Türkiye’de Devlet ve Sınıflar Üzerine Bir Değerlendirme | Leyla Mansur

0
2385

Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, 300 s.

            Sosyolog Çağlar Keyder “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar” kitabında kapitalist gelişmenin ülke tarihine özgü çerçevede nasıl şekillendiğini, Osmanlı toplum ve devlet mirasının karmaşık ,yollarla Cumhuriyet’in sınıf dengelerini nasıl oluşturduğunu anlatmakta, sürecin dönemlerini, her dönemin yapısal denge ve çelişkilerini incelemektedir. Keyder’in ifadesi ile bu kitap bir tarih yorumu ya da başka bir deyişle, belli bir toplumsal oluşumun analizi yoluyla bazı makro-sosyolojik soruları aydınlatmayı amaçlayan bir tarih çalışmasıdır.[1]

            Keyder, ilk aşamada Osmanlı toplum yapısını analiz eder: Osmanlı İmparatorluğu’nda feodal sistem yoktur. Devletin niteliği, sınıf yapısının belirlenmesinde ve toplumsal yeniden üretimdeki rolü, savunduğu düzen ve bu düzeni taşıyan hukuk ve üretim ilişkilerine yansıdığı biçimiyle sınıf yapısının kendisi, Avrupa feodalizminden farklılık göstermektedir. Tarihsel bakımdan Osmanlı düzeni, Bizans ve Doğu Roma örneklerini andırmaktadır. Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, Osmanlı sınırının içindeki bölgelerde küçük köylülük ve tarımsal üretim geçerliydi. Ekonominin temeli tarıma dayalıydı ve egemen çalışma ve üretim biçimi küçük üreticilikti. Köylüden beklenen her yıl belli oranda vergi ödemesiydi. Bu vergiler politik otoritenin yetki verdiği memurlar eliyle toplanmaktaydı. Ticaret üzerinde merkezi otoritenin kontrolü olduğu[2] için Batı’daki gibi toprak sahibi aristokrasi sınıfı oluşmamıştır. Tımarlı sipahileri denilen devlet memurları aracılığıyla toplanan artıklar devlete aktarılmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi iktidarın gücü sebebiyle özel girişimci sınıfın oluşmasına imkân verilmemektedir. Küçük üreticiliğin ekonomik temel olduğu bu yapıda statü sahibi olmak, iktisadi güçten daha önemli görülmektedir. Statüler ise aile mirası yahut servetlerden değil bürokratik mevkilerden kaynaklanmaktadır.

            16. yüzyıla gelindiğinde iç ve dış dinamiklerin etkisi ile merkezi otoritenin zayıfladığı görülmektedir. Siyasi düzenin kurulması ve bunun beraberinde getirdiği iktisadi istikrar nüfusun hızla artmasına yol açmıştır.[3] İç dinamiğe nüfusun artmasıyla gıdaya, toprağa ve doğal kaynaklara talebin artması ve bununla paralel olarak da fiyatların artmasını söyleyebiliriz. Dış dinamiği oluşturan olay ise 1550 – 1620 yılları arasında yaşanan fiyat devrimidir. Bu devrim ile Osmanlı tarımsal üretimine yurtdışı talebi doğmuş ve iç fiyatlar yükselmiştir. Fiyat artışı paranın değerini düşürmüştür. Paranın değer kaybetmesi ile tarımsal artığı toplayıp merkeze ileten devlet görevlilerinin sabit parasal vergileri düşmüş ve gelirleri azalmıştır. Bu sebeplerle işlevlerini gittikçe yitirmeye başlayan memurlar topraklarını terk ederek ekonomik, askeri ve siyasi bir kesim olan yerel güç sahiplerinin, diğer bir deyişle âyanların doğmasına yol açmıştır.

            Bir bakıma bu yerel güçlerin doğmasını sağlayan etkenlerden biri iltizam sistemidir. İmparatorluk, gelir ihtiyacını karşılamak amacıyla, vergi gelirinin belli bir kısmını belirli bir yıllık bedel karşılığında aracılara kiralamaktaydı.[4] Bu sistem aracıları çoğaltarak köylü ile devletin birbirleriyle olan bağlarını zayıflatmıştır. 18. yüzyılın ikinci yarısında, taşra merkezlerinde âyan meclisleri kurulmuş ve bu meclisler bir nevi, Avrupa’dakine benzer şehir aristokrasisi işlevini görmeye başlamıştır. Ekonomiyi düzenleyen iç ticaret ve lonca ruhsatlarıyla ilgili kararların yanı sıra, şehir gelirleri ve harcamalarıyla ilgili kararlar da vermeye başlayarak merkezi hükümete kendilerini kabul ettirmişlerdir. 1807 yılında imzalanan Sened-i İttifak ile varlıklarını resmen onaylatan âyanlar, aynı zamanda bu antlaşma ile kendi sonlarının başlangıcına da imza atarak uzun dönemde siyasal varlıklarını koruyamamışlardır.[5] Bunu yerel güçlerin iktisadi hayata karşı tercihlerinin bir sonucu olarak da ele almak mümkündür çünkü bu güç sahipleri, statüyü ekonomide değil siyasal statü sahibi olmakta aramışlardır. Böylece küçük üretici yapısı değişmemiş, kapitalist ilişkileri güçlendirecek bir konum elde edilememiş ve 19. yüzyılda merkezi otorite tekrar güçlenmeye başlamıştır.

