Filistin’de yaşananlar, Siyonist yerleşimci-sömürgecilik projesinin “nihai çözüm” biçiminde somutlaştığı çağdaş bir soykırım sürecidir. Bu tarihsel ve yapısal şiddet, uluslararası kamuoyunda görünmez kılınıyor; soykırım kavramı ise neoliberal söylemlerde siyasal bir metaya indirgeniyor. Bu nedenle, soykırımı yalnızca ani bir yıkım olarak değil; sürekli, derin yapısal ve ideolojik temellere dayanan bir toplumsal formasyon olarak okumak gerekir.
Soykırıma dair hâkim yorumlar, şiddeti çoğunlukla istisnai tarihsel hadiselerle ya da basitçe ideolojik fanatizmle açıklamıştır. Bu yaklaşım, kavramı ilk kez ortaya atan hukukçu Raphael Lemkin’in asli niyetinin yeniden ele alınmasını zorunlu kılar. Lemkin, soykırımı yalnızca kitlesel imhanın marjinal bir tezahürü olarak değil, aksine, bir halkın toplumsal varoluşunun kurucu öğelerini hedef alan, çok katmanlı ve koordineli bir strateji olarak kavramsallaştırmıştır. Bu strateji, bir topluluğun ilişkiler ağını, kültürel pratiklerini ve biyolojik yaşam süreçlerini sistematik olarak tasfiye etmeyi içerir. Dolayısıyla soykırımın anlamı irrasyonel nefretin patolojik bir dışavurumu ya da sözde medeniyet normlarından bir sapma olarak indirgenemez; tersine, toplumsal formasyonların sürekliliğini sekteye uğratan ve iktidar ilişkilerini yeniden kuran özgül bir şiddet rejimini ifade eder.
Kapitalist dünya-sistemi, kendi yasaları gereği sürekli olarak “artık nüfuslar” üretir. Kâr maksimizasyonu öncelik kazandıkça, toplumun geniş kesimleri sermayenin deney alanı için ucuz ve kolayca gözden çıkarılabilir hâle gelir. Bu durum farklı biçimlerde kendini gösterir: temel hizmetlere erişimi kısıtlanan bireylerin toplumsal dışlanması; güvencesiz çalışma, düşük ücret ve sürekli yoksullukla şekillenen ekonomik kırılganlık; ve siyasal alanda seslerinin bastırılmasıyla ortaya çıkan politik güçsüzlük.
Bu süreç, giderek çıplak şiddetin en açık biçimlerine dönüşür ve toplumsal varoluşu tasfiye eder. Toplulukların topraklarından zorla koparılması, onların yaşam kaynakları ve kültürel hafızalarıyla bağlarının kesilmesi anlamına gelir. Açlık, susuzluk, sağlık ve barınmadan bilinçli yoksun bırakma, yaşamın sürdürülemez hâle getirilmesi demektir. Nihai aşamada ise bu, “etnik temizlik” olarak adlandırılan ve bir topluluğu kimliğiyle birlikte belirli bir coğrafyadan silmeyi amaçlayan sistematik bir imha siyasetine dönüşür.
Başka bir deyişle, bir grup sistematik olarak değersiz ve tehdit olarak görüldüğünde, bu algı ayrımcı uygulamaları tetikler. Değersizleştirme, marjinalleşmeden zorla yerinden edilmeye ve toplumsal tasfiyeye kadar uzanan bir süreci mümkün kılar.
Beş yüzyıldır şekillenen kapitalist dünya-sistemi, boyun eğdirme ve toplumsal tasfiye ile yakından bağlantılıdır. Bu süreç, yerli halkların topraklarından zorla çıkarılması ve kaynaklarının gasp edilmesi üzerine kuruludur. Amaç, piyasaların kesintisiz genişlemesini sağlamak ve yeni alanları küresel ekonomiye katmaktır.
Filistin halkı bu yok etme savaşında yalnızca topraklarını kaybetmekle kalmıyor; doğal kaynaklarından mahrum bırakılıyor, servetleri gasp ediliyor ve yaşamları yeni kapitalist-sömürgeci düzenin taleplerine boyun eğmeye zorlanıyor. Bu süreç, kalıcı küresel eşitsizlikleri yeniden üreten kapitalist düzenin işleyişini açıkça gösteriyor.
Yerel emeğin sömürülmesi, kolonileşmenin temel hedefidir; yerli halklar, değerli kaynakların çıkarılması için harcanabilir araçlar olarak görülür. Bu süreç özünde köleliktir. Zamanla da hedef daha sinsi bir boyut kazanır: yerleşimci kolonileşme ile yerli toplulukların yerini kalıcı olarak yeni bir düzen alır.
Bu kurumsallaşmış dehşet, devletin halkı harekete geçirerek yok etme savaşını haklı göstermesiyle meşrulaştırılır. Süreç, hedeflenen grubun sistematik şekilde şeytanlaştırılması ve insanî değerlerinden soyutlanmasını içerir; böylece yok edilmeleri hem kabul edilebilir hem de sömürgecilerin “refah ve istikrarı” için gerekli görülür. Grup, ekonomik çıkarlar, kültürel saflık veya ulusal güvenlik açısından varoluşsal bir tehdit olarak tanımlandığında, devlet güç konsolidasyonu sağlar, muhalefeti bastırır ve aşırı önlemleri haklı çıkarır.
Soykırım, sembolik şiddetle işleyen sistematik bir ideolojik tahkim sürecidir. Bu süreçte belirli bir grup sapkın veya tehdit olarak konumlandırılır ve derin barbarlık meşru bir eylem olarak sunulur, toplumun değerlerine ve kaygılarına hitap eder. Bu “ötekileştirme”, sistematik zulmün toplumsal ve kurumsal zeminini hazırlar; tüm süreç, kurgulanmış bir ahlaki düzen görüntüsü altında yürütülür.
Dünya-sisteminin tarihsel akışı içinde bu süreç, izole bir olay değil; kapitalizmin yapısal bir aygıtıdır. Soykırımı tetikleyen mekanizmalar dışsal değil, sistemin kendi mantığı tarafından üretilir ve sürekli olarak yeniden üretilir. Yerli halkların toprakları, kaynakları ve geçim araçları zorla gasp edilir; bu, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülmesini sağlayan ve toplumsal bölünmüşlüğü yeniden üreten yapısal bir süreçtir.
*Çeviride kullanılan orijinal metin:
https://utahvanguard.medium.com/on-genocide-39c90878539d
By David Fields- The Utah Vanguard