19. yüzyılda sanayileşme, kentleşme ve buna eşlik eden bir dizi gelişme ile birlikte modern toplum kavramı kullanılmaya başlanmış, 20. yüzyılda modern toplumun krizi ve çelişkilerine karşı post-modern toplum kavramı kullanılmaya başlanmış, içerisinde bulunduğumuz 21. yüzyılda bilgi ve iletişim teknolojileriyle meydana gelen değişimler sonucu bu tanımlamalar çeşitlenmiş; “enformasyon toplumu” “gözetim toplumu” “tüketim toplumu” “ağ toplumu” “gösteri toplumu” “risk toplumu” ve “şeffaflık toplumu” gibi kavramlar kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla yaşanılan çağ, toplumsal değişmelerle birlikte ortaya çıkan bir dizi farklılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Bu farklılaşmaları da anlamak için yeni tanımlamalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu anlamda değerlendirmesinin yapılacağı Yorgunluk Toplumu kitabı da benzer bir sürecin sonucunda yaşanan farklılaşmayı anlatmaktadır.
Felsefe ve kültürel çalışmalar profesörü olan Byung-Chul Han, içerisinde bulunduğumuz dönemi neoliberal-postmodern dönem olarak değerlendirmektedir. Bu anlamda da bunun bireyler ve toplum üzerinde yaptığı etkiyi eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşımla, kendine özgü bir terminoloji kullanarak Yorgunluk Toplumu adlı eserinde anlatmaya çalışmaktadır. Kitap; Sinirsel Şiddet, Disiplin Toplumunun Ötesinde, Derin Sıkıntı, Vita Activa, Bakmanın Pedagojisi, Bartleby Vakası ve kitabın da başlığını oluşturan Yorgunluk Toplumu olmak üzere yedi bölümden oluşmaktadır.
Sinirsel Şiddet adlı ilk bölümde yazar, hastalıkların özellikle de psikolojik hastalıkların yaşanılan çağ ile doğrudan ilişkisi olduğunu vurgulayarak 21. yüzyılın yaygın hastalıklarından olan depresyon, dikkat eksikliği ve tükenmişlik sendromu gibi rahatsızlıkların ortaya çıkması ve artış göstermesini patolojik bir durum olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla yazara göre, bireysel hastalık gibi görünen mental rahatsızlıkların birçoğu yaşanılan çağ ile ilgili olduğu için toplumsaldır. Bu nedenle biyolojik söylemlerle toplumsal söylemler arasında bir ilişki kurmaktadır. Örneğin, immünolojiyi toplumsal bağışıklıkla ilişkilendirerek kullanılır. Nitekim yazara göre, başkalık ortadan kalkmış ve her şey aynılaşmıştır. Dolayısıyla bağışıklığın temel kategorisi olan başkalık, yerini post-immünolojik bir farka bırakmıştır bu fark, artık postmodern bir farktır (s.9). Bu duruma neden olan en önemli etkenlerden birisi küreselleşmedir. Küreselleşme ile birlikte toplumsal bağışıklık; sınırların aşınması, kültürün melezleşmesi ve yabancılaşmaya neden olmuş ve toplumsal bağışıklık zayıflamıştır. Yaşanan bu durumu yazar, “pozitif şiddet” kavramıyla açıklar. Ona göre, şiddet yalnızca negatif bir anlama sahip değildir özellikle günümüzde bilgi ve iletişim teknolojilerinin ilerlemesi ve yaygınlaşması sonucu aşırı enformasyona maruz kalan bireyler pozitif şiddeti deneyimlemektedir. Dolayısıyla üretimin, tüketimin, iletişimin ve bilginin aşırılık düzeyinde yani ifrat düzeyinde görülmesi bireylerde pozitif şiddete neden olmuş ve bunun sonucu olarak; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu ve aynının aşırılığından kaynaklı bireyin kendisini sürekli yetersiz ve eksik görmesi tükenmişlik sendromuna neden olmuştur (s.16).
