Covid-19 ve Kapitalizm: Dördüncü Nesil Kapitalizmin Mümkünlüğü | Mustafa Demirkan

0
1852

Başlığın fazlaca iddialı gözüktüğünün farkındayım. O yüzden okuyucuya bu yazının, hafife alınamayacak kadar meşakkatli bir dönemin eseri olduğunu belirtmek isterim. Ayrıca okuyacağınız denemenin sistematik bir analiz olmadığını kabul edip varsayıma da indirgenmemesi gerektiğini savunarak tarihsellik metodu ile kaleme alındığını ve geçmişin şimdiye ayna tuttuğunu göz önünde bulundurup “Bu yazı geleceğin bir öngörüsüdür ve gelecek çalışmaları(mın) taslağı olduğu kadar aynı zamanda bir tasarısıdır” diyebilmenin makul olduğu görüşünde olduğumu söylemek isterim.

Kapitalizm, her şeyden önce tarihsellik barındıran ekonomik tabanlı toplumsal bir sistemdir. Bu sebeptendir ki kapitalizm şu tarihte başlamıştır gibi bir yargı, sırf içinde tarihsel süreci barındırdığı için yanlış ve zararlı olacaktır. Kapitalizm, birey-toplum-doğa ilişkisinde etki-tepki, neden-sonuç ilişkilerinin kümülatif çıkarımından ibaret yukarıda da değinildiği gibi ekonomik tabanlı toplumsal bir sistemdir. Kapitalizm, Horkheimer’ın savunduğu üzere[1] biz insanlığın doğaya egemenlik hayalinde gözden kaçırdığımız bir ceza ya da toplum yararına sistemleştirilmiş bir sözleşme olabilir. Doğumun izlerinin tartışmasından uzaklaşıp ortak bir görüşte buluşulduğunda ise kapitalizm için tartışmasız, doğumdan önceki en büyük sancıyı sanayi devrimi sağlamıştır.

Özü itibariyle bir emek-sermaye, üretici-tüketici ilişkisi olan kapitalizm de özellikle sermaye oldukça kilit bir konumdadır. “Tarihsel kapitalizm, adını verdiğimiz tarihsel toplumsal sistemin ayırt edici özelliği, bu tarihsel sistemde sermayenin çok özel bir yolla kullanıma girmesidir(yatırılması). Bu kullanımda başlıca amaç ya da niyet, sermayenin kendini büyütmesidir” (Wallerstein, 2012). Liberal politikalara dayalı bu sistem hürlük, bireysellik adı altındaki sermaye büyütebilme arzusunu zaman içerisinde özellikle montaj hattı devrimi ile Machiavellist bir tavır sergileyip “Amaca giden her yol mübahtır” argümanını, mottosu haline getirmiştir. Bu argüman ise emekçinin sessiz çığlıklarıyla dünyayı klasik kapitalizm ile tanıştırmıştır.

Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’ında[2] oldukça detaylı işlenmiş olan dönemde kelimenin tam anlamıyla makineleşmiş bir insan topluluğu ile karşı karşıyayızdır. Bireyin birey olmaktan çıktığı, kendisine yabancılaşmış, praksisini yitirmiş ve toplumsal bir anomi ile mücadele içinde olan işçi, günde yaklaşık 19 saat çalış(tırıl)arak sadece emeğini değil “insan” olarak tüm yaşamını sermaye sahiplerine adamıştır. “Kapitalizmin merkezinde, klasik iktisat teorisinin ‘homo-economicus’ olarak isimlendirdiği makineleşmiş bir insan yer almaktadır. Bu insan, tüketici olarak fayda maksimizasyonuna üretici olarak da kâr maksimizasyonuna şartlanmıştır.” (Aydın, 2015). Klasik kapitalizm, yalnızca iktisadi çıkar kaygısıyla haraket eden, imkânları elverdiği ölçüde ‘çok kazanma hırsı’ taşıyan bireyler, bu bireylere hizmet eden emekçiler ve emekçilerin üretimini hali-hazırda bekleyen tüketicilerden oluşmaktadır. Bu dönemin sermaye sahipleri için olan genel yargı her ne kadar “rasyonel düşünce” olsa da şahsi görüşüm ve vicdanım ile cevaplandıracak olursam “kazanma hırsı ile düşünceden yoksun” olarak nitelendirmekten çekinmeyeceğim kimselerdir. Bu kazanma hırsına sahip kimseler, yoğun tempolu çalışma şartları içindeki işçiler ve özellikle genel yoksulluk neticesindeki azınlıklı tüketici, basit bir denklem ile -bugünün global-tüketicisinin yakından bildiği ve “Black Friday” olarak “andığı”- 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nı yani Büyük Buhran’ı yaratmıştır. Bu basit denklem ise gayet anlaşılırdır. Üretilen mal, artık tüketilemez bir hale gelmiştir.