            19. yüzyıl aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun sanayileşme bakımından Avrupa’dan geri kaldığının açıkça fark edildiği bir dönemdir. Dış pazarlarla ilişkinin hızla artmış olduğu bu dönemde büyük çiftliklerin sayısı 16. yüzyıla göre belki daha fazlaydı, ama bunlar milyonlarca küçük işletme arasında boğulmuşlardı. Daha da önemlisi, toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması, ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek mülksüzleşmiş bir köylülüğün mevcut olmaması demekti. Avrupalıların Batı Anadolu’da kapitalist çiftlikler kurmayı deneme ve üretim yapma hedefleri, işçi bulma sıkıntısı ve işçilerin yüksek ücret istemeleri sebebiyle olumsuz sonuçlanmıştı. 1858’de toprakta mülkiyet hakları tanınmış; Avrupalı elçileri baskısı ile 1867’de toprak mülkiyeti hakları yabancılara verilmişti. Ancak, ortada mülksüzleşerek proletarya olmaya hazır duruma gelmiş bir köylülük bulunmadığından, tarımsal yapı yabancı toprak sahiplerinin öngördüğü kapitalist ilişkilerin kurulmasına imkân vermedi. Böylece ticaret sermaye devreye girdi ve topraklar tekrar küçük üretici köylülere intikal etti.[6]

            19. yüzyılda sanayideki geri kalmışlığına çözüm bulmak isteyen devletin temel hedeflerinden biri, sanayileşmeyi temel ekonomik amaç belirlemesidir. Bu hedef, iktisadi etkinliğin artmasına ve dünya pazarlarına açılma ile birlikte tüccar gibi finans burjuvazisinin oluşmasına yol açmıştır.

            20. yüzyıla geçildiğinde İttihat Terakki ve tek partili iktidardaki Cumhuriyet döneminde ekonomide devletin payı büyük bir oranda artmıştır. Bu iktidar yanlısı kesimlerin zenginleştirilmesi ve milli burjuvazi oluşturulması gibi hedeflerle yürütülmüştür. “Sınıfsız bir toplum” söyleminin yükselişte olduğu bu dönem, yönetici kesimin Türkiye toplumunu ortak çıkarlarla hareket eden bir bütün olarak ele aldığı bir dönemdir. Osmanlı İmparatorluğu, 20. yüzyıla kadar devlet eliyle burjuvazi oluşturmayı amaçlamamıştı ancak, 20. yüzyıla gelindiğinde bu düşünce, milli burjuvazi oluşturulması şeklinde değişiklik gösterdi. Tabii devletçilik düşüncesiyle, kâğıt üstünde özel sektöre teşvik ilan edilmiş olmasına rağmen uygulamada bu girişim devlet aleyhine değerlendirilip, özel sektörün ortadan kaldırılmasına dönecek kadar olumsuz karşılanmıştır.

            Demokrat Parti’nin 1950’lerde iktidara gelmesi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın Türkiye tarihinde esaslı bir dönüm noktasıdır. Halk ilk defa seçmen olarak kendi siyasal tercihini dile getirmiş ve yüzyılların devletçi geleneğine karşı oy kullanmıştır. Devleti baba olarak gören zihniyet, merkezden kontrol, yukardan aşağıya dayatılan reformculuk reddedilirken pazarın önündeki engeller kaldırılsın istenmiştir.[7] Ancak merkezi devletin ekonomik hayattaki belirleyiciliği değişmeyen bir gerçek olmuştur.

            Devlet müdahalesinin iktisadi hayata önemli katkıları olsa da, bu müdahaleler istikrarlı uzun dönemde sürekli bir başarı sağlayamamıştır. Erken dönem Cumhuriyeti ile birlikte kalkınma stratejileri benimsenmiş, devlet eliyle milli burjuvazi oluşturulmaya çalışılmıştır. 1950’lerden itibaren özel sektör yükselişe geçerken, devletin yeni zenginleri seçme rolü farklı yollarla sürmeye devam etmiştir. Nitekim ekonomi, toplumun dar bir kesiminin çıkarlarına hizmet etmiş ve toplumda var olan eşitsizliklere yenilerini eklemiştir.

