Sara Ahmed’in Mutluluk Vaadi adlı eseri, mutluluğun bireysel bir deneyimden öte, toplumsal ve politik bir mekanizma olduğunu vurgulayan çarpıcı bir analiz sunar. Ahmed, mutluluğun modern toplumlarda belirli değer sistemlerine ve yaşam biçimlerine uyum sağlama yoluyla erişilebilir bir ödül gibi sunulduğunu öne sürer. Örneğin, evlilik, kariyer başarısı veya çocuk sahibi olmak, toplum tarafından mutluluk getiren ideal yaşam hedefleri olarak tanımlanır. Bu beklentilere uymayan bireyler, toplumsal düzende bir tür uyumsuzluk sembolü haline gelir ve mutsuzlukla damgalanır. Ahmed, bu durumu “mutlu nesneler” kavramıyla açıklar ve bu nesnelerin herkes için mutluluk anlamına gelmediğini, aksine, birçok kişi için baskı ve dışlanma kaynağı olabileceğini belirtir.
Ahmed, bu gibi durumların, toplumsal normların dayattığı mutluluk anlayışının ne kadar dışlayıcı ve kısıtlayıcı olduğunu ortaya koyar. Ahmed’in toplumsal kontrol mekanizması olarak mutluluğu ele alışı, iş dünyasında da kendini gösterir. Modern iş yaşamında, “sevdiğin işi yap” veya “tutkularının peşinden git” gibi söylemler yaygındır. Bu tür söylemler, bireylerin iş hayatında karşılaştıkları sömürü veya baskıları görmezden gelmelerine neden olabilir. Örneğin, düşük ücretle çalışmak zorunda kalan bir birey, işinden keyif almadığını dile getirdiğinde, toplumsal baskılar nedeniyle “nankör” ya da “mutsuzluk kaynağı” olarak görülebilir. Bu, mutluluk söyleminin, bireyleri mevcut düzen içinde sessizleştirmek ve toplumsal eleştiriyi bastırmak için nasıl bir araç olarak kullanılabileceğini gösterir.
Ahmed ayrıca, edebiyat ve sinema gibi kültürel ürünler üzerinden de bu durumu inceler. Özellikle romantik komedilerde ya da klasik “mutlu son” formülüne dayalı hikayelerde, bireylerin mutluluğa erişmeleri, genellikle toplumsal normlara uyum sağlamalarıyla mümkün olur. Bu tür hikayeler, alternatif yaşam biçimlerinin mutluluğa erişim şansını kısıtlar ve normatif düzeni pekiştirir. Örneğin, Jane Austen’ın Aşk ve Gurur romanında Elizabeth Bennet’in mutluluğa erişimi, nihayetinde “doğru” bir evlilik yapmasıyla mümkün olur. Alternatif bir sonun, Elizabeth’in bireysel özgürlüğünü koruyarak mutlu olabilmesi ihtimalinin, toplumsal normlarla uyuşmayan bir “mutsuzluk” olarak görülmesi olasıdır. Ahmed’in bu örnekler üzerinden sunduğu eleştiriler, mutluluğun yalnızca bireysel bir tercih olmadığını, aksine, toplumsal ve kültürel normların bireyler üzerindeki etkisini açığa çıkaran güçlü bir kontrol mekanizması olduğunu gözler önüne serer. Bu bağlamda mutluluk, bir tür “iyi vatandaşlık” ya da “uyumlu birey” yaratma projesine dönüşür.
Sara Ahmed’in “mutlu nesneler” kavramı, toplumsal normların bireyler üzerindeki gücünü ve mutluluğun nasıl bir disiplin aracı haline geldiğini anlamak için oldukça çarpıcı bir çerçeve sunar. Toplum, mutluluğu genellikle belirli nesneler ve yaşam biçimleriyle ilişkilendirir: evlilik, çocuk sahibi olma, kariyer başarısı, hatta tüketimle bağlantılı modern hayal nesneleri gibi. Bu nesneler, bir yandan bireylerin “ideal” bir hayat yaşaması için motivasyon yaratırken, diğer yandan normatif düzeni pekiştirir ve bu düzenin dışında kalanları görünmezleştirir ya da damgalar. Evlilik, Ahmed’in de vurguladığı gibi, bu “mutlu nesneler” arasında önde gelir. Pek çok kültürde, evlilik mutluluğun nihai kaynağı olarak idealize edilir. Hindistan’daki geleneksel düzeneklerden, Batı’daki popüler romantik komedilere kadar, evlilik ve aile kurma, sosyal bir hedef ve bireysel mutluluğun teminatı olarak sunulur. Ancak bu norm, evlenmeyi tercih etmeyen bireyler, boşanmayı seçenler için dışlayıcı bir hal alabilir. Ayrıca, toplumun evlenmemiş kadınlara veya çocuk sahibi olmayan çiftlere yönelttiği damgalayıcı tutumlar, evlilik ve ebeveynlik gibi “mutlu nesneler”in dayattığı baskıyı gözler önüne serer.
