The Graduate (aslında “Mezun” anlamına gelen ama Türkçeye nedense “Aşk Mevsimi” olarak çevrilen) filmi, bir savrulmanın filmidir. Onun kült bir film olması ve kült olarak da kalmasının kaçınılmazlığı ise söz konusu savrulmanın her dönemde bir karşılık bulacak kadar evrensel bir problem olmasından ileri gelmektedir. Film okumasına geçmeden önce savrulma ile dış gebelik arasındaki bağlantıyı açmamız gerekiyor.
Dış gebelik, sadece oluşma biçimi özelinde mizahi bir olaydır. Spermde de spermin ulaştığı rahimde de bir sorun yoktur, yani her iki değişken de kalitelidir/sağlıklıdır. Ne var ki söz konusu spermler rahme değil de rahim dışında bir yere tutunurlar. Üremeyle sonuçlanmayacak bir yere savrulup bir de orada tutundukları için dış gebelik yaşanır. Çıkış noktası iyi ve kendisi de azımsanamayacak kadar nitelikli olan ama nereden baksak keder veren bir yere savrulan insanın hayatının izleği de dış gebeliğe benzer gerçekten. Görüntüde bir sorun yok gibidir ama söz konusu insandan ürün de çıkmamakta, bu nedenle ondan sıradan olmaması beklenirken o her şeyin sonunda sıradan birisi olarak ölmektedir.
Filmin hemen başında Ben isimli karakterin duvarındaki dart tahtası bu anlamda çok önemli bir detaydır. O tahtaya bakıldığında Ben’in hedefi on ikiden asla vuramadığı, yanına bile yaklaşamadığı, hep en köşelere isabet ettirdiği, hatta bir mizah ve acı olarak bir tane okun da tahtayı aşıp duvara saplandığı görülmektedir (alttaki karenin ilerleyen saniyelerinde).

Bu, akıllara yazılı yapacakmış gibi başlayıp sözlüde karar kılan Hafize Ana ve doksana takacakmış gibi pozlara girip topu stat dışına gönderen Sabri Sarıoğlu örneklerini getirmektedir. Yani Ben, aslında kumaşı sağlam, nitelikli, zeki ama hedefe varamayan bir çocuktur; onun yazgısı dış gebeliktir. Şimdi okumamızı detaylarla sürdürüp bu savımızı temellendirelim.
Film iki bölümdür: Birinci bölüm Ben’in Mrs. Robinson’la; ikinci bölüm ise Ben’in, Mrs. Robinson’un kızı Elaine’le ilişki yaşadığı bölümdür.
Birinci Bölüm: Ben & Mrs. Rabinson

Bu bölüm bütünüyle Freudyen yaklaşımla çekilmiş, işlenmiştir. Şu iddiayı çekinmeden ortaya atabilirim: Ben’in annesi ile Mrs. Robinson özellikle birbirlerine çok benzeyen iki farklı oyuncu tarafından canlandırılmıştır. Filmi tekrar izlediğinizde dikkat edin, banyodaki tıraş olma sahnesinde, sislerin arasında kapıda beliren kadın önce Mrs. Robinson sanılmaktadır ama sonra onun Ben’in annesi olduğu anlaşılmaktadır.

