Skip to main contentSkip to footer
GüncelSiyaset BilimiSosyoloji

“Vegan Hareket İçindeki Kutuplaşmalar” Adlı Makaleye Gelen Eleştirilere Cevaplar ve Vegan Hareketi Yeniden Haritalamak | Erhan Korkmaz

“Vegan Hareket İçindeki Kutuplaşmalar” Adlı Makaleye Gelen Eleştirilere Cevaplar ve ​Vegan Hareketi Yeniden Haritalamak

Erhan Korkmaz[1]

​Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığım ve vegan hareket içerisindeki kutuplaşmalara odaklanan “Vegan Hareket İçindeki Kutuplaşmalar: Uzlaşmacılık, Radikal Tutarlılık, Seçici Merhamet ve Entelektüel Oportünizm”[2] başlıklı makalem, yayımlandığı andan itibaren önemli eleştiriler aldı. O metindeki temel amacım, beş yılı aşkın süredir içinde bulunduğum ve gözlemlediğim bu hareketin “nasıl mücadele edilmeli?” sorusu etrafında yaşadığı kırılmaları tartışmaktı. Bunu da hareketi kabaca kurumsal sürdürülebilirliği ve kitlesel büyümeyi önceleyen “Uzlaşmacı/Pragmatik” kanat ile etik tutarlılığı ve türcülük karşıtı felsefi duruşu tavizsiz savunan “Radikal” kanat olarak iki ana eksende bir haritalama yaparak ortaya koymaya çalıştım. ​Niyetim bir hakemlikten ziyade bir çeşit durum tespitiydi, fakat yazının dolaşıma girmesiyle birlikte aldığım geri dönüşler beni metnimi masaya tekrar yatırmaya, eksik bıraktığım yerleri tamamlamaya ve belki de en önemlisi, ilk metnin sınırlarını aşan yeni bir politik zemini tartışmaya zorunlu kıldı. ​Bu ikinci metin, sadece bir “cevap hakkı” veya “savunma” metni değil, aksine, ilk metnin yarattığı tartışma ikliminden beslenen, eleştirileri birer veri olarak kabul eden ve vegan politikasının Türkiye’deki izdüşümlerini daha derinlikli, daha yapısal ve daha kapsayıcı bir şekilde ele almayı hedefleyen yeni bir haritalama denemesidir.

​İlk yazıya gelen tepkiler arasında beni en çok düşündüren ve bu ikinci yazının giriş kapısını aralayan tepki, içeriğe dair spesifik bir karşı tezden ziyade, metnin varlığına yönelik bir reddedişti. Farklı mecralardan ve kişilerden, şaşırtıcı bir benzerlikle şu cümleyi duydum: “Bu yazıyı silmelisin, harekete zarar veriyorsun” ​Bu talep üzerinde uzun uzun durmak gerekiyor, çünkü bu cümle, sadece basit bir sansür değil, belki de hareketin merkezine yerleşmiş çok temel bir savunma mekanizmasının dışavurumudur. Bu savunma, toplumun çok küçük bir yüzdesini oluşturan ve sürekli “dışarıdan” -yani türcü dünyadan- bakıldığında saldırı altında hisseden bir azınlığın geliştirdiği bir çeşit “kale savunması” mantığıdır. Sözgelimi, dışarısı o kadar tehlikeli algılanır ki, içerideki en ufak bir çatlak, kalenin düşmesiyle eşdeğer görülür.

​Öncelikle şunu netleştirmek gerekir ki bir toplumsal hareketin iç tartışmalarının, stratejik ayrımlarının ve hatta çatışmalarının görünür olmasının, o harekete zarar verdiğini düşünmüyorum. Aksine, bir hareketin olgunluğunun, kendi iç çelişkileriyle yüzleşebilme kapasitesiyle ölçüldüğünü düşünüyorum. Sorunları halının altına süpürerek, dışarıya karşı “tek ses, tek yürek” olduğumuz izlenimi vermeye çalışmak, totaliter yapılara özgü bir reflekst olmakla birlikte çoksesli ve özgürlükçü bir hak mücadelesi olan veganizmle bağdaşmaz. ​İlginç bir biçimde, “yazıyı sil” talebinin asıl ironik yanı şudur ki bu talep, ilk metnimde ortaya koyduğum temel tezi, benim hiçbir ek argüman üretmeme gerek kalmadan, somut bir pratikle kanıtlamıştır. Hatırlarsanız ilk metinde, hareket içinde “sekterlik” suçlamasının nasıl bir disiplin aracı olarak kullanıldığını tartışmıştım. Sözgelimi, uzlaşmacı aklın, birlik bozulmasın, tatsızlık çıkmasın, fonlar tehlikeye girmesin ve/veya kamuoyu önünde bölünmüş görünmeyelim kaygısıyla, içerideki eleştirel sesleri nasıl bastırdığını, bu otokontrol mekanizmasının hareketin politik kimliğini nasıl aşındırdığını anlatmaya çalışmıştım. ​İşte benden yazıyı silmemi isteyen kimi yoldaşlar, farkında olmadan, eleştirdikleri o mekanizmayı bizzat üzerimde uyguladılar. Onlara göre, içerideki bir çatışmanın, bir strateji farkının veya bir hoşnutsuzluğun görünür olması, hareketin zayıflığı olarak kodlanmıştı. Bu refleksi göstererek, yani tartışmayı zararlı ilan edip susturmaya çalışarak, tam da eleştirdiğim o “sekterlik korkusuyla disipline etme” pratiğini bizzat hayata geçirdiler. ​Bu durum bize şunu gösteriyor: Vegan hareketin içindeki önemli sorunlardan biri de farklı stratejilerin varlığından ziyade, bu farklılıkların konuşulmasını engelleyen o “kırılgan birlik” anlatısıdır. Bu birlik kırılgandır çünkü ortak ilkeler üzerine değil, konuşulmayan/konuşulmadan varsayılmış kimi sorunlar üzerine inşa edilmiştir. Mevcut konfor alanımızı bozacak her türlü yüzleşmeden kaçınan o meşhur “aman tadımız kaçmasın” kültürüyle kurulan bir dayanışma, sahte bir dayanışmadır. Bir yaranın iyileşmesi için önce açılması, hava alması ve temizlenmesi gerekir. Üzerini kapatmak sadece kangrene yol açar. Dolayısıyla, bu metinleri yazmaktaki ısrarım, harekete zarar vermek değil, hareketin, tartışmaktan korkan o ürkek halinden sıyrılıp, kendi çokluğuyla barışık, kendine güvenen bir politik zemine dönüşmesine naçizane bir katkı sunmaktır.