Kariyer başarısı da mutluluk vaadinin bir başka önemli örneğidir. Kapitalist toplumlar, bireylere profesyonel başarıyı mutluluğun anahtarı olarak sunar. Ancak bu söylem, pek çok kişiyi bir başarı yarışına sürükler ve iş-yaşam dengesini zedeler. Örneğin, Japonya’da “karoshi” (aşırı çalışmaya bağlı ölüm) olgusu, bu başarının bedelini dramatik bir şekilde ortaya koyar. Aynı zamanda işsizlik veya düşük statülü işlerde çalışmak zorunda kalan bireyler, bu normatif başarı anlayışının dışında kaldıkları için mutsuzlukla yaftalanabilir. Bunun bir sonucu olarak, kişisel potansiyel ve yeteneklerden ziyade, toplumun belirlediği ölçütlere göre değer görme baskısı oluşur.
Çocuk sahibi olmak da Ahmed’in tartıştığı mutlu nesnelerden biridir. Pek çok toplumda, ebeveynlik mutluluğun vazgeçilmez bir unsuru olarak görülür. Örneğin, Türkiye gibi daha geleneksel yapıya sahip toplumlarda, çocuk sahibi olmayan çiftler sıklıkla sorgulanır ve baskıya maruz kalır. Ancak çocuk sahibi olmanın herkes için mutluluk kaynağı olmadığını gösteren birçok hikâye mevcuttur. Modern Batı toplumlarında, özellikle ekonomik zorluklar ve bireysel özgürlük talepleri nedeniyle, “childfree” (çocuksuz yaşamı tercih eden) bireylerin sayısı artmaktadır. Bu bireyler, tercihleri nedeniyle sıklıkla bencil ya da “eksik” olarak nitelendirilir, bu da mutluluk söyleminin dışlayıcı doğasını gözler önüne serer.
Ahmed’in mutlu nesneler eleştirisi, tüketim toplumlarında daha da belirgin hale gelir. Örneğin, reklamlarda mutluluk sürekli olarak belirli ürünlere atfedilir: yeni bir telefon, araba ya da tatil paketi. Ancak bu tüketim kültürü, bireyleri sürekli daha fazla harcamaya ve dolayısıyla maddi koşulları zorlamaya iter. ABD’deki “Black Friday” alışveriş çılgınlığı gibi örnekler, mutluluğun tüketimle eşitlenmesinin bireyler üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğunu ve bu baskının sınıfsal ayrımları nasıl derinleştirdiğini açıkça gösterir. Ahmed’in bu eleştirileri, mutluluğun toplumsal düzenin bir dayatması olarak nasıl kullanıldığını anlamamıza yardımcı olur. Mutluluğun belirli nesnelerle ilişkilendirilmesi, yalnızca bireysel özgürlüğü sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal dışlama, ayrımcılık ve baskı mekanizmalarını pekiştirir. Ahmed, bu dayatmaların karşısında duran bireylerin “oyunbozan” ya da “mutsuz” olarak damgalandığını vurgulayarak, mutluluğun toplumdaki eşitsizlikleri nasıl yeniden ürettiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Ahmed’in “Oyunbozan Feministler” bölümünde yaptığı tartışma, mutluluğun feminist eleştirisi için bir zemin oluşturur. Ahmed, feministlerin sıklıkla “oyunbozan” olarak damgalandığını, çünkü toplumsal normları sorguladıklarında bir tür mutsuzluk kaynağı olarak görüldüklerini ifade eder. Toplum, kadınlardan genellikle belirli roller içinde kalmalarını ve bu rollerden memnuniyet duymalarını bekler. Feminist bir eleştiri ise bu beklentilere meydan okuyarak mutluluk düzenini bozar. Ahmed, kadınların bireysel mutluluklarının genellikle başkalarının (özellikle erkeklerin) mutluluğuna bağlı olarak inşa edildiğini gösterir. Bu nedenle, feminist hareketin toplumsal mutluluk anlayışına karşı bir tehdit olarak algılandığını ileri sürer. Feministler, bu toplumsal düzeni bozmaya çalışarak yalnızca kadınların değil, tüm bireylerin kendi mutluluklarını yeniden tanımlamalarına olanak tanır.