Disiplin Toplumunun Ötesinde adlı ikinci bölümde ise yazar, Foucault’un bahsettiği disiplin toplumunun ve itaatkâr öznenin yerini artık performans toplumu ve performans öznesinin aldığını belirtir ve Foucault’un iktidar analizinin sonuçlarını psikolojik ve topolojik değişim bakımından değerlendirmediği için eksik bularak Foucault’u eleştirir (s.17). Ancak burada dikkat çekilmesi gereken nokta: yazarın iki farklı toplum ve özne tipinden bahsediyor olmasıdır. Başka bir deyişle, itaatkâr öznenin yerine performans öznesinin geçmesiyle itaatin yerini özgürlüğe bıraktığı yönünde bir fikir kastedilmemekte sadece farklılaşmış bir itaat biçiminden bahsedilmektedir. Örneğin “…tahakküm yöntemlerinin ortadan kalkışı özgürlüğe götürmez. Daha ziyade özgürlük ve zaruretin birbirine geçmesine müsaade eder” (s. 22). Dolayısıyla bu değişim, zorunlu itaatten gönüllü itaate doğru bir farklılaşma olarak değerlendirilebilir. Bu farklılaşmayı Chul Han’a benzer bir şekilde Sennett “karakter aşınması” kavramı ile açıklamaktadır. Sennet’e göre (2017: 10) katı bürokrasinin yerini sürekli risk almanın önemine vurgu yapan esnekliğin almasıyla birlikte insanlara daha özgür olduğu fikri sunulmuştur oysa yeni düzen sadece farklılaşmış bir kontrol biçiminden oluşmaktan öteye gidememiştir.
Derin Sıkıntı adlı üçüncü bölümde yazar, aslında yaşadığımız post-endüstriyel bilgi toplumunda bireylerin multitasking (çoklu görev) yeteneğine sahip olmasının toplumsal gelişme ya da ilerleme olarak değil, aksine bir gerileme olduğunu düşünmektedir (s.23). Bu düşüncesini vahşi doğa örneği üzerinden açıklar. Buna göre, hayvanların vahşi doğada hayatta kalmak için verdiği dikkatli olma mücadelesini günümüzde multitasking kabiliyetine sahip insanlar da vermektedir. Dolayısıyla sürekli birden fazla şeye dikkat kesilmesi gereken insanlar aslında çoğu şeye dikkat kesilememektedir. Nitekim bunu yazar, birden fazla hedefe, bilgi ve işleme odaklanma çabasının sonucu olarak hiper-dikkat (hyperattion) kavramıyla yani sürekli odağı değişen dağınık dikkatle açıklar (s.24). Yazarın bu bölümde vurguladığı diğer bir husus ise dinlenmeyle taban tabana zıt oluşmuş olan aktivite topluluğunun oluştuğudur. Aktivite topluluğu, sürekli tüketime dayanan ve zamanı, mekânı veya herhangi bir şeyi sürekli aktiviteye dönüştürerek tüketmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla da burada dinlenmeye yer yoktur. Dinlenmenin olmadığı yerde ise “dinleme” de ortadan kalkmaya başlamaktadır. Bu bağlamda da iyi bir dinleyici aslında yoğun ve derin bir dikkate sahip kişi demektir ancak bu hiper-dikkate sahip günümüz insanı için bu durum gittikçe zorlaşmaktadır.
Vita Activa adlı dördüncü bölüm, Arendt’in aynı başlıklı yazısına eleştiri olarak yazılmıştır. Arendt; “Vita contemplative karşısında anlam ve değer kaybına uğrayan vita activa terimini emek, iş ve eylemi ifade etmek için kullanır” (Özüaydın, 2019 :105). Dolayısıyla Arendt, geleneksel, edilgen, eylemsiz insanın yerini edimsel, eylemsel modern insana bıraktığını düşünmektedir. Bu nedenle Arendt’e göre, “emek, iş ve eylem” odaklı yeni iş toplumu insanı sürekli çalışmaya, ürettiklerini tüketmeye ve bu biyolojik hayatın kısır döngüsüne girerek animal laborans’a dönüşmesine neden olmuştur (Özüaydın, 2019: 114). Ancak yazar, öncelikle Arendt’in vita activa ile vita contemplativa arasında yaptığı tek yönlü ayrımı eleştirerek bunların birbirinden bağımsız ya da birinin diğerinden üstün olmadığını birbirleriyle ilişkili ve birbirlerine dolayımlı olduklarını ifade etmektedir (s.29). Ayrıca yazara göre, Arendt’in modern animal laborans anlayışı günümüz performans toplumu için geçerli bir açıklama değildir. Çünkü iş ve çalışma sonucu bireyler biyolojik hayatın kısır döngüsüne girerek eyleyenden edilgene yani pasif bir insana dönüşmemiştir. Aksine çalışma toplumu artık yerini aktiflik ve performans toplumuna bırakmış ve insanlara bireyselleşmiş egolar hâkim olmuştur (s. 31). Bu bölümde yazarın değindiği diğer bir husus ise, bu yeni toplumun süreklilik ve devamlılığı ortadan kaldırmış olduğu ve bununla birlikte geçici, güvencesiz, belirsiz yaşamların ortaya çıkmış olmasıdır. Aynı zamanda hız ve performansa odaklı çalışma ilişkilerinin hâkim olduğu günümüz toplumunda özgürlükten de bahsetmek mümkün olmamaktadır. Artık kişinin bile kendisini sömürdüğü, dolayısıyla egemensiz bir sömürünün de mümkün olduğu bir performans toplumunda yaşamaktayız. Buradan hareketle yazar, insanı insan yapan özelliğin yalnızca etkin ve hareketli yaşam değil düşünceye dalmış, kendi hakkında düşünebilen yaşam sürmesi olarak değerlendirmektedir (s. 35).
