonra etkisiz olmuş veya son bulmuştu. Böylece değişmez olduğu sanılan ekonomik düzen değişmişti.                                  

Bailey, Puryear, Quataert, Earle, Rodinson ve Berkes gibi yazarlar siyasal, askeri ve ekonomik çöküşle birlikte Batı emperyalizminin etkisini arttırdığını belirtmektedir. Askeri amaçlarla da olsa, sanayileşme hamleleri, 18. yüzyıl sonunda, III. Selim (1789-1907) devrinde başlamış ve II. Mahmut’un (1808-1839) saltanatı boyunca devam ettirilmeye çalışılmıştı. Bu çabalar, büyük ölçüde Batılı tüccar, sanayici, politikacı ve diplomatların karşı çıkması yüzünden başarısız olmuştu. Stanford J. Shaw III. Selim’in reformlarını anlattığı kitabında şöyle yazmıştı:[55]

“Babıâli’deki Avrupa temsilcileri, idealist reform hassasiyetlerine rağmen, 19. yüzyılda da devam eden bir politika güttüler. Kendi geleneksel imtiyazları için tehlike yarattığı düşünülen gerçek ve temel reformlara karşı çıktılar. Böylece İmparatorluktaki Avrupalılar çeşitli yollarla kendi müktesep çıkarlarının savunucusu ve Osmanlı yönetiminin en gerici mensupları gibi, gerçek reformların düşmanları oldular.”

Bu yıllardaki uzun savaşlar ve isyanlar sadece devlet gelirlerinin kaybına yol açmamış, aynı zamanda ülkeyi çalışabilir iş gücünden de mahrum etmişti. Bu nedenle ülkenin kaybı görünenden çok daha büyüktü.

Dinsel ve toplumsal ekonomik engellerin etkisi 19. yüzyılda azalırken, savaş ve Batı emperyalizminin yarattığı olumsuzluklar etkisini gittikçe arttırmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren dinsel ve kültürel etkilerin, doğrudan veya dolaylı biçimde statik bir toplumsal ve ekonomik düzen yaratılmasında önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Durağanlık ve gelişen bilim ve teknolojinin gerisinde kalma askeri alanda başarısızlıkların nedeni olmuş, bu askeri güçsüzlük de Batı emperyalizminin müdahalesinin arttırmasına, siyasal ve ekonomik çöküşün hızlanmasına yol açmıştı.     

Notlar   


[1] Charles Issawi (1966) The Economic History of the Middle East, Chicago: University of Chicago Press, s. 23.

[2] The Earl of Cromer (1909) Modern Egypt, Vol. 2, New York: MacMillan Company, s. 229.

[3] Bu gelişmede El Gazalinin mantık ve felsefeyi bırakarak tasavvufa yönelmesinin rolü olduğu söylenmektedir. Bir gün Padişah Fatih Sultan Mehmet Ulemadan Hocazade Muslihiddin ve Ali Tusi’den İmam Gazali’nin tehafutu ile hükemayı karşılaştıran birer risale yazmalarını ister. Hocazade El Gazali’nin Tehafut-el Felasife’sini savunurken Tusi İbn Rüşt’ün Tehufut-el Tuhafe’sinin tarafını tutar. Her iki eser de ulema tarafından çok beğenilir ve Padişah her iki hocaya onbin akçe ödül verir. Hocazade’ye ayrıca bir ester verilmesi Padişah’ın Hocazade’nin eserini daha çok beğendiği şeklinde yorumlanır. Bundan sonra İbn Rüşt’ün akılcı yaklaşımları bir kenara itilir ve içtihat sona erer. (Baron Joseph von Hammer, Çeviren: Mehmet Ata Bey, Büyük Osmanlı Tarihi, 2. Cilt, İstanbul: Üçdal Neşriyat, s. 230-1; A. Adnan Adıvar (1970) Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul: Remzi Kitabevi, s. 47.