​Metodolojik Bir Açıklama Olarak İdeal Tipler, Spektrumlar ve Gri Alanlar

Önceki yazıma gelen en yaygın ve belki de en haklı metodolojik eleştiri, bir “sahte ikilem” yarattığım yönündeydi. Birçok vegan dostum, hareketin bu kadar keskin iki uca bölünmediğini, Türkiye’deki vegan aktivistlerin çoğunun ne tamamen STK aklıyla hareket ettiğini ne de tamamen uzlaşmaz bir radikallik sergilediğini, aksine asıl kitlenin bu iki uç arasında, hatta yer yer bu iki ucu da aşan geniş bir gri alanda kümelendiğini belirttiler. ​Bu eleştiri, sahadaki gündelik gerçeklik açısından son derece yerindedir. Elbette sahaya indiğimizde karşımızda saf bir radikal veya saf bir pragmatist bulmak zordur. Bunun nedeni, insanın -özcü bir yerden bakıldığında- değişmez bir öz olarak tutarsız olması değil, içinde yaşadığımız türcü dünyanın dayattığı koşullar ve stratejik gereklilikler altında herkesin farklı bir müzakere yürütmesidir. Bizler, sabah sömürüye karşı son derece tutarlı bir öfkeyle uyanıp, gün içinde sosyal ve ekonomik ilişkilerin baskısı altında daha esnek bir tutum takınmak zorunda kalabilen özneleriz. Bu parçalı hal, bir karakter zafiyetinden ziyade, tutarlı kalmanın neredeyse imkansızlaştırıldığı bir sistemde var olma çabasının sonucu olarak da okunabilir. Birey ne kadar tutarlı olmaya çabalasa da çevresel dolayımlanmalar, toplumsal roller ve hegemonik kültür, bizi o gri alanda durmaya zorlar. Dolayısıyla o gri alan, sadece bilinçli bir stratejik tercih değil, aynı zamanda ideallerimizi kuşatan maddi koşulların yarattığı zorunlu bir sığınma[3], bazen de bir soluklanma alanıdır.

İlk yazıda yaptığım değerlendirmenin indirgemeci görünmesinin ardındaki bilimsel metodolojiye dayalı mantığı açıklamak istiyorum. Karmaşık ve kaotik görünen bir toplumsal gerçekliği tartışabilmek için, bazen o gerçekliğin uç noktalarını, yani sınırlarını belirleyen mantıksal söylemleri kristalize etmek gerekir. Sosyal bilimlerde buna, Max Weber’in kavramsallaştırmasıyla “İdeal Tipler” denir. Örneğin Weber, bir eserinde kapitalizmin ruhunu anlatırken, tarihte tek bir bireyde asla saf haliyle bulunmayan bir “Protestan ahlakı” tipi kurgulamıştır. Amacı bir kişiyi anlatmak değil, bir zihniyeti görünür kılmaktır. Benzer şekilde, antropoloji alanında da yapısalcılık, anlamın “ikili karşıtlıklar” (doğa-kültür veya çiğ-pişmiş gibi) üzerinden kurulduğunu söyler. Bir şeyi tartışabilmek için, kabaca da olsa iki zıtlık üzerinden meseleleri ele almak bazen iyi bir strateji olabilir diye düşündüm. Benim ilk yazıda çizdiğim o keskin sınırlar da Ahmet’in veya Ayşe’nin birebir temsili değil, hareketin zihinsel haritasını oluşturan iki baskın düşünme biçiminin, yani o yapısal zıtlığın temsiliydi. Bir yanda başarıyı kurumsal sürdürülebilirlik ve meşruiyet ile ölçen “Yönetişim Aklı” varken, diğer yanda başarıyı türcülüğün tavizsiz reddi ile ölçen “Radikal Etik Aklı”nı yerleştirdim. ​Bir spektrumu, yani o geniş gri alanı anlayabilmek için, o alanın sınırlarını çizen bu uç noktaları netleştirmek zorunda hissettim. Tıpkı bir renk skalasında siyah ve beyazı tanımlamadan, aradaki sonsuz gri tonların neye göre koyu, neye göre açık olduğunu tarif edemeyeceğimiz gibi vegan hareketin içindeki gerilimi de bu iki kutbu belirginleştirmeden tartışamayacağımızı düşündüm.

Bu uçları belirlerken amacım kimseyi bir kutba hapsetmek değildi. Amacım, ortadaki o çoğunluğun üzerinde hissettiği çift yönlü baskıyı tarif etmekti, çünkü o gri alanda duran aktivist, zihninin bir köşesinde “daha kapsayıcı bir dil kurmalısın, marjinalleşerek kimseyi dönüştüremezsin” diyen uzlaşmacı sorumluluk ile diğer köşesinde “uzlaşarak insan-olmayan hayvanların acısını görünmez kılıyorsun, sisteme entegre oldun” diyen uzlaşmaya yanaşmayan radikal vicdan muhasebesi arasında sürekli bir gerilim yaşar. İşte bu iki baskı arasındaki gerilim, aktivisti yıpratan bir çelişki gibi görünse de aslında hareketin motorudur. Türkiye’de gözlemlediğim hareket, -en azından çoğunluk tarafından- bu iki zıt kutbun birbirini çekmesi ve itmesiyle deviniyor. Dolayısıyla ilk yazıdaki o keskin ayrım, gerçeği basite indirgemek için değil, bu karmaşık içsel çatışmayı anlaşılır kılmak için kullandığım bir düşünsel araçtı. Fakat yine de eleştirilerde haklılık payı var: İlk yazımda, bu iki ucun çatışmasına o kadar çok odaklandım ki, bu uçların dışında kalan, bu ikiliğe sığmayan ve hareketi aslında çok daha zengin kılan diğer politik özneleri gölgede bıraktım. Şimdi, haritayı genişletme ve o kör noktaları aydınlatma zamanıdır.