Queer bireylerin toplumsal normlarla çelişen yaşam biçimleri, Ahmed’in “Mutsuz Queer’ler” başlığında detaylandırdığı önemli bir meseledir. Ahmed, queer bireylerin heteronormatif toplum düzeninde sıklıkla “mutsuzluk” ile ilişkilendirildiğini söyler. Bu, queer bireylerin yalnızca farklı cinsel yönelimlere sahip oldukları için değil, aynı zamanda toplumsal düzeni bozdukları ve uyumsuzluk sembolleri olarak görüldükleri için dışlanmalarına yol açar. Ahmed, queer bireylerin yaşadığı bu dışlanmayı, toplumsal mutluluk anlayışının ne kadar sınırlayıcı ve baskıcı olduğunu göstermek için bir araç olarak kullanır. Ayrıca, queer bireylerin toplumsal mutluluğun dışında kalmayı seçerek kendi alternatif mutluluk anlayışlarını oluşturabileceklerini savunur. Bu, yalnızca bireysel düzeyde bir özgürleşme değil, aynı zamanda toplumsal normların sorgulanmasına katkı sağlayan bir direniş biçimidir.
Sara Ahmed’in “Melankolik Göçmenler” başlıklı bölümü, göçmenlerin deneyimlerini çok boyutlu bir şekilde ele alarak, bu deneyimlerin duygusal, toplumsal ve politik boyutlarını ortaya koyar. Ahmed, göçmenlerin sıkça mutluluk vaadiyle yeni bir ülkeye geldiklerini ancak bu vaatle beraber kültürel uyum baskısına maruz kaldıklarını savunur. Göçmenlerden, ev sahibi toplumun normlarına ve değerlerine hızla adapte olmaları beklenirken, bu süreç genellikle “minnettar göçmen” stereotipi üzerinden işler. Göçmenlerin, kendilerine sunulan fırsatlar için şikayet etmeden minnet duymaları gerektiği fikri, eleştiri yapma ve hak talep etme haklarını sınırlandırır. Bu bağlamda Ahmed, mutluluk vaadinin göçmenlere dayatılan uyum beklentileriyle nasıl iç içe geçtiğini inceler. Ahmed’in melankoli kavramına yaptığı vurgu, göçmen deneyiminin duygusal derinliğini anlamak için oldukça önemlidir. Göçmenlerin kendi kültürlerine ve geçmişlerine duydukları özlem, onları melankoliyle şekillenen bir kimlik inşasına iter. Bu melankoli, bir yandan bireylerin kaybettikleri yerlerle bağlarını sürdürmelerine olanak tanırken, diğer yandan yeni topluma uyum sağlamalarını zorlaştırabilir. Örneğin, Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç eden birinci kuşak işçilerin, memleketlerinde bıraktıkları aile ve topluluklarla olan bağlarını sürdürmek için gönderdikleri mektuplar, telefon görüşmeleri ve daha sonra video kasetler, bu melankolik bağlantının fiziksel ifadesi olarak görülebilir. Ancak, bu bağın korunması genellikle ev sahibi toplumda “uyumsuzluk” veya “geri kalmışlık” olarak algılanabilir.
Ahmed’in “minnettar göçmen” kavramını günümüzden örneklerle düşündüğümüzde, özellikle Avrupa’da ve ABD’de göçmenlerin entegrasyon süreçleri öne çıkar. Örneğin, ABD’ye gelen Latin Amerikalı göçmenler, Amerikan rüyasını gerçekleştirme hayaliyle yola çıkar, ancak bu süreçte dil, kültür ve sistemle ilgili ciddi uyum zorlukları yaşarlar. Bu uyum baskısı, ev sahibi toplumun göçmenlerden beklediği ekonomik ve sosyal katkıyla birlikte gelir. Göçmenler ekonomik katkı sağladıkları sürece kabul görürken, toplumsal eleştiri ya da hak talebinde bulunduklarında “nankör” ya da “problemli” olarak damgalanabilirler. Örneğin, ABD’deki göçmen işçilerin daha iyi çalışma koşulları için düzenledikleri grevler ve protestolar, sıkça “şükransızlık” söylemleriyle karşılanmıştır. Ahmed’in melankoliye ilişkin analizi, göçmenlerin nesiller arası deneyimlerinde de kendini gösterir. Birinci kuşak göçmenler, sıklıkla geldikleri ülkeden kopma ve yeni bir hayata başlama sürecinde yaşadıkları travma ve özlemle mücadele ederken, ikinci kuşak göçmenler üzerinde farklı türde baskılar oluşur. Bu bireylerden, ebeveynlerinin fedakarlıklarına karşılık başarıya ulaşmaları beklenir. Örneğin, Avrupa’da büyüyen birçok Türk kökenli genç, bir yandan ebeveynlerinin kültürel beklentilerini karşılamak, diğer yandan ev sahibi toplumun başarı standartlarına uyum sağlamak zorunda hisseder. Bu durum, iki kültür arasında sıkışmışlık hissine ve kimlik çatışmalarına yol açabilir. Ahmed, göçmen deneyiminin melankoliyle şekillendiği kadar direnişle de şekillendiğini vurgular. Göçmenlerin kendi kültürlerini sürdürme çabaları, bazen melankolik bir geçmiş özleminden ziyade, bir kimlik mücadelesine dönüşebilir. Örneğin, Fransa’daki Kuzey Afrikalı göçmen topluluklarının düzenlediği kültürel festivaller ve protestolar, yalnızca melankoliyi değil, aynı zamanda dayanışmayı ve toplumsal mücadeleyi de yansıtır. Ahmed, bu tür örneklerle göçmenlerin yalnızca birer “mağdur” olmadığını, aynı zamanda kendi kimliklerini yeniden inşa eden ve toplumsal baskılara direnen aktörler olduğunu ifade eder.