Bakmanın Pedagojisi adlı beşinci bölümde yazar, giderek artan hiperaktivite ve hızın, öfke gibi duyguların yaşanmasını da unutturduğunu ifade etmektedir. Bunun en büyük nedenini ise içerisinde yaşadığımız pozitifin aşırılığından kaynaklı negatif duyguların sürekli ertelenme ya da unutma çabasıdır. Nitekim “olumluluk toplumu hiçbir olumsuz duyguya da izin vermez. Böylece insanlar eziyet ve acıyla başa çıkma, buna biçim verme becerisini yitirirler” (Han, 2020a: 20). Dolayısıyla öfke gibi negatif duygular istisna halini tasvir eder (s. 39). Fakat yazar, bu istisna halinin Agamben’in normal olmayanın yani negatifliğin hâkim olması durumundan kaynaklı değil aksine pozitifliğin hakim olmasından kaynaklı bir istisna hali olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla yazar, Agamben’in bu çoğalan pozitifliği gözden kaçırdığını iddia etmektedir (s.40). Özellikle de dünyanın her yerinde başarıya odaklı bütüncül bir pozitifleştirilme çabasının hâkim oluşu hem bireyleri hem de toplumu otistik bir performans makinesine dönüştürmüştür (s.40). Bunun sonucu olarak da neoliberal özne performans toplumunun bir zorunluluğu olarak başarıya endeksli bir hale gelmiş ve başarısız olduğunda ise sistem ya da toplumu değil sadece kendini sorumlu görmeye başlamıştır. Böylece neoliberal düzen her şeyin sorumlusu ve suçlusu olarak sistemi değil bireyin kendisini görmesini sağlamıştır. Bireyin kendi kendisini sömürüsü başka bir deyişle, neoliberal öz-sömürü düzeni insanın öfkesini dahi kendisine yönelterek devrimci değil depresif bir hal almasına neden olmuştur (Han, 2020b: 16).
Bartleby Vakası adlı altıncı bölümde ise yazar, Herman Merville’nin (2016), Katip Bartleby adlı eserindeki hukuk bürosunda katip olarak çalışan ve “yapmamayı tercih ederim” cümlesini sıklıkla kullanan ana karakter, Bartleby’den bahsetmektedir. Merville’nin bir “Wall-Street Hikayesi” olarak tanımladığı eserini yazar, animal laborans derecesine indirgenmiş insanlık dışı bir iş dünyasının örneği olarak değerlendirmektedir (s. 43). Özellikle büronun etrafını saran gökdelenler ve büronun işleyişini tasvir eden Merville’nin kitabını yazar, bir disiplin toplumunun tasviri olarak görür. Bu bağlamda daha önce işini hep eksiksiz yapan Bartleby, bir gün tüm bu disipline edici işleyişe karşı “yapmamayı tercih ederim” diyerek istemediği hiçbir şeyi yapmamaya başlamıştır. Bu durumu yazar, disiplin toplumuna karşı bir başkaldırış olarak değerlendirir. Nitekim Bartleby, tüm kaotik kent ve iş yaşamına karşı “yapmamayı” tercih ederek aslında başarısızlık, değersizlik ve yetersizlik hislerinden de kendini azad etmiş bu nedenle de depresyon, tükenmişlik sendromu gibi dönemin yaygın rahatsızlıklarına karşı kendini korumaya çalışmıştır. Dolayısıyla yazar, bu bölümde Bartleby örneği üzerinden bireyi pasif bir özne olmaktan kurtarıp bireye yapmamayı tercih ederek bir başkaldırı imkânının olduğunu göstermektedir.