Haritanın Kör Noktalarını Açmak: Vegan Hareketin İdeolojik Derinliği

Kendime yönelteceğim en büyük ve en hayati özeleştiri, ilk metinde vegan hareketi sadece “yöntem” (veganlık kitlelere nasıl anlatılmalı?) üzerinden tartışıp, “ideoloji” (dünyayı nasıl algılamalı?) üzerinden çeşitlenen o zengin yapısını eksik bırakmaktı. Hareketi sadece “piyasayla/devletle uzlaşan pragmatistler” ve “sadece ahlaki tutarlılık arayan radikaller” arasına sıkıştırmak, Türkiye’deki vegan hareketin omurgasını oluşturan çok önemli damarları, yani Anarşist, Marksist, Feminist ve Queer veganları[4] görünmez kılmıştır. Peki, bu görünmezlik neden sorunludur? Sorunludur, çünkü bu grupları tartışma zeminine dahil etmediğimizde, veganlık dışarıdan bakıldığında sadece bir “tüketim tercihi” veya soyut bir “etiket” gibi algılanır. Oysa bu gruplar bize, veganlığın tek başına duran bir kimlik değil, farklı politik ideolojileri enlemesine (transversal) kesen, onları dönüştüren ve onlarla birleşerek bütüncül bir dünya görüşü yaratan politik bir hat olduğunu gösterir. İlk yazıda “Radikal Tutarlılık” dediğimiz kanadı eleştirirken, onların mutlakiyetçi tavırlarının pratik kazanımları engellediğini, gündelik hayattan koptuğunu ve elitistleştiğini iddia etmiştim, fakat sahaya baktığımızda, sokakta fiilen mücadele eden bu kesim politik aktivistlerin, bu genellemenin en güçlü antitezini oluşturduğunu görürüz.

Önceki yazıdaki teorik körlüğü gidermek adına haritayı genişlettiğimizde, birbirine geçmiş, ideolojik olarak birbirini besleyen ve -geçmiş tarihlerde olduğu gibi- çoğu zaman aynı siperde omuz omuza duran iki güçlü damarı, Anarşist ve Marksist hattı[5] birlikte ele almak, toplumsal açıdan çok daha isabetli olacaktır, çünkü bu hatları keskin çizgilerle ayırarak tartışmaya çalışırken, anarşistlerin kapitalizmle derdi olmadığını veya Marksistlerin devlet aygıtlarını eleştirmediğini ima etmek gibi büyük bir hataya düşebilme ihtimalim var.[6] Oysa kabaca söylemek gerekirse bu “sistem karşıtı blok”, ilk yazıda radikal kanada atfettiğim pratikten kopuk, pasif ve sadece ahlaki yargı dağıtan o fildişi kulesi imgesini yerle bir eder. Aynı zamanda bu blok, ilk yazıda eleştirdiğim uzlaşmacı kanadın aksine, devlet ve sermaye ile masaya oturmayı reddeder, fakat bu reddedişi, “ellerimiz kirlenmesin” diyen steril bir ahlakçılıkla değil, sorunun kökenine inen yapısal bir analizle yaparlar. Onlar için türcülük, devletin otoritesinden, kapitalizmin kâr hırsından ve hiyerarşinin tahakkümünden bağımsız, tek başına duran bir söylem değildir. Anarşist gelenekten beslenen veganlar, oklarını daha çok hiyerarşinin ve otoritenin topyekûn reddine yöneltirler. Devletten yasa talep etmeyi reddederler, çünkü devleti çözümün değil, bizzat sorunun ve şiddetin kaynağı olarak görürler. Öte yandan Marksist veganlar, merceği ekonomik altyapıya çevirerek insan-olmayan hayvan sömürüsünün “meta fetişizmi” ve “emek sömürüsü” ile olan bağını ifşa ederler. Onlar, insan-olmayan hayvanı sadece acı çeken bir kurban olarak değil, kapitalist döngüye entegre edilmiş, emeği ve bedeni çalınan bir “meta” olarak ele alırlar.  Bu blok içerisindeki iki damarın, motivasyonlarında farklılıklar olsa da vegan hareket içerisinde vardıkları eylem pratiği ortaktır: Neoliberal veganizmin reddi.[7] Bu blok, veganlığı sadece bireysel bir tüketim tercihi olarak görmez ve “tüketici aktivizm”[8] tuzağına düşmez. Onlar, sömürüsüz bir dünyanın, sömürü üzerine kurulu kapitalist sistem ve büyüme ekonomisi içinde mümkün olamayacağını savunurlar. Dahası, bu teorik duruş onları eylemsiz kılmaz, aksine hareket içerisinde en aktif olanlar onlardır. Dünya geneline baktığımızda, işgal evleri, Food Not Bombs gibi gıda dayanışma ağları ve ALF örneğinde gördüğümüz gibi doğrudan kurtarma operasyonları bu bloğun ürünüdür, fakat Türkiye’de bu radikal hattın pratiklerinin daha farklı bir düzlemde seyrettiğini not düşmem gerekir. Ülkemizde bu damar, doğrudan eylemden ziyade hiyerarşisiz örgütlenme denemeleri, fanzinler/yazınsal üretimler ve eleştirel tartışma alanları üzerinden kendini var etmektedir. Ayrıca Türkiye’deki bu hattın, yekpare ve kitlesel bir örgütsel yapıdan ziyade daha parçalı, otonom ve bireylerin inisiyatifi üzerinden yürüyen dağınık bir görünüme sahip olduğunu da gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim. Yani demem o ki, onlar STK’laşmadan, fon almadan ve/veya CEO’larla el sıkışmadan da örgütlü ve etkili olunabileceğini savunurlar. Dolayısıyla bu hat, ilk yazımdaki “ya uzlaşmacı olursun ve iş yaparsın, ya da radikal olursun ve sadece konuşursun” şeklindeki o ikili kıskacı, “radikal olup doğrudan eylem üreten” duruşlarıyla çürütürler.

Politik ve ekonomik eleştirinin ötesinde, vegan hareketin belki de en dönüştürücü damarlarından ikisi, sömürüyü toplumsal cinsiyet ve beden politikaları üzerinden okuyan Feminist ve Queer veganlardır. Özellikle Carol Adams ve Josephine Donovan gibi teorisyenlerin mirasları üzerinden yükselen bu hat, mezbahadaki/hayvan çiftliklerindeki/hayvanatbahçelerindeki insan-olmayan hayvan bedeninin sömürüsü ile evdeki/sokaktaki kadın ve queer bedeninin tahakküm altına alınması arasında doğrudan, tarihsel ve kültürel bir bağ kurar. Onlara göre hayvansal tüketim, sadece biyolojik bir tüketim alışkanlığı değil, patriyarkal gücün, toksik maskülenitenin ve doğaya/ötekine hükmetme arzusunun performatif bir inşasıdır. Bu grup, harekete çok kritik bir “kesişimsellik” perspektifi katar, yani ilk yazıda bahsettiğim “Seçici Merhamet” eleştirisini, sadece kedi-köpek ayrımı üzerinden değil, tüm nesneleştirilen bedenler üzerinden kurarlar. Veganlığı, sadece “hayvanları sevmek” gibi duygusal bir zeminden çıkarıp, bedensel otonomiye saygı duymak, rıza inşası ve her türlü nesneleştirmeye karşı durmak olarak biyopolitik bir taraftan tanımlarlar. Bu perspektif, hareketi sadece “hayvan hakları” gettosundan çıkararak onun kadın haklarıyla, LGBTİ+ mücadelesiyle ve beden politikalarıyla teorik ve eylemsel bir bağ kurmasını sağlar.

