Türkiye toplumsal yapısının işleyişi, eyleyişi ve varoluşu Türkiye kentleşme serüveni ile paralellik arz etmektir. Özellikle 1950 sonrasında kırdan kente, doğudan batıya gerçekleşen iç göç ile birlikte Türkiye toplumunun mevcut dönemde düşünce yapısı, eğilimi, yapıp etmeleri, söyleme ve susma biçimlerinin şekillendiği milatlardan bir tanesidir. İmparatorluk sürecinde yerelin yerel ile olan münasebetinin zayıf olması, imparatorluğun merkezi yapısından ileri gelmiştir. Cumhuriyetle birlikte “yerel” olanla tanışma sürecinin anlaşılması ve dinamiğinin ortaya çıkması 1960’lı yıllara denk gelmektedir. İkinci dünya savaşının oluşturduğu yoksulluk ve yoksunluk halinin ardından “taşı toprağı altın” olan metropol şehirlere yoğun bir göç yaşanmıştır. Yaşanan bu göç, hemşerilik ilişkileri bağlamında gerçekleşmekle birlikte kentte patronajın da yeşermesine neden olmaktaydı. Türkiye’de gecekondular üzerine yapılan neredeyse tüm araştırmaların mutabık olduğu birkaç unsur mevcuttur. Bunlardan ilki, kente sonradan gelenlerin kentle entegre olamadığıdır. İkincisi kente sonradan gelenleri hemşerilik ilişkilerini kullanarak geldiğidir. Üçüncüsü gecekondulaşmayı var eden dinamik olan mevcut zamandaki otoritelerin konut üretim politikası bağlamında zayıf kaldığıdır.
Kırdan kente göç ile birlikte büyük kentlere gelen insanlar kent çeperlerine yerleşerek çoğunlukla hazine arazisi üzerinde bir gecede tamamlanan baraka tipi evlerle kendi varlıklarını ortaya koyabildiler. Bu göç ile birlikte sadece insan hareketliliği değil kültür, inanç, değer ve yaşam tarzı hareketliliği de gerçekleşmiştir. Kentin çeperinde alt yapı olmadan var olan her şeyin belli bir kolektiviteye dayalı olduğu farklı bir kent kültürü gelişim alanı bulmuştur. 1970’lere gelindiğinde ilk kuşak gecekondular oluşmuş ve özellikle İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa kentlerinde farklı bir yaşam biçimi ortaya çıkmıştır. Mevzuat açısından gecekondular ele alındığında tamamen hukuksuz bir biçimde organize olmuş fakat temel insan hakları bağlamında konuta erişimin mümkün kılındığı bir sistem bütünü olarak işlenmeye başlamıştır. Dönemin yerel ve ulusal iktidarları oy kaygısı ile bazen görmezden gelmiş bazen de seçim önceleri pazarlık konusu etmiştir gecekondu sakinlerini. Kentin çeperindekilerin kentin merkezindekileri “kelle hesabı” yani oy potansiyeli bakımından geçmesi ile birlikte siyasiler için bu gecekondu bölgeleri oy deposu olarak ele alınmaya başlamıştır. Gecekondularda yaşayanların bir tasvirini yapmak gerekirse, kentin alt yapısından yoksun, kırdaki tarımsal vasıfların kentte alan bulamaması ile birlikte çoğunlukla vasıfsız işlerde çalışan, güvencesiz, kronik yoksulluğun zeminini oluştuğu ve kente erişemeyen “kentliler” biçiminde ele alınabilir. Gecekondu sakinlerinin siyaseten oy olarak görülmesi ile birlikte popülist siyasetçi ve popülist siyasetin yaygınlaşmasının bir yansıması olarak hazine arazisindeki bu yapılaşma “tapu tahsis” belgeleri güvencesinde yasal bir zemine oturmaya başlamıştır.