[4] Bernard Lewis(1982) Muslim Discovery of Europe, New York: W.W. Norton & Company, s. 229-30.

[5] Bernard Lewis (1993) Islam in History: Ideas, Peoples and Events in the Middle East, Chicago: Open Court. S. 353-4; Timur Kuran (2004) Islam and Mammon, Economic Predicament of Islamism, Princeton: Princeton University Press, s. 138.

[6] Bernard Lewis (2002) What Went Wrong? The Clash between Islam and Modernity in the Middle East, New York: Perennial, s. 122-3.

[7] Mark Casson ve Andrew Godley (2000) Cultural Factors in Economic Growth, Berlin: Springer, s. 26-7.

[8] Niyazi Berkes (1998) The Development of Secularism in Turkey, Londra: Hurst & Company, s. 394-5.

[9] Berkes, The Development of Secularism, s. 399.

[10] Enver Ziya Karal (2003) Osmanlı Tarihi, Cilt VII, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 254.

[11] David S. Landes (1994) “What Room for Accidents in History? Explaining Big Changes by Small Events”, Economic History Review, XLVII, 4, s. 648-51.

[12] Maxime Rodinson (1973) Islam and Capitalism, New York: Pantheon, s. 112-3.

[13] Eric Lionel Jones (1988) Growth Recurring; Economic Change in World History, Oxford: Clarendon Press, s. 97.

[14] Kuran, Islam and Mammon, s. 122-3.

[15] Timur Kuran (2001) “The Provision of Public Goods Under Islamic Law: Origins, Impact and Limitations of the Waqf System”, Law and Society Review, Vol. 35, No. 4, and Kuran (2003) “Why the Middle East Is Economically Underdeveloped: Historical Mechanism of Institutional Stagnation”, Forum 7, Institutional Barriers to Economic Change: Cases Considered, Forum Series on the Role of Institutions in Promoting Economic Growth, Mercatus Center, George Mason University, and Kuran, Islam and Mammon.

[16] Kuran, “Why the Middle East Is Economically Underdeveloped…”, s. 7.

[17] Kuran, “Why the Middle East Is Economically Underdeveloped…”, s. 9-10.

[18] 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı topraklarında seyahat ederken  W.W. Smyth ekilebilecek toprakların hepsinin ekilmediğini görmüş. Bunun nedenini köy muhtarına sorduğunda “Gerçekten ekilmemiş ve boş bırakılmış çok toprak var, toprağı işlersek çok kazanç elde edilebilir.   Fakat, sizin önerdiğinizi yaptık diyelim, bu bir çok kişinin gözünü açmaz mı? Hasadı yapıp ürünü ambara koyar koymaz benim düşmanlarım (her mevki sahibinin böyle düşmanları vardır) hemen Diyarbakır Paşası müşire gidip “bu adam şöyle usulsüzlük yapmıştır, fakat bu yıl hasattan çok kazanmış ve zengin olmuştur, ve yüklü bir cezayı ödeyebilir” der. Paşa da “Maşallah, doğru söylersin, inşallah ona birini göndeririz ve yaptıklarının bedelini öder” der. Böylece bütün yılın emeği müşir ve ispiyon tarafından yutulur” diye anlatır. (Warrington W. Smyth (1854) A Year with the Turks or Sketches of Travel in the European and Asiatic Dominions of the Sultan, New York: Redfield, s. 88-9.

[19] Charles Issawi (1995) The Middle East Economy Decline and Recovery, Princeton: Marcus Wiener Publishers, s. 7-8; Kuran, “Why the Middle East Is Economically Underdeveloped…”, s. 9-11.

[20] Kuran, “Why the Middle East Is Economically Underdeveloped…”, s. 11; Halil İnalcık (1969) “Capital Formation in the Ottoman Empire”, Journal of Economic History, Vol. 29, No.1, s. 138.