Bunlar tesadüf olmamalıdır. Kısaca oidipus kompleksini anımsayalım ve yönetmenin ne anlatmak istediğini anlayalım: Oidipus Kompleksi, annesine âşık olan erkek çocuğunun, annesini her akşam yatak odasına götürdüğüne şahit olduğu babasına beslediği haset ve babayı ortadan kaldırma arzusudur. Baba, Freud’un teorisindeki erkek çocuk için sürekli yaşanan bir aşağılanmanın/ezilmenin simgesidir. Aşık olduğunuz kadına siz de oradayken her gün sahip olan bir kahır bela vardır, babadır işte o. Ne var ki çocuk, bir çocuktur ve baba, çocuktan daha güçlüdür. Çocuk, babanın kendisinden daha güçlü olduğunun farkındadır ve ezilmektedir. Devletle yurttaş, patronla işçi, sistemle insan arasındaki ilişki de böyledir. Ben karakteri, alt etmek istediği ama gücünün yetmediği her şeyle kendi babası arasında bir ilişki kurmuş olan çocuktur. Mevzu, Ben’de diğer çocuklara oranla daha derindir. Tam da bu olay anlaşılsın diye filmde babanın baskınlığını her fırsatta vurgulayıp durur yönetmen. Baba, havuzdaki Ben’e üstten, bir insanın bir böceğe baktığı gibi bakar, baba Ben’i bir şebek gibi kullanır, onu dalgıç giysileriyle sahneye atar, çocuk babayla konuşmak ister ama baba umursamaz bile onu, bir yerden sonra üniversite konusunda baskı da yapar baba, sert yüzünü gösterir. Bu anlamda en önemli detay ise Ben’e mezuniyet hediyesi olarak verilen arabadır. Bu, bir babanın bir erkek çocuğunu en derin şekliyle ezmesinin ifadesidir, anlamı şudur: “Sana bu penisi ben verdim, vermeyebilirdim, senin iktidarın tamamen benim elimde, sen benim oyuncağımsın, öyleyse ne istersem onu yapacaksın.”

Olayı aile içindeki ortamın buğusundan arındırıp daha açıklayıcı bir örnekle şöyle izah edebiliriz: Arkadaşınıza 100 lira borç verirseniz ona sadece 100 lira borç vermiş olursunuz; 100 lira borç vermek yerine arkadaşınıza bir ev alırsanız orada artık siz arkadaşınızı satın almış gibi olursunuz. Ona ev vermeniz arkadaşınızı ezer, onu size tâbi kılar, öyle bir atmosfer oluşur. Sözgelimi arkadaşınız size kolayca “Beni yalnız bırak!” diyemez. Çok uzağa gitmeyelim, on bin lira bayıldığınız akıllı telefonunuz sizi ele geçirir, tuşluyu ise öfkeyle duvara atabilirsiniz. İşte araba detayındaki ezicilik budur. Ben, esir alınmıştır ve babasını aşamamaktadır. O ilk günkü partideki bunalımı tamamen bundandır, baba ile özdeşleştirdiği şeyler çok güçlüdür ve Ben bunlardan kaçamıyordur. “Yalnız kalmak istiyorum.” deyip durması bundandır. Benzer şekilde, havaalanındaki ilk çekimlerde “Hello darkness, my old friend” sözleriyle başlayan Sound of Silence şarkısının çalması da anlamlıdır. Ben için eve dönüş demek, “baba” adlı diktatörün daima iktidarda olduğu, çocuğun ise sürekli ezildiğini hissettiği ve diktatöre tâbi olmak zorunda kaldığı bir ülkeye, yani cehenneme dönmek demektir. Böyle bir yıkım ve aşağılanma psikolojisinde Ben’in Mrs. Robinson’la seksin merkezde olduğu bir ilişkiye girişmesi, en derininde annesini elde edip babasından intikam almak arzusunun korkakça pratiğe dökülüşüdür. Böylece Ben, savrulmuştur. Çıkış noktası iyidir, “babasını aşan bir erkek olmak” istemektedir ama babasının karşısına çıkamayacak kadar korkaktır ve ona bağımlıdır (araba detayı). “Arabanın da Allah belasını versin, senin de, düş yakamdan!” diyemediği için savrulmuştur, oku fırlatmıştır ama ok dart tahtasının en ücra köşesine, Mrs. Robinson’a isabet etmiştir. Mrs. Robinson olayını bir savruluş olarak nitelendirmemizin diğer sebepleri ise izleyicilere acemilik gibi sunulan, müthiş bir mizahı olan sahnelerdir. Ben, sürüncemededir otelde. İlişki öncesinde “Anamı babamı utandırmak istemem, onlar bunu hak etmiyor.” demektedir. Otel barından artık seks baskısından kurtulma arzusuyla kapıyı çarpana kadar geçen süre tam anlamıyla bir olamayış süreci olarak sunulmuştur. Ben, bir “delilik” yaptı ve kendince kimselere haber vermeden babaya meydan okudu ama onu bile tam yapamadı aslında. Mrs. Robinson’la ilişkiye girdikleri an itibarıyla da savruluşu derinleşmeye başladı, yanlış hedefe doğru fırlayan bir oka benzeyen benliği artık geri dönülemeyecek noktaya kadar ilerledi çünkü.