Tapu tahsis belgeleri daha sonra tapuya dönüşecek, kentin dışındakiler kentin sınırlarında mülk sahibi olmaya başlatacaktır. 1965 yılında kat mülkiyet kanununun çıkması ile birlikte ilk defa bir binanın bölümleri ayrı ayrı tapulanabildi ve aynı zamanda işlem görebildi. Daha somutlaştırmak gerekirse 1965 yılına kadar arsa üzerindeki yapı kaç bölümden oluşursa oluşsun tek yapı olarak işlem görebilmekteydi. Kat mülkiyet yasası ile birlikte gecekondu sahipleri arsalarını kat karşılığı müteahhitlere vererek hızlı bir zenginleşme sürecine girdi. Birinci kuşak gecekondu sakinleri yani 1970 yılına kadar yerleşen kesim birden zenginleşerek kentin merkezine erişebilme imkanına sahip oldu. Gecekonduda kat karşılığı verilen dairelerin sermayesi ile kent merkezinde yeni toplumsal yapı içine yerleşerek “kentli” hüviyetine büründü. Gecekondudaki hemşerilik ve patronaj ilişkileri sürmekte ve o tarihte halen gecekondu yapılaşması mevcuttur. İkinci kuşak gecekondu sakinleri birinci kuşak gecekondu sahiplerinin kiracısı olarak kendilerine alan buldu ve “nöbetleşe yoksulluk” kavramıyla tanışmamıza zemin hazırladı. Gecekonduların kentle entegrasyonu devam ettikçe kentlerde kimlik ve kültür dönüşümü de gerçekleşti. Kentlerin kesafetli yapısı hemşericiliği ve gruplaşmayı farz kılarak bütüncül bir kentsel manzaradan söz edebilmeyi imkânsız hale getirdi. Müteahhitler, kentsel politikaya yön verebilecek yoğun çalışmaları ve aynı zamanda kentsel yapılı inşanın geliştirilmesi ile kent ekonomisi dediğimizin olgunun da ortaya çıkmasına imkân verdi.
Müteahhitlerin kentsel yapılı çevre sürecinde aynı zamanda sermaye hareketliliğini sağlaması özellikle 1980’li yıllarla birlikte neoliberal kentsel yapılanmanın devlet politikası haline dönüşümüne zemin oluşturdu. 1984 yılında TOKİ’nin kurulması, dönemin hükümetlerinin kentsel rantı kontrol altına alma, ortak olma ve aynı zamanda kentsel yapılı inşayı tekelleştirme hamlesi olarak ele alınabilir. Neoliberal kentleşme serüveni tüm hızıyla dünyada yaygınlaşırken Türkiye’de sermaye hareketliliği ve kentsel yapılı çevrenin aynı anda ele alınması 2000’lerin ilk yarısında kendisini var edecektir. Gecekondulaşma etrafında şekillenmeye başlayan kentleşme serüveni kurumsal kentsel planlama, toplumsal kültür ve kimlik, uzlaşından yoksun bir biçimde küresel sisteme entegre olmaya başlayacaktır. Özellikle son yirmi yıl içerisinde kentlerin ulus devlet ölçeğini aşarak küresel düzlemde var olma çabaları kenti hem ekonomi hem siyaset hem de toplumsal üretim ve tüketimin mabedine dönüştürmüştür. Bu düzlemde bakıldığında kentsel planlama pratiklerinden yoksun, toplumsal birliktelik yerine “kentsel adacıklar” biçiminde organize olan bir toplumsal yapı, ekonomik olarak sosyal adaletten uzak bir biçimde kentsel gelişim serüveni içerisinde var olma çabası devam etmektedir. Öte yandan küresel sistem içerisinde “girişimci kentler”, “akıllı kentler” vs gibi etiketlerle kentlerin ulus devlet mantığının ötesine geçmesi artık kent yöneticilerini özellikle metropol kent yöneticilerini yani yerel yöneticileri ulusal ve uluslararası figürlere dönüştürmektedir.
