Skip to main contentSkip to footer
GüncelPsikolojiSosyoloji

Toplumsal Yorgunluk: Hepimiz Neden Bu Kadar Tükenmiş Hissediyoruz? | Emek Ekim Günay

Sabahın erken saatlerinde çalan alarm, uykuyla geçmeyen bir yorgunluk, yataktan çıkmadan insanın üstüne çöken yılgınlık ve kaygı yığını… Çoğumuz için gün, vahşi kapitalizmin bizleri çarkının dişlileri arasında sıktığı bu düzende böyle başlıyor. Ekonomik belirsizlikler, işsizlik, gelecek kaygısı, sosyal medyada sürekli maruz kalınan sahte, kusursuz hayat imgeleri; hepsi bir araya gelerek bizi görünmez bir çemberin içine hapsediyor. Adını tam koyamasak da derin bir yorgunluk hissi taşıyoruz. Bu yorgunluk, yalnızca bireysel bir tükenmişlik değil; içinde yaşadığımız sistemin ürettiği toplumsal bir hal. Hepimiz benzer bir soruyu soruyoruz: Neden bu kadar tükenmiş hissediyoruz?

Mark Fisher, kapitalist gerçekçilik kavramıyla bu soruya önemli bir yanıt sunar. Ona göre neoliberal düzenin yani içinde yaşadığımız kapitalist sistemin en büyük başarısı, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancımızı elimizden almak olmuştur. Daha adil, daha özgür, daha eşit ve sömürüsüz bir hayat için değil mücadele etmek kimilerimiz için bunu düşlemek bile neredeyse imkânsız hale gelirken elimizde yalnızca mevcut sisteme uyum sağlama ve bu düzen içinde günü kurtarma çabası kalır.

Çalış, daha çok üret, daha çok tüket; başarısız olursan sorumlusu sensin. İşte bu mantık, hepimizi sürekli bireysel bir suçluluk duygusuna hapseder. Bitmeyen iş listeleri, “kendini geliştir” mottoları, motivasyon videoları, başarıya götüren rutin listeleri ve kişisel gelişim reçeteleri… Bireysel başarınızı arttırmanız için yapmanız gereken her şeyi size sıralarlar, uyanacağınız saat, günde kaç litre su içeceğiniz, insanlarla mesafenizin ne olması gerektiği… Hepsi aynı şeyi söyler: Daha çok çabalarsan, daha çok çalışırsan sen de sistemde yerini alır ve başarılı -zengin- olursun. Hatta öyle bir yanlış bilinç hali ki sistemle mücadelenin yerini, sınıf bilinci ve sınıf kininin yerini sınıf atlama hayali alır. Bu sahte hayal bile sistemin bir oyalamasıdır. Sırtına ucuna havuç bağlanmış bir sopa takılmış tavşan gibi, sınıf atlama umudunun peşinde koşarken nefesi tükenen çoktur.

Yorgunluğumuzu derinleştiren en önemli nedenlerden biri, her yanımızı kuşatan güvencesizlik durumudur. İşimiz güvencesiz, gelirimiz güvencesiz, hatta kurduğumuz ilişkiler bile kırılgan. Geleceğe dair umut beslemek, giderek daha zor bir hale geliyor. Üniversite mezunları bile istikrarlı bir işe giremiyor, çalışanlar ise sürekli daha uzun saatler, daha düşük ücretlerle çalışmaya zorlanıyor. Yükselen enflasyon, artan kira fiyatları oranında maaş artışı da olmayınca bazılarımız sadece en temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile birden fazla işte çalışmak zorunda kalıyor, emekli olmuş ve artık fiziksel olarak ağır işlerde çalışmak yerine hayatlarının huzurlu emeklilik günlerini yaşaması gereken yaşlılarımız ömür boyu çalışmaya devam ediyor, çocuk işçilik artarken diğer yandan bir çocuğun okul kantininden bir şeyler alabilmesi bile ulaşılması güç bir hal alıyor. Fisher, bu durumu “kolektif geleceksizlik” olarak tanımlar. Umudun, yalnızca uzak bir ihtimale dönüşmesi… Yalnızca ekonomik krizle açıklanamayacak bir çaresizlik hali. Sabahları uyanıp “Bugün çalışmak dışında ne yapacağım?” sorusuna yanıt bulamamak, sadece bireysel bir boşluk değil; kolektif bir boşluk. Çünkü hayal kurma yeteneğimiz bile, sistemin görünmez duvarlarıyla sınırlandırılıyor. Bu yorgunluğu daha da derinleştiren bir diğer unsur ise dijital dünyanın temposu. Fisher’ın “sürekli dikkat dağınıklığı” olarak tanımladığı bu hal, bilincimizi parçalara ayırıyor. Sosyal medya, hepimizi bitmeyen bir döngünün içine hapsediyor: yeni bildirimler, kaydırdığımız sonsuz içerikler, sürekli güncellenen siyasi gündem. Hele de siyasi hafızası zayıf, en vahşet verici olaylara bile artık alışmış ve tepkisi azalmış, baskının arttığı, insan haklarının ayaklar altına alındığı ama bütün bunlara rağmen apolitik olduğunu söyleyip bununla övünmenin utanç verici bir şey olduğunu bile idrak edemeyen insan yığının içinde yaşıyorsanız…