Özellikle ve doğal olarak saniyileşmiş kentlerde şahit olduğumuz bu derin ekonomik buhran tüm dünyada yaklaşık 10 yıl kadar etkisini göstermiş ve büyük bir krize sebep olmuştur. Buhranın alevleri sonrasında büyük bir savaşı da beraberinde getirerek modern toplumun en görkemli dönüşümünün imkânını sağlamıştır. Klasik kapitalizm yaşattığı bu zorlu 30 seneyi ancak reformist bir adımla toparlayacaktır: Sosyal Kapitalizm.

İkinci evre olarak nitelendirmekte bir sakınca görmediğim sosyal kapitalizm, yirminci yüzyılın soğuk savaşını da göz önünde bulundurarak Amerika ve Avrupa ülkelerindeki nispeten klasik kapitalizme göre daha ılımlı bir toplumsal sistemdir. Bauman’ın elektrik devresi metaforu burada oldukça yerinde olacaktır. “Bir elektrik devresi aşırı yüklendiğinde, ilk iflas edecek parça sigortadır. Elektrik akımı gerilim sınırlarının üstüne çıktığı anda, sigorta diğer bütün parçalardan önce yanarak bütün elektrik devresini ve devreden yararlanan sistemleri kapatır.” (Bauman, 2013). Üretilen malların tüketilememesi, ekonomik enkazın altındaki toplum yapıları, savaşlar neticesinde büyük bir krizi doğurmuştur. Fakat unutmamak gerekir ki kriz her zaman gebelik dönemidir. Ya da bir başka analoji ile açıklayacak olursak iyileşmek için önce hasta olmak gerekir. 1960’lı yıllardaki (zorunlu olarak) ılımlı kapitalist modelin sunduğu iyimser, özne temalı yapı birçok devinimi desteklemese bile beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda işçi haraketlerini iredelediğimizde ve bu eylemlerin haklılığının yaşanan buhranın bir kanıtı olduğunu gördüğümüzde, tıpkı elektrik devresindeki sigorta ve devreden yararlanan sistemler gibi işçi haraketi genişlemiş, yanına kadın haklarının, eşcinsel haklarının, çevre sorunlarının kısacası o makro düzeydeki eylemleri daha mikro düzeye indirgeyen fakat bu mikro düzeyde geçmişe göre oldukça geniş kitlelere ev sahipliği yapan sokaklar, kurumlar, sendikalar yaratmıştır. Kapitalizm, kendisinden ödünler vermiş olsa da topluma bir altın çağ yaşatmıştır. Sonuç itibariyle 1960’lar Pink Floyd, Bergman, Sartre, Foucault ve Réne Magritte gibi bir çok özgün ve özgür çağdaşların izlerini bıraktığı bir dünyaydı.

Yukarıdaki övgümün yanlış anlaşılma korkusu ile altını çizmeliyim ki bu “altın çağ” ‘olası yapılar’daki toplum temalı bir çağ idir. Sosyal kapitalizm sadece bu noktada görece daha iyimser politikalar izlemektedir. Fakat unutmamak gerekir ki o hala sosyal olduğu kadar aynı zamanda kapitalizmdir. Hala 18. yüzyılda kurulan düş, düşlüğünü korumaktadır.“Öyle bir ülkede doğmuş olmayı isterdim ki, onda egemen ve halk yalnızca bir ve aynı çıkarı paylaşabilir ve böylece makinenin tüm devimleri her zaman ortak mutluluk uğruna çabalardı” (Rousseau, 2011). Bugüne doğru olan yolculuğumuza yaklaşırken Sovyetler Birliği’nin dağılması ile son bulan soğuk savaş bizi tekrar kapitalizmin ana mottosu ile başbaşa bırakır: Amaca giden her yol mübahtır.

Neo-liberal politikalar kapsamında geliştirilen uygulamalar doğrultusunda çalışma hayatındaki köklü değişimler küreselleşme süreciyle beraber hızlı ve hareketli bir dönüşümü sağlamıştır. Bu köklü değişim ve dönüşümler global dünyada esnek ve güvencesiz çalışma koşullarını arttırarak çalışanları uzun vadenin yok olduğu, belirsizlik içeren, geleceksiz bir emek piyasasına iteklemiştir.