Kitabın yedinci ve son bölümü Yorgunluk Toplumu’dur. Bu bölümde yazar, aktivite odaklı toplumun yorgunluk toplumuna dönüştüğünü yorgunluk toplumunun ise gün geçtikçe doping toplumuna dönüştüğünden bahsetmektedir. Yorgun ve hâlsiz insanların artık dopinge başvurarak hayatta kalmaya çalıştığı dolayısıyla dopingin insanları bir performans makinesine dönüştürerek sürekli yarış hâlinin olduğu bir durumun içerisine sokmaktadır. Bu bölümde yazarın dikkat çektiği diğer bir husus ise bireysel yorgunluk olan “ben yorgunluğu”nun artık “biz yorgunluğu”na dönüşmeye başladığıdır. Handke’e atıfla böyle bir ayrıma giden yazar, ben yorgunluğunu, bireyin kendisini yalnız hissetmesi ve yaşadığı dünyadan kendisini soyutlama isteği duyması olarak değerlendirirken biz yorgunluğunu ise herkesin ortak deneyimlediği bir takatsizlik, yorgunluk biçimi olarak değerlendirmektedir. Başka bir deyişle biz yorgunluğunda birey bir başkasından kaynaklı yorgunluk yaşamaz deneyimlediği yorgunluk aslında bireysel olmaktan öte toplumsal bir yorgunluktur. Nitekim bu durumu yazar, yorgunluk toplumu olarak adlandırmaktadır.
Özellikle günümüzde başarı ve kazanma odaklı yaşayan neoliberal öznenin psikolojik rahatsızlıklarının büyük oranda toplumsal bir boyutunun olduğunu vurguluyan Byung-Chul Han, kitap boyunca bu duruma sebep olan toplumsal değişmeleri odaklanarak yeni bir toplum tipolojisi olarak “yorgunluk toplumu”nun ortaya çıktığını iddia etmektedir. Yazarı, felsefi üslubundan ve kendine has terminoloji kullanmasından kaynaklı zaman zaman anlamak zorlaşmaktadır. Bunun yanı sıra yazarın eleştirisini yaptığı; Foucault, Agamben, Arendt gibi felsefecilerin düşüncelerine derinlikli yer vermeden sadece kısaca değindikten sonra hemen eleştiriye geçmesi o kişiler hakkında daha önceden bilgiye sahip olmayan okurlar için anlaşılması güç bir hale dönüşmektedir. Ayrıca yaptığı eleştiriler genellikle kendisinin iddia ettiği “yorgunluk toplumu”nun ortaya çıktığına yönelik düşüncesini doğrulamak amacıyla başvurulan kaynaklar gibi görünmektedir. Çünkü yaptığı eleştirilerde genel olarak genelleyici ve yıkıcı bir tavır almaktadır. Bu da elbette okuyucuya zaman zaman kitapta cevabını alamadığı sorular sormaya yöneltmektedir. Ancak bu eleştirilere rağmen kitap, özelikle de çağdaş toplum meseleleriyle ilgilenen ve bireyin bu toplumsal değişmeden nasıl etkilendiğini merak edenler için faydalı olabilecek bir eser niteliği taşımaktadır. Öte yandan yeni bir toplum tipolojisiyle farklılaşmaları anlamaya çalışması ve bu durumu “yorgunluk toplumu” olarak adlandırması önemli bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda da Byung- Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu adlı eserinin özellikle de sosyal bilim okurları için önemli bir kaynak olduğunu ifade etmek mümkündür.
Kaynakça
Chul Han, B. (2019). Yorgunluk Toplumu. (S. Yalçın, Çev.) İstanbul: Açılım Kitap.
Chul Han, B. (2020b). Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri. (H. Barışcan, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Chul Han, B. (2020a). Şeffaflık Toplumu. (H. Barışcan, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Çoşkun Özüaydın, B. (2019). Hannah Arendt’in Vita Activa’sı. A. Hacıfevzioğlu içinde, İnsan, Toplum ve Siyaset: Felsefi Sorgulamalar (s. 87-138). İstanbul: Sosyal Yayınları.
Melville, H. (2016). Kâtip Bartleby. (H. Koç, Çev.) İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Sennett, R. (2017). Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmin İşin Kişilik Üzerindeki Etkisi. (B. Yıldırım, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.