[21] Halil İnalcık (1970) “The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman Economy” , M.A. Cook (ed.) Studies in the Economic History of the Middle East from the Rise of Islam to the Present Day, Oxford University Press, s. 207-218.

[22] Kuran, Islam and Mammon, s. 139.

[23] Niyazi Berkes’e göre, Tevfik Fikret ve diğer Batı yanlısı genç aydınlar II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı olduklarından ve Abdülhamit de İngiltere’ye muhalif olduğundan (düşmanımın düşmanı benim dostum misali) Anglo-Sakson kültürüne yakınlık duydular. Adam Smith’in The Wealth of Nations kitabı ve aynı gelenekten yazılardan da etkilenmiş olabilirler (Berkes, The Development of Secularism, s. 302).

[24] Berkes, The Development of Secularism, s. 302, 312.

[25] Sabri Ülgener (1951) İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri,  İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, s. 71-91.

[26] Geert Hofstede (1980) Cultures Consequences: International Differences in Work Related Values, Beverly Hills: Sage Publications, and Geert Hofstede (1991) Cultures and Organizations: Software of the Mind, Londra: McGraw Hill Book Company.

[27] Haydar Kazgan (1991) Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Şirketleşme (Osmanlı Sanayii Monografi ve Yorumlar, İstanbul: Töbank, s. 40-1.

[28] Servet-i Fünun gazetesinde, 1909’da, Cenap Şahabettin madenleri ve ormanları işletmek için ruhsat almanın çok güç olduğunu, Selim Melhame’den (Abdülhamit devrinin ünlü nazırlarından) başlayarak en küçük evrak memuruna kadar bir yığın açı doyurmak gerektiğini söylüyordu: Sonra senelerce Saray ve hükümet daireleri arasında koşmak, vakit ve nakit harcamak gerekliydi. Arkasından madenleri işletebilmek için taşra memurlarını da yağlamak, ballamak, valisinden orman dairesi kalemine kadar herkesi münasip bir hediye ile güldürmek borcumuzdu. Çok kere teşebbüs erbabı imtiyaz fermanını elde edinceye kadar elindeki avucundakini sarfa mecbur olur, işletmeye hak kazandığı gün işletecek parası kalmadığını görerek boynunu büker kalırdı.

[29] On dokuzuncu yüzyıl sonlarında bile İngiltere’de büyük toprak sahipleri seçim bölgelerindeki insanlara rüşvet vererek parlamentoya seçilirlerdi.  Bu eski köyler o zaman “çürük kasabalar” olarak anılırdı. Böylece toprak sahipleri mecliste kontrolü ele geçirirdi. (Jack A. Goldstone “Islam, Development and the Middle East: A Comment on Timur Kuran’s Analysis”, Forum 7, Institutional Barriers to Economic Change: Cases Considered, Forum Series on the Role of Institutions in Promoting Economic Growth, Mercatus Center, George Mason University, 24 Haziran 2003, s.6.

[30] Lewis, What Went Wrong?, s. 63.

[31] Kazgan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, s. 19.

[32] Donald Quataert (1994) “Ottoman Manufacturing in the Nineteenth Century”, D. Quataert (Ed) Manufacturing in the Ottoman Empire and Turkey 1500-1950,  Albany: State University of New York Press, s. 92.

[33] Charles Issawi (1980) The Economic History of Turkey 1800-1914, Chicago: University of Chicago Press, s. 304.

[34] Quataert,  “Ottoman Manufacturing,,,”, s. 92-3.

[35] Orhan Kurmuş (1974) Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, İstanbul: Bilim Yayınları, s. 126.

[36] Quataert,  “Ottoman Manufacturing,,,”, s. 92.

[37] Issawi, The Middle East Economy Decline and Recovery, s. 3-4.

[38] Issawi,The Economic History of Turkey, s. 3-5.

[39] Kazgan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, s. 33.

[40] Bernard Lewis (1968) The Emergence of Modern Turkey, Londra: Oxford University Press, s. 26-30.