Toplumsal yorgunluk, bireysel depresyonlarla birleştiğinde, sessiz bir kriz yaratıyor. Fisher, depresyonun sadece kişisel bir sorun değil, kapitalizmin doğrudan bir sonucu olduğunu vurgular. Tükenmişlik, kaygı bozuklukları, panik ataklar; bunlar yalnızca bireysel deneyimler değil, aynı zamanda sistemin yarattığı toplumsal sonuçlardır. Kapitalizmin sürekli rekabet, üretkenlik ve başarı odaklı yapısı, bireyleri “yetmeyen”, “eksik” ve “başarısız” hissettiriyor. Sınıf dayanışması, en sıkı sarılınması gereken şeyken ahmakça sınıf atlama hayalleri, vasatlığın kendine geniş bir kitle bulduğu ve nicelin nitelikmiş gibi algılanma budalalığı, yanlış bilince sahip kitleyi o eski “Amerikan rüyası”nın içinde hipnoz ediyor. Terapiler, kişisel gelişim kitapları, meditasyon uygulamaları, spiritüel saçmalıkların artması ve bunları fırsat bilip bu kullanışlı kitleden kazancını devam ettiren şarlatanlar… Bütün bunlar sistemin bütün açıklarını kapatan araçlarından bazıları, karanlığı pembe gözlüklerle gizleyen yeni bir endüstrinin parçası. Kapitalizmin ruhsal tükenmişliği ticarileştirmedeki ustalığı, belki de onun en sinsi yönü. İnsanların yorgunluğunu, çaresizliğini ve anlam arayışını birer pazar nesnesine dönüştürür. Böylece birey, sistemin kendisini nasıl hasta ettiğini fark etmek yerine, kendi kendini onarmaya çalışan bir tüketiciye dönüşür. Satın aldığı kişisel gelişim kitapları, kristaller, “enerji”(?) nesneleri, “anlamlı” taşlar,  yoga üyelikleri ya da “kendini bulma” kampları, aslında onu sisteme yeniden uyumlu hale getirmenin yollarıdır. Çünkü kapitalizm, yalnızca bedenimizi değil, ruhumuzu da yönetmek ister.

Fisher’ın söylediği gibi, depresyon artık kişisel bir istisna değil, çağın normudur. Bu normallik hali, Marx’ın yabancılaşma kavramıyla birleştiğinde daha açık görünür: İnsan kendi emeğine, kendi benliğine, topluma ve doğaya yabancılaştıkça hem kendini hem de diğer insanları sadece araç olarak görmeye başlar. Ürettiği şeyin sahibi olamayan, yaşamını emeğiyle değil ücretle sürdüren birey, sonunda kendi özünü kaybeder. Yabancılaşma, yalnızca üretim alanında değil, duygularda, ilişkilerde ve hatta düşlerde bile kök salar. Toplumsal yorgunluk işte bu yabancılaşmanın semptomudur; birey, sistemin taleplerini kendi arzusu zannetmeye başlar.

Ve bütün bunların ortasında, dayanışmanın, kolektif mücadelenin ve örgütlülüğün yokluğu bu yorgunluğu derinleştirir. Oysa çıkış yolu, bireysel “iyileşme” reçetelerinde değil, ortak kurtuluşta yatar. Çünkü Marx’ın da vurguladığı gibi, insan, özünü ancak toplumsal ilişkileri içinde kurabilir. Yeniden bağ kurmak, dayanışma alanlarını genişletmek, üretimi ve yaşamı kolektif bir zeminde yeniden düşünmek; işte bu, kapitalizmin hem maddi hem de ruhsal tahakkümüne karşı atılacak ilk gerçek adımdır. Fisher’ın karanlık tabloya rağmen sezdiği gibi, sistemin alternatifsiz olduğu fikri bir yanılsamadır. Gerçek iyileşme, bu yanılsamayı kırmakla başlar; yorgunluğu paylaşarak, örgütlenerek, birlikte yeni bir yaşamı inşa etme iradesiyle.

Fisher, her ne kadar karamsar bir tablo çiziyor gibi görünse de bu toplumsal yorgunluğun, toplumsal depresyonun içinden çıkmanın yolunun kolektif farkındalık ve mücadele olduğunu da ekler. Çünkü sorun bireysel değil, toplumsaldır; çözümü de elbette kolektif olacaktır ve elbette oldukça net bir şekilde çözüm örgütlü mücadelededir.

 

Etiketler : Mark Fisher, Toplumsal Yorgunluk

Yazarın Diğer Yazıları

Kategoriler
Herhangi bir sonuç bulunamadı.