Devletin milli burjuvazi oluşturma ve zenginleri seçme rolü, bu sınıfları tamamen kendi çıkarları için kullanmak istemesinden kaynaklanmaktadır. 1980’lere kadar neredeyse tüm iktidar güçlerde bu durum yaşanmış, kriz anlarında sosyal sınıfların yokluğu, devlet ekonomisinin bu krizleri atlatabilmesini engellemiştir.

1970’lerin başında Türkiye nüfusunun önemli bir kısmının şehir dünyası ile bütünleşmesi, geleneksel toplumsal yapıların çözülmesinin modernleştirici etkisi, küçük köylü üreticilerin pazara açılması, genişleyen Avrupa çerçevesinde bir modeli müjdeliyordu. Demokrasiyi ve hukuku savunacak, iktisadi kaynakların eşit bölüşümünü sağlayabilecek sosyal demokrat hareketi ufukta görünüyordu. Ancak 1970’lerin sonlarına gelindiğinde her şey tersine döndü: Var olduğu sanılan toplumsal sözleşmenin kök salmadığı ve iktisadi büyümenin aksadığı ortaya çıkmıştı. Kapitalist dönüşüm sürecini tamamlamış gibi gözüken devlet, yoğun bir siyasi rekabetin engelleriyle karşı karşıyaydı. Bu rekabet sonucunda çeşitli idari yetki odakları parsellenmiş ve devlet toplum nezdindeki meşruiyetinin yanında burjuvazi karşısındaki birikim fonksiyonunu yerine getirme yeteneğini de kaybetmişti. Popülist denklemin dışında tutulmuş olan toplumsal grupların gözünde zaten aşınmış olan meşruluğu, araççı görünümünün artmasına paralel olarak azalmış, fakat araç olarak da burjuvazinin taleplerine cevap verme kapasitesini yitirmişti.[8] Klasik Osmanlı döneminden 1980’lere kadar incelenen bu süreç, 80 darbesinin olumsuz sonuçları ile devam etti.

Klasik Osmanlı döneminin toplumsal yapısından başlayıp 1980 darbesine kadar geçen süreçte toplumsal yapıyı ekonomik ve politik açılardan ele alan Keyder, dönemin hâkim sınıflarını ve bu sınıfların iktidarı ele geçirme, iktidarlarını sürdürme ve kullanma girişimlerini anlatmaktadır. Bu bakımdan topumda yaşanan gelişmelerin devrimsel bir kopuştan ziyade dönemin şartlarıyla gerçekleşen zorunlu bir değişimden kaynaklandığı görülmektedir. Yapılan reformalar yukarıdan aşağıya dayatılmalar sonucu gerçekleşmiş, bir bakıma toplumsal hareketliliğin meydana çıkmasına fırsat verilmemiştir. Diğer yandan Keyder’in köylü ve işçi sınıfı analizlerine yeterince yer vermediği görülmektedir. Genel olarak bürokrasi ve burjuvaziyle, bu iki sınıfın birbirleri ile ilişkilerini anlatırken, burjuvazinin devlet eli altında geliştiğini söyleyen Keyder,  bu sınıfın devlete karşı verdiği mücadeleye değinmemektedir. Kitapta tarihsel ayrıntılara fazlasıyla yer verilmesi kitabı okumayı zorlaştırmakta ve bazen konunun dağılmasına sebep olmaktadır. Buna rağmen geniş kaynak kullanımı, akıcı dili ve istatistiki verilerle zenginleştirilmesi dönemin şartlarını anlamak ve değerlendirmesini yapabilmek bakımından önemlidir. Her ne kadar “sınıf” kavramı hâkim kesimi ve bu kesimin kendi içindeki ilişkileri içerse de kitap, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine dek uzanan iktisadi ve politik süreci, bu süreçte devlet eliyle oluşturulmaya çalışılan burjuvaziyi, burjuvazi – bürokrasi ilişkisini anlamak açısından sosyal bilimler alanındaki okuyucular için önemli bir kaynaktır.


[1] Keyder, Ç. (2017). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (s.9). İstanbul: İletişim Yayınları.

[2] A.g.e., s.16.

[3] A.g.e., s.23.

[4] https://islamansiklopedisi.org.tr/iltizam–vergi

[5] Keyder, Ç. (2017). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (s.25). İstanbul: İletişim Yayınları.

[6] A.g.e., s.28-30,60.

[7] A.g.e., s.155.

[8] A.g.e., s.261-262.