​Görüldüğü üzere, bu ideolojik hatları haritamıza dahil ettiğimizde, ilk yazıda kurduğum o ikili yapı bozulur, dağılır ve zenginleşir. Anlıyoruz ki veganlık, tek tip bir doğru veya tek bir aktivist profili değil, farklı ideolojik motivasyonlarla beslenen, çok sesli ve çok katmanlı bir harekettir. Bu çoğulluk, hareketin hem en büyük zenginliği hem de en belirgin gerilim kaynağıdır. Dolayısıyla vegan harekete dair herhangi bir çözümlemenin, yalnızca bu ikili ayrımı aşmakla değil, aynı zamanda bu çeşitliliğin nasıl bir arada var olabildiğini, nerelerde çatıştığını ve nerelerde yeni imkânlar yarattığını hesaba katmakla daha anlamlı hâle geleceğini düşünüyorum.

Bir Sürtüşme Kıvılcımı Olarak “Çatışmalı Dayanışma”: Gerilimlerin Ürettiği İmkânlar ve Tehditler

Burada yazının belki de en kritik, en düğüm oluşturan sorusuyla karşı karşıyayız: Bir uçta devletin düzenleyici/müdahaleci araçlarını reddeden anarşist ve Marksist çizgiler, diğer uçta bakanlıklarla, belediyelerle ve resmî kurumlarla temas kurmayı stratejik bir zorunluluk olarak gören daha uzlaşmacı aktörler. Farklı bir açıdan bakıldığında, kapitalist piyasanın bütünsel olarak dönüştürülmesini talep eden antikapitalist yaklaşımlar ile vegan sermayenin/pazarının büyümesini etik-politik bir kazanım olarak değerlendiren liberal damar arasında köklü bir ontolojik gerilim mevcuttur. Kimi zaman birbirini dışlayan, hatta abartılı biçimde ifade edecek olursak “düşman kardeşler” gibi konumlanan bu farklı yönelimlerin aynı kolektif mücadele alanında bir arada bulunabilmesi ilk bakışta paradoksal görünebilir. Bu derin ayrışmaların vegan hareketi bir bütün olarak çözüp, onu birbirinden uzaklaşan küçük kabilelere mi böleceğini, yoksa tam tersine, bu gerilimlerden beslenen yeni bir siyasal imkânın ortaya çıkıp çıkmayacağını sormak kaçınılmaz hâle geliyor. Belki de asıl önemli bir başka mesele tam burada başlıyor: Çatışmanın kendisi bir çözülme sebebi mi, yoksa ortak bir etik zeminin yeniden kurulmasını sağlayan kurucu bir dinamik mi?

Bu sorulara verilecek yanıt, bana göre, hareketi çözen bir tahayyül değil; tersine, onun sürekliliğini mümkün kılan dinamikleri anlamaya yönelmelidir. İlk yazıda “kutuplaşma” olarak adlandırdığım ve kimi dostlarımın tehlikeli bulduğu bu görünüm, aslında bir çözülme işareti değil, hareketin kendi iç mantığını canlı tutan katalizör noktalarıdır, çünkü olası uzlaşım alanları, etkili stratejiler ve yaratıcı politik açılımlar, ancak çatışma hatları belirginleştiğinde ortaya çıkar. Yapay bir uyum yaratma çabası- örneğin, “kimse kimseyi eleştirmesin” ve “herkes aynı dili kullansın” gibi ifadeler- gri alanları ortadan kaldırır, hareketi tekelleştirir ve politik enerjisini söndürür. Oysa politika, tam da farklılıkların sürtünmesinden doğan bir üretkenliğe sahiptir. Bu nedenle burada “Çatışmalı Dayanışma” adını verdiğim kavram, romantik bir birlik çağrısı değildir, birbirimizin yöntemlerini, teorilerini ve pratiklerini sert biçimde eleştirebildiğimiz, ancak türcülük dediğimiz düşmana karşı stratejik bir iş bölümü ve ortak bir etik zemin kurabildiğimiz gerilimli ama işlevsel bir alanı ifade eder. Bu çerçeve, çatışmayı bir tehdit olmaktan çıkarıp, hareketin yenilenme ve dönüşme kapasitesinin temel bileşeni olarak okumayı mümkün kılar.