Mrs. Robinson’la geçen erotizm dolu günler Ben’in sahte özgürleşme süreci olarak okunmalı. Ben savruldu savrulmasına ama bunun farkında değil. Olay gizli kapaklı sürdürülüyor. Ben karakteri Mrs. Robinson’la ilişkiye girdikçe özgüven kazanıyor, kendi içinde tepesindeki diktatöre “Ben de varım yılanoğlu, senin klasmanındaki kadınlarla birlikte oluyorum! Artık seni çaresizce izlediğim haset dolu günlerinin sonu geldi, artık bunun tadına sen bakacaksın!” şovu yapıyor. Bu bölümlerde Ben’in yemek yiyen annesiyle babasının suratına kapıyı kapatması detayı sözünü ettiğimiz özgürleşmenin ifadesidir. Evet, görüntüde bir özgürleşme vardır ama –tıpkı dış gebelik gibi– bu ürün veren bir özgürleşme olmayacaktır, yanılsamayı yaşamaktadır Ben ve ne yazık ki kendisi bunun farkında değildir. İşte savrulma, tam da bu nedenle çok önemli bir konudur. Vecizemizi ortaya atmamızın zamanı geldi: En temel hatalardan biri, değişmekle savrulmayı birbirine karıştırmaktır. Ben, değiştiğini sanmaktadır ama aslında savrulmuştur. Daha anlaşılır ve somut bir örnekle: “Bugüne kadar namusumla para kazandım ama hep de ezildim, bundan sonra ben de rüşvet alacağım, tek ahmak ben miyim?” diyen insan “Ben artık değiştim!” dese de aslında değişmemiştir, savrulmuştur. Ben’in olayı da budur. Ben, babayı iktidardan indirmeye cesaret edemediği, yani yüreklice babasının karşısına çıkamadığı için çareyi ringde dövemediği rakibinin karısını ayartmakta arayan, yaralanmış onurunu böyle tamir etmeye kalkan kişiliksiz ve toy tipler gibi savrulmuştur. Bu tip bir özgürleşme zaten özgürleşme değildir, yanılgıdır ve ürün veremez, yani insanın kendi hayatının efendisi olmasına, böylece kendisini gerçekleştirmesine hizmet etmez.
İkinci bölüme geçmeden önce bazı izleyicilerin aklındaki kuşkuyu giderelim: Elaine’nin, Mrs. Robinson ile Ben’in babasının yasak aşkının meyvesi olabileceği, Mrs. Robinson’ın Elaine’le Ben’in ilişkisine de bu nedenle karşı çıktığı gibi bir çıkarım yapılabilir. Hayır, eğer böyle bir şey olsaydı Ben babasına Elaine’le evlenmeye karar verdiğini söylediğinde adam hemen telefona sarılmazdı, o da bilirdi çünkü o kızın Ben’in kardeşi olduğunu. Babada bir duraksama görmediğimize göre bu teori ve kuşku çökmüştür. Mrs. Robinson’ın söz konusu evliliğe şiddetle karşı çıkması, kendisinin de Ben’in yazgısına benzer bir yazgının son partisini hâlihazırda yaşıyor olmasıdır. Bu karşı çıkış; sanat okumuş ama sanatla ilgilenememiş, kocasıyla sırf gebe kaldığından evlenmek zorunda kalmış bir insanın çorak da olsa bir toprak bulduğunda onu da diğerleri gibi kaybetmek istememesi, aynı travmayı bir kere daha yaşamaktan kaçmasıdır.