Sara Ahmed’in Mutluluk Vaadi kitabı, mutluluk kavramını sadece bireysel bir duygu veya hedef olarak değil, toplumsal ve politik bir güç olarak ele alır. Ahmed’in çalışması, mutluluğun modern toplumlarda nasıl bir kontrol aracına dönüştüğünü ve toplumsal normların sürdürülmesi için nasıl bir disiplin mekanizması olarak işlediğini derinlemesine inceler. Mutluluk, sadece kişisel bir tercih veya arzunun değil, toplumsal düzeyde daha geniş bir projeyle bağlantılı bir hedef olduğunu öne sürer. Bu bağlamda, mutluluk sadece bireylerin bir hedefe ulaşması değil, aynı zamanda toplumsal olarak belirli yaşam biçimlerine ve değer sistemlerine uyum sağlamalarının bir ödülüdür.
Ahmed’in feminist, queer ve antirasyonalist eleştirileri, mutluluğun kimler için erişilebilir olduğunu sorgular. O, mutluluğun her zaman sadece belirli gruplara vaat edildiğini ve bazı toplumsal kesimlerin bu vaadi yerine getirememesinin, hayal kırıklığı, dışlanma ve mutsuzlukla sonuçlandığını ortaya koyar. Bu bağlamda, mutluluk kavramı, görünmeyen bir baskı ve normatif bir yaşam tarzının aracı haline gelir. Örneğin, heteronormatif değerler, cinsiyet kimliği ve toplumsal cinsiyet rolleri gibi unsurlar, mutluluğun kimler için ve nasıl mümkün olduğunu belirlerken, farklı kimliklere sahip olanlar, bu normlara uymadıkları için dışlanır. Ahmed’in, mutluluğun sadece belirli yaşam biçimlerine ve toplumsal normlara uygun olanlara vaad edildiği eleştirisi, bu normların nasıl bireyleri şekillendirdiğini anlamak için önemli bir adımdır.
Kitap, mutluluğun toplumsal bir proje olarak işlediğini ve mutluluğun bireysel taleplerin ötesinde bir biçimde, toplumsal baskılara ve normlara dayalı bir stratejiyle sunulduğunu gösterir. Bu bağlamda, mutluluk sadece bir bireysel arzu değil, aynı zamanda toplumsal bir yapıyı yeniden üreten bir güçtür. Ahmed, toplumsal baskılara karşı çıkanların, yani “mutsuz” olanların, nasıl damgalandığını ve bu damgalanmanın nasıl toplumsal dışlanmayı ve yalnızlaşmayı beraberinde getirdiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Toplumda mutluluğun norm haline gelmesi, bireylerin uyum sağlama zorunluluğuyla birlikte, mutsuzluğu da bir tür toplumsal sapma olarak tanımlar.
Ahmed’in Mutluluk Vaadi kitabı, sadece mutluluğu bir kavram olarak ele almakla kalmaz, aynı zamanda mutluluğun toplumsal düzeni sürdürmek ve bireyleri belirli normlara uyum sağlamaya yönlendirmek için nasıl bir araç olarak kullanıldığını da gösterir. Bu eser, mutluluğun, toplumsal ve politik normlarla sıkı bir şekilde ilişkili olduğunu ve bu normlara uymayanların dışlanmakla tehdit edildiğini ortaya koyarak, mutluluk kavramını yeniden düşünmeye sevk eder. Ahmed’in sunduğu eleştirel çerçeve, günümüz toplumlarında mutluluğun, bireysel özgürlüklerin ve toplumsal eşitsizliklerin nasıl iç içe geçtiğini anlamak için güçlü bir araçtır. Bu çalışma, sadece akademik bir inceleme değil, aynı zamanda toplumda daha özgür ve daha kapsayıcı bir mutluluk anlayışı geliştirmek için bir çağrı niteliği taşır. Sonuçta, mutluluğun ne olduğu ve kimlere vaat edildiği konusunda daha derinlemesine bir sorgulama yapma gerekliliğini bizlere hatırlatır.