Bu noktada biraz daha somut örnekler vermek faydalı olacaktır. Radikal dediğimiz veya anarşist/Marksist damarın “katı” türcülük karşıtı söylemi, doğrudan eylem pratikleri ve kamusal alanda karşılık bulan öfke üretimi olmasaydı, uzlaşmacı çizginin temsilcileri bakanlıklarla, belediyelerle veya şirketlerle müzakere masasına oturduklarında o masanın ağırlık dengesini neye yaslayacaktı? Yani demem o ki, siyasal iletişimde “Overton Penceresi” olarak bilinen, yani hangi taleplerin makul ve tartışılabilir kabul edileceğini belirleyen aralığı şayet radikal kanat zorlamasaydı, bugün “ılımlı” saydığımız taleplerin bir bölümü hâlâ marjinal kategorisinde yer alıyor olacaktı. Dünyadaki pek çok örnek bunu doğrular. Sözgelimi, İngiltere’de Huntingdon Life Sciences laboratuvarına karşı yürütülen sert doğrudan eylemler olmasaydı, daha sonra anaakım hayvan refahı örgütlerinin kazandığı yasal kısıtlamalar müzakere masasına hiç gelmeyebilirdi. Başka bir örnek olarak, ABD’de 1990’larda ALF’in sert çıkışları olmasaydı, bugün şirketlerin “cruelty-free” etiketlerini benimsemesi için bile bir zemin oluşmayabilirdi. Aksini iddia eden ciddi bir kesim olmasına rağmen, radikallerin uçları zorlamadan “makul” merkezin genişlemeyeceğini düşünüyorum. Bu sefer aynı soruyu tersine çevirdiğimizde, uzlaşmacı hattın da radikaller için bir tür “amplifikatör” işlevi gördüğünü fark ederiz. Kitlesel erişim, medya görünürlüğü, fon kaynakları ve kurumsal meşruiyet sağlayan yapılar -her ne kadar eleştiriye açık olsalar da- radikal kanadın ürettiği derinlikli teorinin ve etik-politik analizin daha geniş kitlelere ulaşabilmesi için bir dolaşım kanalı yaratır. Türkiye bağlamında bu dinamiğin en görünür örneklerinden biri, son yıllarda tırmanan “sokak hayvanları” tartışmalarıdır. Sokaklarda yaşayan kedi ve köpeklerin toplatılmasına veya öldürülmesine karşı gelişen sert söylemler, çoğu zaman geniş kitlelere hitap eden kampanyalar, popüler sosyal medya hesapları ve görünür aktivistler aracılığıyla vegan olmayan kesimlerin dahil olduğu toplumsal bir tepkiye dönüşmüş, böylece radikal hattın üretmeye çalıştığı politik duyarlılık ana akım gündemine taşınabilmiştir. Radikal dediğimiz hattın yalnızca kendi yankı odalarında konuştuğu bir bağlamda bu teorik birikim hızla içe kapanma riski taşırdı. Dolayısıyla bu iki hat arasındaki çatışma yüzeyde bir kırılma gibi görünse de daha yakından bakıldığında hareketin siyasal ekosistemini ayakta tutan karşılıklı bağımlılık mekanizmalarının bir parçasıdır. Ne radikal dediğimiz oluşumlar, piyasa-dinamiği içerisinde hareket uzlaşmacıların alan açıcı kurumsal etkisine tamamen sırt çevirebilir, ne de uzlaşmacılar radikallerin pencereyi genişleten müdahalelerinden bağımsız bir siyasal dil kurabilir. Gerilim burada bir tehdit değil, hareketin yenilenme ve dönüşme kapasitesinin bizzat motoru haline gelir.

Tüm iyimserliğime rağmen yine de burada çok kritik bir noktaya temas etmek ve bir uyarıda bulunmak zorundayım. Her çatışma veya her eylem alanı, kendiliğinden özgürleştirici değildir. Bazen sistem (merkeziyetçi iktidar ve/veya piyasa, artık adına ne derseniz), muhalefeti daha ılımlı/ılık, daha zararsız ve yönetilebilir bir alanda tutmak, aktivistlerin biriken gazını almak için kimi alanlara kontrollü biçimde izin verir. Suni çatışma alanları yaratan bu tuzaklar, mücadeleyi sönümlendirmek için tasarlanmıştır. Sözgelimi, bir belediyenin veya şirketin mezbahaların, hayvan çiftliklerinin veya hayvanat bahçelerinin kapatılması gibi radikal talepleri görmezden gelip, sadece “vegan festival” gibi zararsız etkinliklere alan açması, o alandaki veganlar ne kadar samimi olursa olsun, aslında hareketin enerjisini sistem içi bir taca atma hamlesidir. Bu tür kontrollü alanlar, dışarıdan bakıldığında hareket büyüyor gibi gösterse de aslında hareketi sistemin -veya farklı bir açıdan bakıldığında, çoğunluğun- tolere edebileceği bir sınıra hapseder. Ne yazık ki sistemin özellikle “makul”, düşük riskli ve kurumsal mekanizmalara uyumlu mücadele biçimlerine açtığı bu konforlu alanlar, birçok kişide sahici bir politik müdahalede bulunuyormuş hissi yaratarak apolitizasyonu hızlandırıyor. Sert, dönüştürücü ve yapısal eleştiri barındıran mücadele yöntemleri geri plana itilirken, dilekçe kampanyaları, sosyal medya estetiğine indirgenmiş aktivizm veya kurumlarla kurulan yüzeysel temaslar bir tür “siyasal yeterlilik illüzyonu” yaratıyor. Bu illüzyon, mücadeleyi radikal hatlardan uzaklaştırarak hareketin politik ufkunu daraltıyor. Biraz daha açmak gerekirse, veganlığı salt bir tüketim aktivizmine indirgeyen, market raflarındaki vegan ürün çeşitliliği arttığında veganlığın da otomatik olarak kazandığını sanan bu kitlesel yanılsama, bahsettiğim o suni alanların en somut ve tehlikeli çıktısıdır. Dolayısıyla çatışmalı dayanışma derken kastettiğim şey, sistemin bize çizdiği kum havuzunda birbirimizle didişmek değil, sistemin sınırlarını zorlarken birbirimizin arkasını kollamaktır. Samimi bir aktivizm alanı ile sistemin gaz alma mekanizmasına hizmet eden etkinlikler arasındaki farkı okuyabilmek, bu dayanışmanın en kritik sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Sonuç olarak bakıldığında, çatışmayı örtbas etmek değil, niteliğini sorgulayarak görünür kılmak gerekir, çünkü ancak yüzleşilen bir çatışma, yeni alanlara kapı aralar.

“Vegan Hareketin İçerisi ve Dışarısı” Tartışmalarında İçeriyi ve Dışarıyı Belirleyen Temel Ölçütler Nedir?

Haritayı genişletmekten, ideolojik kimi kör noktaları gidermekten ve kapsayıcılıktan bahsederken ilk yazımda en sert eleştirileri yönelttiğim ve hareketin sınırlarında dolaşan iki grubu, yani “Seçici Merhametli Hayvanseverleri” ve “Entelektüel Oportünistleri” unuttuğum sanılmasın. Aksine, hareketin içindeki çeşitliliği kabul etmek ne kadar elzemse, hareketin sınırlarını dışarıdaki tutarsızlıklara karşı korumak da o kadar hayatidir çünkü sanıldığının aksine kapsayıcılık, ilkesizlik demek değildir. Burada “kapsayıcılık” kavramını doğru tanımlamak gerektiğini düşünüyorum. Hareketin kapılarını farklı ideolojilere açmak, içerideki herkesin birbirini koşulsuz onayladığı anlamına gelmez. Örneğin, ben bir vegan aktivist olarak, liberal bir veganın sorunların piyasa-güdümlü çözüleceğine ilişkin öne sürdüğü çözümlerini eleştirebilirim ancak onunla “türcülük karşıtlığı” ve “sömürüsüz yaşam” gibi asgari müştereklerde buluştuğum için onu hareketin bir parçası, yani “içerden biri” olarak kabul ederim. İçeride olmak, aynılaşmak değil, temel etik zeminde anlaşıp, yöntem konusunda tartışabilme meşruiyetine sahip olmaktır. Bazen bazı konularda tartışmak için belirli bir zeminin kurulması gerekir, diğer türlü, sözcükler boşluğu dövmekten başka bir işe yaramazlar.