İkinci Bölüm: Ben & Elaine

Elaine’in sahneye çıkışıyla birlikte biz aslında hem çok hoş hem de çok değerli ve önemli bir gerçeği izleriz. Biz bir yasayı izleriz bu bölümde. Ben, aslında savrulmuştur ama özgürleştiğini sanmaktadır. Tam da bu nedenle bir efendiden (babadan) kurtulup başka bir efendiyi (Mrs. Robinson) iktidara getirmiştir. Mrs. Robinson, Ben’e dikte etmektedir: “Asla kızımla birlikte olmayacaksın!” Zaten Mrs. Robinson ile Ben arasındaki ilişkide de Mrs. Robinson baskındır. Şimdi bu olaya neden yasa dediğimizi açıklayalım: Hedefi vuramayan ama vurduğunu sanan insan kendisi ne düşünürse düşünsün hüsrana uğrar. Siz, artık namusumla kazanmayacağım, rüşvet yiyeceğim dediğiniz andan itibaren “köleliğinizin” son bulduğunu zannedersiniz ama köle ahlâkınız sizi rüşvet sahasında da domine eder: Köşe başlarını kapan büyük rüşvetçiler hemen yanınıza gelir ve bu sahaya adımını attıysan bizim kurallarımıza göre oynayacaksın, yoksa seni sürdürürüz der. Diğer yandan rüşvet alıyor olmanın kendisi de kişinin efendisine dönüşür. Bu her şeyden önce ahlâkî suç, tam da bir suç olduğundan, kişiyi belirleyen etmen hâline gelir. Dolayısıyla köleliğin sadece boyutu ya da iktidardakinin sadece kimliği değişmiştir, kiranızı rahatça ödeyebiliyorsunuzdur ama siz yine de bir kölesinizdir. Ben ile Mrs. Robinson’un ilişkisinde de aynı şey geçerlidir.
Elaine’in sahneye çıkışıyla birlikte Ben karakteri “Yıka yıka ilerleyeyim!” küstahlığına savrulur. Ona rüşvet sahasında bir köşe sunmuş olan Mrs. Robinson’u tanımama küstahlığıdır bu. Aynı zamanda savrulan insanın bu savruluşunun günden güne nasıl da hızlı derinleştiğinin izleğidir. Yola çıkış amacı “farklı biri” olmak, özgürleşmektir Ben’in ama ilk savruluşun ardından artık bağlamdan kopmuştur, üzerinde kılıcını sallayan her figürle savaşıp onları alt etmeyi hayat zannetmeye başlamıştır. İşte bu, dış gebelik sürecidir. Sperm, savruluşun bir emri olarak rahim dışında bir yere tutunmaktadır ve bu sürekli tekrar etmektedir. Böylece Ben, Mrs. Robinson’a meydan okur, yine gidip yüreklice yapmaz bunu, aynı kişiliksizlikle aslında söz vermesine rağmen bu sözünü yutar ve Elaine’i ayartır. Bu, savrulan bir insanı artık kendisinin değil, suçun yönetmesinin bir örneğidir. Rüşveti aldığınız an itibarıyla sizi artık suç yönetmeye başlar; yakalanma korkusu, suçun sizi egemenliği altına almasıdır ve siz bir kural olarak bağlamdan koparsınız. Yönetmen, hem ilk bölümde Ben karakterinin gelişimini tamamladığı hem de ilgili bölümün doğasına daha uygun olduğu için ikinci bölümde olayı hızlandırmıştır. Kimi süreçler bu nedenle şipşak gerçekleşmiş gibi gelmektedir. Devam edelim.