McLuhan’ın global-köy olarak kavramsallaştırdığı yeni dünya düzeninde 21. yüzyılın ilk on yılına geldiğimizde ise küreselleşmenin etkileri her alanda hissedilir hale gelmiş ve kimilerinin post-modern çağ olarak isimlendirdiği yeni toplum düzeninde kapitalizm üçüncü evresinin olanaklılığını sağlamıştır.

             Hızlandırılmış teknoloji inovasyonu, sabit sermayenin ömrünün kısalması, artan üretim hacmi ve mega-kentlerin doğumu 20. yüzyılın ikinci yarısındaki sosyal refah devleti sırasında örtülü olanın üstünü açmış ve neo-kapitalizmi uykusundan uyandırmıştır. Kent içindeki gündelik hayatlarımız ve “kentler küresel pazarın bir nesnesi haline gelirken, kentte yaşayanlar da tüketim kültürünün birer nesnesi haline gelmişlerdir”(Tosun, 2010). Klasik kapitalizmin azınlıklı tüketicisi, bugünün egemen tüketim toplumudur. Günümüz tüketim toplumunda kentler, mekânlar, hatta toplumun failleri bile birer markadan ibarettir. İhtiyacımız olmadığı halde varmışçasına çılgınlar gibi tükettiğimiz bu “-mış gibi hali” bizi günbegün gerçekliğimizden uzaklaştırmaktadır. “Her yerde tuhaf denilebilecek bir şekilde orijinaline benzeyen bir evrende yaşıyoruz. Şeyler harıl harıl ikizlerini üretmeye çalışıyorlar” (Baudrillard, 2017).

            Bu süreci, kapitalizmin özünde var olan kendini sürekli üretme mantığının bir sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü “kapitalizm daima devingen, devrimci ve dünya meselelerinde belirleyici bir güç olmuştur” (alıntılayan Kart, 2010, s. 83). Şimdiye kadar kabaca üç evre (klasik, sosyal ve neo kapitalizm) olarak incelediğimiz kapitalizm bize tam da şimdiye kadarı vermektedir. 1980’ler sonrasında dünya yaşamış olduğu tüm ekonomik krizlerle, göçmenlerle, yoksullukla, eşitsizlikle ve içinde barındırdığı daha bir çok çelişkisi ile geçmişin tecrübesi ve olgunluğuyla başa çıkmayı başarmıştır. Bunlarla başa çıkmaya çalışırken bir yandan da yukarıda bahsettiğimiz tüketim toplumundan, tek boyutlu markalaşmış bireylerin kontrolünden de taviz vermemiştir.

Fakat şimdi ise kapitalizm, daha önce hiç karşılaşmadığı kendi öz-yaratımı dışında fakat kendisiyle bağıntılı ve insan-üstü, doğa merkezli bir sorunla başbaşadır. En basit önerklerden birisi olarak verilebilecek ev, “sıkıcı”, “soğuk”, “uyku hali” getiren nesnel bir konumdayken bugünlerde tüketim arzusu ile ev olgusuna yani mahremiyetine yabancılaşan insan, sadece uyumak için girdiği evde önce mahsur kalıp daha sonra ise kendi praksisinin farkına varmış ve tekrar yeşermenin doygunluğuna erişme aşamasındadır. Hizmet sektöründe (örneğin alışveriş merkezinde) çalışan herhangi bir bireyi ele aldığımızda, çalışma hayatı dışındaki boş zaman olarak nitelendirdiği dinlenme ya da eğlence hayatınında yine -mecburen- alışveriş merkezi gibi hizmet alanlarında geçtiğini varsaydığımızda kişinin yaşamının büyük çoğunluğunun AVM çatısı altında geçtiği anlaşılmaktadır ve bu tablo içinde bulunduğumuz dünyaya hiç de yabancı değildir. Bireyin gündelik hayatı ve mekân arasındaki bu aidiyetlik ilişkisini sorguladığımızda ise -en azından kendi ülkemizi baz alarak- bir aydır süregelen bir kopuş gözler önüne serilmektedir.     