İlk yazıda, kedi-köpek gibi yüzleşilmesi daha muhtemel canlıların haklarını gözetirken, diğer taraftan da kuzuların etini yiyen, “merhametli hayvanseverler” kitlesini, türcü hiyerarşiyi yeniden ürettikleri için eleştirmiştim. Peki bu ikinci haritalamada onları nereye koyacağız? Bu noktada stratejik bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Onlar, politik anlamda hareketin öznesi değildir belki ama hareketin en büyük potansiyel tabanıdır.[9] Marx ve Engels’in “Lümpen Proletarya” tanımına benzer şekilde, sınıf bilinci (bizim örneğimizde, tür bilinci) henüz oluşmamış, sisteme eklemlenmiş ama duygusal potansiyeli olan bir kitle olarak ele almak daha doğrudur. Onların sorunu kötü niyet değil, kültürel kodlarla işlenmiş bir bilinç yarılmasıdır. Vegan hareketin görevi, bu kitlenin merhametini seçici ve keyfi olmaktan çıkarıp, kapsayıcı ve politik bir adalet zeminine çekmektir. Dolayısıyla onlarla kuracağımız ilişki, bir dışlama değil, sabırlı bir yüzleştirme ve davet ilişkisi olmalıdır. Sonuçta unutmamak gerekir ki, -maalesef ki- bir zamanlar hepimiz navegandık.

Bir diğer mesele, ilk yazıda “entelektüel oportünizm” olarak adlandırdığım ve özellikle akademik çevrede görülen “vegan olmayan türcülük karşıtı(!)” figürlerdir. Burada “oportünizm” derken tüm akademik üretimi toptan değersizleştirmiyorum, bilakis posthümanizm, Feminist STS, eleştirel hayvan çalışmaları, çoktürlü (multispecies) etnografi gibi alanlarda son derece ufuk açıcı çalışmalar üretildiğini teslim etmek gerekir. Örneğin, hepimizin bildiği Donna Haraway[10], Jacques Derrida vd.  gibi kimi düşünürlerin insan olmayan hayvan-insan ilişkilerine dair önemli kavramsal katkılar sunduğu yadsınamaz, fakat mesele tam da burada başlıyor. Bu teorik birikimin yarattığı düşünsel imkânlar, bazı akademisyenler tarafından praxis’ten, yani teorinin eylemle buluştuğu etik zeminden tamamen koparıldığında ortaya ciddi bir meşruiyet krizi çıkıyor.

Son yıllarda akademide popülerleşen kimi çalışma alanları hayvan bedenini politik bir nesne olarak çözümleyen, türcülüğün ontolojik temellerini sorgulayan derinlikli tartışmalara kapı açtı. Ne var ki aynı figürlerin akşam yemeğinde o sorguladıkları bedenleri tüketmeye devam etmesi veya farklı biçimlerde hayvansal ürünleri tüketiyor olması teoriyi steril bir entelektüel alana hapsediyor. Oysa önceki bölümlerde övgüyle değindiğim anarşist, Marksist veya feminist veganlar tam da praxis ilkesine bağlı olarak, teoriyi yaşamla, sözü eylemle bütünleştirme yönünde hareket ederler. Bu oportünist profil ise teori ile pratiği bilinçli/bilinçsiz bir biçimde ayırarak veganlığı bir yaşam pratiği olmaktan çıkarıp estetikleştirilmiş, risksiz ve steril bir akademik fanteziye indirger. Geçenlerde bir çevirisini yaptığım Antropolog Paul Rabinow[11] buna “kütüphane fantezisi” der. Dünyanın kanlı, karmaşık ve acı dolu gerçekliğini, kontrol edilebilir bir kavramsal düzleme indirgeme arzusu. Bu figürlerde türcülük, hayvan çiftliklerindeki sömürü pratiklerinde hayat bulan bir şey değil, kongrelerde/entelektüel ortamlarda/lisans ve lisansüstü derslerde şık bir tartışma başlığıdır. Sorun, bu samimiyetsizliğin bireysel bir tutarsızlıktan ibaret olmayıp, hareketin politik meşruiyetini doğrudan zayıflatmasıdır. Bir profesörün “türcülük kötüdür” deyip hayvansal tüketime devam ettiği bir dünyada, sıradan bir yurttaşa veganlığın etik bir zorunluluk olduğunu savunmak inandırıcılığını büyük ölçüde kaybeder. Bu figürler, vegan olmayan çoğunluk için mükemmel bir kaçış rampası, bir vicdan rahatlatma mekanizması oluşturur. Dolayısıyla hareketin sınırlarının çizilmesi gerekir. Herkesin “hayvan hakları savunucusu” olarak konumlandığı muğlak bir zeminde kavramlar içini hızla boşaltır ve anlamsızlaşır. Burada önerdiğim sınır açıktır: Felsefi, stratejik veya ideolojik olarak nerede durursanız durun, gündeliğinizdeki şiddet biçimleriyle yüzleşmediğiniz ve o şiddetin faili olmaktan çıkmadığınız sürece bu hareketin politik öznesi değil, ancak inceleme nesnesi olabilirsiniz.

Sonuç Olarak

Yazının sonuna yaklaşırken önceki tartışmaları yeniden özetleme niyetinde değilim; bunun yerine bu metnin yazılmasına vesile olan düşünsel zemine dair daha genel bir gözlemle bu yazıyı sonuca bağlamak istiyorum. Türkiye’deki vegan hareketin son yıllarda belirgin biçimde artan politik duyarlılığına, ideolojik çeşitliliğine ve görünürlük kazanan pratiklerine rağmen, bu metin özelinde karşılaştığım bir tür entelektüel tıkanıklığa işaret etmeden bitirmek, bu refleksif denemeyi eksik bırakacaktır. İlk metne gelen tepkilerin sayıca fazla olması sevindiriciydi ancak bu tepkilerin önemli bir kısmında tartışmanın derinleştirilmesine yönelik teorik çabanın zayıf kaldığını fark ettim. Beni “sahte ikilem” kurmakla veya “harekete zarar vermekle” suçlayan bazı yorumları değerlendirirken, çoğu zaman karşı argümanın ne söylemek istediğini anlamlandırabilmek için, eleştiriyi zihnimde yeniden kurmak, genişletmek ve tutarlı hâle getirmek zorunda kaldım. Bu durum bir kırgınlıktan ziyade, hareket içindeki düşünsel reflekslerin henüz gelişme aşamasında olduğuna işaret ediyor ve tam da bu nedenle bu metin, bir savunma değil, daha olgun bir tartışma kültürünün mümkün olabileceğine dair mütevazı bir çağrı olarak okunmalıdır.