[41] A.J. Dunn (1905) Turkey and Its Future, Londra: Effingham Wilson, s. 58.

[42] Quataert,  “Ottoman Manufacturing,,,”, s. 91.

[43] David Urquhart (1833) Turkey and Its Resources: Its Municipal Organization and Free Trade; the State and Prospects of English Commerce in the East, the New Administration of Greece, Its Revenue and National Possessions, Londra: Saunders and Otley, s. 141-3.

[44] Frank Edgar Bailey (1942) British Policy and the Turkish Reform Movement, A Study in Anglo-Turkish Relations 1826-1853, Cambridge: Harvard University Press, s. 78, 120.

[45] Vernon John Puryear (1969), International Economics and Diplomacy in the Near East, 1834-1853, Stanford: Stanford University Press, s. 117.

[46] Edward Mead Earle (1923) Turkey, the Great Powers and the Bagdad Railway, A Study in Imperialism, New York: The MacMillan Company, s. 13.

[47] John Gallagher & Ronald Robinson (1953) “The Imperialism of Free Trade”, The Economic History Review, New Series , Vol. 6, No.1, s. 1-15.

[48] Salgur Kançal (1983), La Conquête du Marché Interne Ottoman par le Capitalisme Industriel Concurrentiel (1838-1881)”, Economie et Société dans l’Empire Ottoman (Fin du XVIIIe Siècle), Colloques Internationaux du Centre National de la Recherche Scientifique, No. 601, Paris, s. 366-9.

[49] Roger Owen (1993) The Middle East in the World Economy 1800-1914, Londra: I.B. Tauris and Co., s. 93.

[50] Urquhart, Turkey and Its Resources, s. 144.

[51] M. A. Ubicini (1856) Letters on Turkey, : An Account of the Religious, Political, Social, and Commercial Conditions of the Ottoman Empire; the Reformed Institutions, Army, Navy &c., Part I, Turkey and the Turks, Fransızcadan çeviren Lady Easthope, Londra: John Murray, s. 339.

[52] Ömer Celal Sarç (1940) “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, İstanbul: Maarif Matbaası, s. 427.

[53] Sarç,  “Tanzimat ve Sanayimiz”, s. 428.

[54] The Manchester Guardian (24 Şubat 1869), “Our Interests in Turkey”, s. 7.

[55] Stanford J. Shaw (1971) Between Old and New: The Ottoman Empire under Sultan Selim III 1789-1807, Cambridge: Harvard University Press, s. 179.

Önceki İçerikEdebiyat ve Sosyoloji – Sosyoloji Seminerleri 1 (Haftanın Kitap Önerisi)
Sonraki İçerikHak Nedir? Hukuk Nasıl Bir Sistemdir? | Doğan Göçmen
Profesör Dr. V. Necla Geyikdağı iktisat yüksek lisansını Montreal’deki Concordia Üniversitesi’nden aldıktan sonra doktorasını İngiltere’de Bradford Üniversitesi’nde Uluslararası İşletmecilik alanında tamamlamıştır. 1991-1998 yılları arasında ABD’nin New York Eyaletinde çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yaptıktan sonra Türkiye’ye dönerek Yeditepe Üniversitesi’nde çalışmıştır. 2017’de bu üniversiteden emekli olmuştur. Londra’da Tauris Academic Studies’den yayınlanmış Foreign Investment in the Ottoman Empire: International Trade and Relations 1854-1914 başlıklı bir kitabı bulunmaktadır. Türkçe yayınlanmış Osmanlı Devletinde Yabancı Sermaye kitabından başka Management International Review, Transnational Corporations, International Review of Economics and Business, Economia Internazionale, Middle Eastern Studies, International Journal of Middle Eastern Studies, Business History ve Enterprise & Society gibi uluslararası dergilerde çok sayıda makalesi yayınlanmıştır. Son yıllarda çalışmalarını Türkiye’nin iktisat tarihi üzerine yoğunlaştırmıştır.