Kapitalizmin belki de en güvendiği kaleleri olan AVM’ler, sinema salonları, eğlence mekânları, mağazalar yaklaşık bir aydır kilit vurulmuş, boş sokakların birer objesinden başka bir şey değildir. Sadece satın aldıkları ile varolan -hatta Descartes’ı tiye alırcasına “Tüketiyorum, öyleyse varım” tümcesini kurabileceğimiz- bireyleri ve onların diyaloglarını bir süreliğine tahayyül etmenizi isteyeceğim. Bu çok zor bir düşünsel faaliyet değildir. X markasının Y ürününü henüz dün almış olan A kişisi için bugünün tek konusu ve varolmasının anlamı elinde bulundurduğu belki işlevini bile bilmediği Y ürününden başka bir şey değildir. Fakat şu an görüyoruz ki Y ürünü de sokakların birer objesinden başka bir şey olmayan mekânların içerisinde sıkışmış kalmış durumdadır.

Halk-iktidar açısından irdelediğimizde de toplumun özellikle sosyal medya üzerinde daha önce de benzer tablolar sergilediği gibi bir hareket halinde olduğu ve isteklerini açıklıkla dile getirdiği görülmektedir. Hükümetlerin ise bu konuda kayıtsız kalamaması toplumlarda tekrar bir ‘sosyal devlet’ anlayışının kıvılcımlarını atmış, dilekler ve arzular askıda kalmamış ve özel sektör kısmi de olsa “kamulaştırma noktasına” taşınmıştır.

Yanlış anlaşılmamak için belirtmeliyim ki bu durumun emekçi açısından ne kadar zor bir durum olduğunun farkındayım. Ancak yukarıdaki bahsettiğim analojiyi tekrar hatırlatmam gereker ki gerçekten de hasta olmak için önce iyileşmek gerekir ve kriz her zaman gebedir. Elbette ki bu salgın bir gün son bulacak ve bunun oldukça yakın bir tarih olmasını diliyorum. İşte o gün geldiğinde halk tekrar sokaklarda yerini alacak. Belki her zaman gittiği kahveciye gidip kahvesini yudumlarken, belki piknikte ya da parkta, deniz kenarındaki bir bankta, seyir halindeki aracında ve daha çeşitlendirilebilecek oldukça sıradan eylemin içinde. Fakat o gün geldiğinde örneğin o kahvecide artık Y ürününü konuşmanın mümkünlüğü ne olacak? Ya da haftalarca evde kalmış birisi için çıktığı ilk gün bir alışveriş merkezine gitmenin mümkünlüğü nedir? Bu soruların cevabı şu an için tahminden öteye geçemez ama çoğu kişi ile tahminlerimizin örtüştüğünü hissediyorum. Kapitalizmin şu anki durgunluğu ise o gün geldiğinde tekrar şekillenmeye başlayacak ve kapitalizm var kalmak için yeni bir görünüm kazanacaktır. Bunun bize ne kazandıracağı da tahminden öteye gidemez ama umuyorum ki modern insan, maskesini çöpe atıp tüm yalınlığı ile sokaklarda yer edindiğinde yeni bir altın çağın kapısını açmış olur ve o zaman kapitalizm zorunlu bir değişime mahkum kalacaktır. Şimdilik dördüncü nesil bir kapitalizm olarak isimlendireceğim bu yeni sistemin mümkünlüğü bizim yukarıdaki mümkünlüklerimizle paraleldir. Bu yüzden iplerin bizim elimizde olduğunu anımsatarak yine bizim için sımsıkı sarılmanın geleceğe bir armağan olacağını hatırlatmakta yarar olduğunu düşünmekteyim.

Kaynakça

Aydın, M. K. (2015). Kapitalizm Neden Vazgeçilmezdir? Sakarya İktisat Dergisi.

Baudrillard, J. (2017). Simülakrlar ve Simülasyon. (O. Adanır, Çev.) Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Bauman, Z. (2013). Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm. (D. F. Ergün, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.

Kart, E. (2010). Nitelikli İşgücünün Küresel Trajedisi. İstanbul: Kavim Yayıncılık.

Rousseau, J. (2011). İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Köken ve Temelleri Üzerine Söylem. (A. Yardımlı, Çev.) İstanbul: İdea Yayınevi.

Tosun, E. (2010). Mekân, Kültür ve Yönetim Perspektifinde 21. Yüzyıl Kentleri. Bursa: Ekin Yayınevi.

Wallerstein, I. (2012). Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık. (N. Alpay, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.


[1] İlgili metin için bkz. M.Horkheimer ( 1998), Akıl Tutulması, Orhan Koçak (Çev.), Metis, İstanbul

[2] Senarist ve Yönetmen, Charlie Chaplin. Yapım yılı, 1936. Tür, Komedi. Süre, 89 dakika