Bir yazarın kendisine yöneltilen eleştiriyi, eleştiriyi yapan kişiden daha tutarlı hâle getirmek için çabalaması, yalnızca kişisel bir hayal kırıklığı değil, o toplulukta eleştirel düşünme kültürünün henüz oturmadığının bir göstergesidir. İlk metne gelen tepkilerin bir kısmı elbette değerliydi fakat genel olarak bakıldığında itirazların çoğu metnin yapısal iddialarına, teorik açmazlarına ve/veya kavramsal mimarisine yönelen analitik bir sorgulamadan ziyade, duygusal reflekslere ve anlık tepkilere[12] dayanıyordu. Bunu kendi metnime atfettiğim bir kutsiyet nedeniyle söylemiyorum, aksine mesele, metinden bağımsız olarak hareketin düşünsel reflekslerine dair daha geniş bir problemi görünür kılmasıdır.

Veganlığı yalnızca market raflarındaki vegan ürünleri tüketen bir “müşteri kimliğine” indirgememek için çabalayan bir hareketin, entelektüel alanda karşısına çıkan fikirleri de aynı hızla tüketilebilir nesneler gibi ele alması kaçınılmaz bir çelişki yaratır. Nasıl ki bir ürünün vegan etiketine sahip olması, onu üretim zinciri boyunca lojistikten pestisite, emekten ticari dolaşıma kadar hayvan sömürüsünden bütünüyle azade kılmazsa, veganlığa dair bir metin de yalnızca “niyetinin iyi olması” nedeniyle sorgulanamaz değildir. Bir metin tıpkı bir ürün gibi izlenebilir olmalıdır: Yazar kimdir, hangi niyetle yazmaktadır, hangi yöntemle argüman kurmaktadır, metin kime hizmet etmektedir, hangi siyasal zemini meşrulaştırmakta veya görünmez kılmaktadır? Bu sorular sorulmadan bir yazıyı hızlıca “beğenmek”, “katılmamak” veya “saçma bulmak” aslında ayakları yere basmayan bir entelektüel tüketim refleksinden ibarettir. Oysa teorik üretim de tıpkı eylem gibi takip edilmesi, açılması ve politik bağlamına oturtulması gereken bir süreçtir. Bu nedenle, Türkiye’deki vegan hareketinin sahadaki eylemliliği kadar, masadaki teorik tartışmayı da ciddiye alacak bir olgunluğa adım adım yaklaştığına inanıyorum. Bu metin -tüm eksikleri, tartışmalı yönleri ve provokatif yanlarıyla birlikte- o olgunluğa bir davet, belki de düşünsel tembelliği kırmaya yönelik küçük bir kışkırtma olarak okunmalıdır. Umuyorum ki bu çağrı, “tadımız kaçmasın” konforu içerisinde değil, gürültülü ama üretken bir tartışma ortamında bilinçli okuyucularını yakalar.

[1] Yüksek Lisans Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Halkbilimi Bölümü, Ankara/Türkiye. E-posta: erhan.krkmzoglu@gmail.com ORCID: 0000-0002-9744-6484.

[2] Sözü geçen makale için bakınız: https://toplumveutopya.com/vegan-hareket-icindeki-kutuplasmalar-uzlasmacilik-radikal-tutarlilik-secici-merhamet-ve-entelektuel-oportunizm-erhan-korkmaz/

[3] Burada sözünü ettiğim gri alan, yalnızca stratejik müzakerelerin döndüğü bir saha değil, aynı zamanda bireylerin içinde bulunduğu “maddi koşulların diktatörlüğünün” yarattığı zorunlu bir sığınaktır. Türkiye’nin derinleşen ekonomik krizinde barınma, beslenme ve güvencesizlik üçgenine sıkışmış yüzbinlerce öğrenci/genç/emekçi/emekli için veganlık, ne yazık ki bir “etik seçim” olmaktan çıkıp, pratik olarak sürdürülemeyecek bir maliyete dönüşebilmektedir. Dolayısıyla kimi bireylerin vejetaryen hatta “zorunlu navegan” tüketim biçimleri içinde kalmaları bir irade zafiyeti değil, piyasalaşmış gıda rejimlerinin ve yoksulluk düzeninin dayattığı bir hayatta kalma stratejisidir. Burada eleştirilmesi gereken, imkansızlıklar içinde bocalayan bireyler değil, insan-olmayan hayvanların sömürüsünü kalıcılaştıran ekonomik yapıdır. İtiraf etmeliyim ki, önceki yazımda tartışmayı salt kavramsal uçlar (uzlaşmacı/radikal) üzerinden kurarken, tüm bu yapısal şiddete rağmen vicdanını diri tutmaya çalışan bu insanları görünmez kıldım. O metin, bu çabayı yansıtmakta yetersiz kalmıştı. Dolayısıyla imkanları elvermediği halde etik duruşunu diri tutmaya çalışan herkes, bu görünmezlikten ötürü samimi bir özrü hak ediyor.

[4] Şüphesiz ki, burada ele aldığım bu dört ana akımın, vegan politikanın ideolojik yelpazesini bütünüyle temsil ettiğini söyleyemem. Hiyerarşiyi doğa-merkezli bir yerden reddeden derin ekoloji hareketinden, sömürgecilik karşıtı (decolonial) okumalara; inanç temelli veganlıktan, sakatlık çalışmalarıyla kesişen hatlara kadar çok daha geniş ve çetrefilli bir mücadele alanının olduğunun farkındayım. Buradaki sınıflandırmamı, tüm bu zenginliği kapsama gayesinden ziyade şimdilik Türkiye’deki mevcut sokak hareketinin ve politik söylemin ana omurgasını şekillendiren hatları işaretlemek amacıyla sınırlı tuttum. Kim bilir, belki ilerleyen zamanlarda yolumuz o patikalara da düşer ve bu eksik kalan parçaları başka bir yazının konusu yaparız.