Kent yöneticilerinin yukarıda değinilen mekânsal ve toplumsal çerçevede varlık alanı bulmuş kentleri yönetme pratikleri “doğal lider” doğurtma kapasitesini oluşturmaktadır. Çünkü bir yanıyla kaotik olan kentsel organizmayı yönetme becerisi doğal olarak yöneticilere kutsal liderlik etiketini yapıştırmaktadır. Türkiye’de son 30 sene içerisinde siyasal alanda öne çıkan figürlerin büyük çoğunluğu yerel yöneticiler olmuştur (Erdoğan, Yavaş, İmamoğlu, Murat Karayalçın gibi). Liderlerin siyasal yaşamda var olma çalışmaları özdeşleştikleri kentler üzerine inşa olunmaktadır. Aynı zamanda kentler siyaseten “kale” olarak değerlendirme şansına da erişebilmektedir. Çünkü kentler sadece kapitalizmin üretim ve tüketim mabetleri değil aynı zamanda toplumun üretildiği, ideolojilerin geliştirildiği, mekânsal yapılanmanın yerel yöneticinin siyasal tutumuna göre şekillendiği mekânsal bir örüntü olarak ön plana çıkmaktadır. Mevcut zaman içerisinde de belediye başkanlarının tabi olduğu siyasi ideoloji kentin mekânsal örüntüsünde ön plana çıkmaktadır. Söz gelimi muhafazakar ideolojinin yerel iktidarda olduğu kentlerde Osmanlı, Selçuklu motifleri duvarlarda, metydanlarda hatta aydınlatma direklerinde bile ön plana çıkmaktadır. Öte yandan sol ideolojinin iktidarda olduğu belediyelerde çağdaş sanat akımları, emek temelli yaklaşım ve anıt semboller ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda milliyetçi geleneğin iktidar olduğu belediyelerde daha milli motifler ön plana çıkmakta ve milliyetçilikle muhafazakarlık arasına ince ayrımlar ön plana çıkmaktadır. Giderek belediye başkanlık makamı değer görmekte, özellikle 6360 sayılı Büyükşehir kanunu ile birlikte vali ve belediye başkanı arasındaki sınır belirsizliği aynı zamanda köylerin mahalleye dönüşümü ile birlikte “köylü, bir gecede şehirli oldu”. Belediye başkanlarının kaotik kenti yönetirken ulusal siyasette var olma hedefleri kenti farklı bir noktaya taşımıştır.
Türkiye’nin kentleşme serüvenin toplumsal ve mekânsal organizasyonun özet biçimiyle alındığı metin ışığında günümüze bakmakta fayda vardır. Bu bağlamda günümüzde yerel seçimlerin genel seçimleri belirlemesi, siyasetin finansmanın yerel yönetimler üzerinden kurgulanması, kentlerde artan eşitsizlikler, kentin dışlananları, kentin yoksulları ve en nihayetinde kent sakinlerinin toplumsal dönüşümü değinilen arka plan üzerinden irdelenmelidir. Kenti sahiplenmek ya da kentin sakini olmak arasında cereyan eden tüm hususlar bir sosyal gerçeklik olarak varlık alanı oluştururken aynı zamanda demokrasinin aranacağı yer olarak da kent ve yerel ön plana çıkmaktadır. Temsili demokrasinin gün geçtikçe kan kaybetmesi ve alternatif olarak öne çıkan katılımcı demokrasi, kökünü yerelin kalbinden almaktadır. Fakat Türkiye’deki kentleşme serüveninde değinildiği üzere yerelin kalbi sıklıkla baypas ameliyatına tabi olmakta ve kentsel akış kesintiye uğramaktadır.
Kentin sahipleri ve kentin sakinleri arasındaki çatışma ve kargaşa derinleşmektedir. Kentte yaşayanların kent hakkına erişememesi kentsel alanlarda yapıların, grupların ve farklı sosyolojilerin ortaya çıkışına sebebiyet vermektedir. Hükümet kurma çabaları yerelden başlayarak kendi akış kanalını oluştururken “biz” ve “ötekini” inşa etme kapasitesini artırmaktadır. Ak Parti’nin yükselişini sağlayan Refah geleneği kentin çeperlerinde kendine alan buldu, CHP’ye yönelik “halktan kopuk” olma iddiaları CHP’nin kentin çeperlerine ulaşamaması ile alakalı, milliyetçi ideolojinin kentsel milliyetçilikle kırsal milliyetçilik arasındaki bağı yakalayamamasından kaynaklı sabit oranda kalması ve yine yükselen siyasi gruplardan olan Yeniden Refah Partisinin halen kentin çeperlerinde ortaya koyduğu başarı onu ulusal arenada güçlü kılmaktadır. Ez cümle bugünün ekonomik, siyasi ve toplumsal bütün eyleyişleri ele alınırken kentten ve kentin serüveninden bağımsız ele almak sadece yanıltmayacak aynı zamanda yanlış değerlendirme ve yönlendirmeye sebep olacaktır. Bu kapsamda içerisinde yaşadığımız kentlerin sahibi olma ve sakini olma arasında tırmanan siyasi gerilimler toplumsal algıyı dönüştürmekte ve toplumsal çatışma zeminini oluşturmaktadır. Siyasi partiler, yerel yöneticiler ve aynı zamanda hükümet yetkililerinin kenti yeniden ele alma ve Türkiye’nin geleceğini kentsel dinamikler üzerinden kurgulama iradesini ve bilgisini ortaya koyma sorumluluğunu taşımaktadır.