Ben, karşısına Mrs. Robinson’u almıştır ama işler elbette sandığı gibi gitmemiştir. Ortada bir pasta vardır ve bir tane kişiliksiz (Ben) kendi önünde kalan kısma değil hoşuna neresi gidiyorsa oraya çatalını saplamakta, diğerlerinin öfkesini kendisine çekmektedir. Sonunda Mrs. Robinson arabada yakalar Ben’i, “Benim mıntıkama girmeyeceksin demedim mi sana?” minvalinde konuşur. Bunun üzerine eğer olayı sürdürürse polise (Elaine’e) “öteceğini” söyler. Ben, ispiyonculuğa ihtimal vermez ama cevabını alır: “Dene ve gör.” Bunun üzerine böyle durumlarda hiç şaşmayan, psikolojik üstünlüğü elde etme savaşı başlar: “Olayı ilk duyuran kişi olma” kuralıdır bu. Günahınızı muhatabınızın başkasından değil, ilk sizden duyması size her zaman avantaj sağlar. Bu savaşı Ben kazanır ama kendisi toy bir tip, karşısında Mrs. Robinson gibi yılların terübesi var. Onun da hamleleri olacaktır ve kadın hamleyi “Ben, bana tecavüz etti.” şeklinde yapar. Nasıl ama? İşte savrulma belası budur. Olay bağlamından kopar, siz bir çarka girersiniz, yola çıkış amacınızı da hedefinizi de unutursunuz. Sistem sizi alır ve kendi uşağına çevirir. Az önce nakletmeye çalıştığımız aksiyonu bol kısımlarda biz işte bunu izleriz, savruluşu derinleşmiş insanın bağlamdan kopuşunu ve rahme tutunduğunu sanışını. Artık sona gelelim.
Ben, sadece “farklı” birisi olmayı istiyordu ama geldiği noktada sabote etmeye karar verdiği bir düğüne yetişmeye çalışıyor.

Sonunda düğünü basıyor. Ben’le hemen hemen aynı burjuva yazgısının kurbanı olan Elaine annesiyle babasına karşı net tavrını ortaya koyup ve seçimini Ben’den yana yapıyor. Haçla kitleyi korkutma sahnesi de çok hoştur. Bir izleyici yorumuna göre vampir filmlerine gönderme yapılıyormuş bu sahnede, öyledir belki ama bence bir anlamı daha var: Burjuva çocuğu, hiçbir şeyi kendi emeğiyle elde etmediği, her işini başkalarının yapmasına ve her şeyin ona gökten inmesine alıştığı için kriz anlarında aklına tüm mücadeleyi yıkabileceği bir araç bulmak gelir. Parası işini yapmaya yetmediğinde parayla adam tutar, o adamlara yaptırır işini, aklına çözüm niyetine böyle şeyler gelir. Bu sahnede de benim düşünceme göre burjuvanın gerektiğinde dini bile kolayca araçsallaştırışı, onu “kutsallığını” hiçe sayıp ikbali için kullanmaktan çekinmeyişi anlatılır. Burjuva Ben bunu başarır da ve yine bedel ödemeden kurtulur.
Sonunda Ben ile Elaine otobüsün peşinde koşmaktadır. Harika bir detay bu da. Yönetmen bir otobüsün peşinden koşturmuştur kahramanlarını. “O tren çoktan kaçtı!” cümlesindeki tren ne ise otobüs de odur ve bizim iki zengin çocuğu “o treni” yakalayıp atlar. Normal gebelik sanılan şişkinliğin aslında bir dış gebelik olduğu, spermlerin rahme değil rahmin dışına tutunduğu gerçeği ise yine mükemmel bir anlatımla bütün yolcuların bizimkilere bakması neticesinde ortaya çıkar. Bu, savrulan insanın her şey geride kaldıktan sonra gözlerinin önündeki savaş buğusunun kalkması ve kendi durumunu, gerçeğini fark etmesidir. İki özgürlük savaşçısı burjuva öylesine savrulmuştur ki anaya babaya karşı gelip evlenmeye adım attıkları an itibarıyla o hiçbir zaman temas etmedikleri standart kişilerin, yani halkın içine düşmüştür. “Farklı” olacaklarına yönelik iddiaları bir komediye dönüşmüştür çünkü çoğunluğun izlediği hayat çizgisi (oku, iş bul, evlen, çocuk yap…) ne ise onlar da aynı çizgiye bir de savaş vererek, özgürlük, farklılık adına vuruştuklarını sanarak gelmişlerdir. Olay iki ahmak için netleştiğinde, yönetmen ayar tadında müziği yapıştırıp son darbeyi indirmiştir: “Hello darkness, my old friend.” Başka bir deyişle, “Bu tipik bir gebelik değil, dış gebelik.”