[5] Bu politik hat içerisindeki tartışmaları incelemek isteyen okurlar için ilk aklıma gelen isimler, Steve Best, Marco Maurizi ve Ted Benton’dır. Şunu da eklemeliyim ki, özellikle Steve Best’in metinleri şu sıralar masamda duruyor ve ortaya koyduğu bütünlüklü kurtuluş perspektifinden oldukça etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Türkiye sahasına baktığımızda ise bu politik hatlar üzerinden eylemlilik gösteren kıymetli aktivistler olsa da henüz spesifik olarak bu damardan beslenen ve özgün teori üreten, işaret edebileceğim bir isme rastlamadığımı da not düşmeliyim.

[6] Bu yazının ilk taslaklarında böyle bir ayrımı denemiş ve bu tuzağa düşmüştüm. Sonradan bu iki mücadele alanını -birbirine karıştırmadan- birlikte ele almaya karar verdim.

[7] Burada “neoliberal veganizm” ifadesiyle kastettiğim şey, veganlığı etik-politik bir mücadele hattı olmaktan çıkarıp bireysel tüketici tercihlerine, kişisel yaşam tarzına ve piyasa odaklı çözümlere indirgeme eğilimidir. Bu yaklaşım, sömürüye yapısal ve kolektif bir itirazdan ziyade, bireyin “doğru ürünü” satın alarak sorumluluktan sıyrılabileceği yanılgısına dayanır. Kapitalist piyasanın sunduğu bitkisel ürün çeşitliliğinin artmasını otomatik bir ilerleme olarak görmek, türcülüğü devlet, sermaye ve tahakküm ilişkileri içinde değil, yalnızca alışveriş sepeti düzeyinde ele almak bu perspektifin temel özellikleridir. Neoliberal veganizm, hayvan sömürüsünü siyasi bir sorun olmaktan çıkarıp, bireysel tercihlerin toplamına indirgediği için, radikal, kolektif ve dönüştürücü etik-politik bir hattın tam karşısında konumlanır.

[8] Samimiyetle itiraf etmeliyim ki, son bir yıla kadar ben de market raflarındaki vegan ürün çeşitliliğinin artmasını nihai bir zafer sanıyor, o meşhur “arz-talep” dengesinin sömürüyü bitireceğine inanıyordum, fakat zamanla gördüm ki tüketici aktivizminin en sinsi tehlikesi, yarattığı “görevini yapmış olma” hissidir. Birey, kasada doğru ürünü satın aldığında politik sorumluluğunu tamamladığını düşünür ve bu konforlu tatmin, onu asıl dönüştürücü olan kolektif ve örgütlü eylemlerden alıkoyar. Elbette bu eleştiri, boykotun ve sömürü endüstrisine finansal kaynak akıtmamanın hayati önemini yadsımak anlamına gelmez. Ekonomik baskı şüphesiz ki mücadelenin vazgeçilmez bir aracıdır, fakat tehlike, bu aracın mücadelenin amacı haline gelmesi ve politik direnişin market kasasıyla sınırlandırılmasıdır. Buna ek olarak hatırlatmak gerekir ki, günümüz küresel tedarik zincirlerinde vegan ürünlerin kendisi bile lojistik taşımacılık, ithalat–ihracat süreçleri, pestisit ve monokültür tarımı, hayvan-emeği içeren nakliye pratikleri veya doğrudan insan-olmayan hayvan habitatlarını tahrip eden üretim biçimleri nedeniyle türcülükten yalıtılmış değildir. Yani birçok vegan ürün, navegan muadillerinden daha etik görünse de üretim zinciri düzeyinde benzer sömürü ilişkilerinin bir parçası olmaya devam eder. Bu da tüketici aktivizminin, ürünün etik olup olmamasını bir nihai çözüm olarak görmesinin ne kadar sorunlu olabileceğini gösterir.

[9] Burada küçük bir parantez açarak “hareketin öznesi” tabirinden ne kastettiğimi netleştirmek istiyorum. Elbette sömürülen insan-olmayan hayvanlar, kendi direnişleri ile mücadelenin asıl failleridir ancak burada “politik özne” derken bu sömürüyü sistematik bir dille ifşa etme, örgütlenme ve dönüştürme sorumluluğunu yüklenen insan aktivistleri kastediyorum. Bu, insan-olmayan hayvanların öznelliğinden rol çalmak değil, insanın politik sorumluluğunu tanımlamaktır.

[10] İlgililere Karun Çekem’in 2025 yılında yayımladığı “Veganizmi Haraway’le Düşünmek” makalesini şiddetle okumasını öneririm.

[11] Çeviri makale için bakınız: https://toplumveutopya.com/temsiller-sosyal-olgulardir-antropolojide-modernite-ve-postmodernite-paul-rabinow-cev-erhan-korkmaz/

[12] Bu durum bir noktaya kadar gayet anlaşılabilir çünkü bazen bazı şeylere karşı eleştirel duruşumuz bir teorik arka plana dayanmadan, sezgisel gelişebilmektedir. Bir şeylerin eksik/hatalı olduğunu veya varılan sonucun gerçekliği yansıtmadığını hissederiz ve bu sezgi, gerçekliği teorize etme açısından şüphesiz önemli bir araçtır. Sadece ne hissettiğini söylemek bile bazen çok değerlidir. Fakat benim örneğimdeki karşılaşmalar, bu samimi sezgiden ziyade daha çok üstenci, eleştirisini açma zahmetini göstermeyen ve aceleci bir ton taşıyordu. Elbette bu sitemimi, beni eleştiren herkes için söylemediğimi de belirtmeliyim. Yazıyı beğenen ve eleştirisini olabildiğince yapıcı biçimde sunan arkadaşlara ayrıca teşekkür ederim.

*Yazı görseli, 18.12.2024 tarihinde -İzmir merkezli olan- Anonim Aktivistler ve İzmir Vegan Platformu adlı iki oluşumun Instagram sayfasından ortak olarak yapılmış “Yüzleşme Eylemi” çağrısı afişinden 05.12.2025 tarihinde alınmıştır. Ayrıca ilgili postta merkezi yine İzmir’de bulunan Afalina Hayvan Hakları oluşumu da etiketlenmiştir.

Etiketler : Erhan Korkmaz, Vegan Hareket

Yazarın Diğer Yazıları

Kategoriler
Herhangi bir sonuç bulunamadı.