Steven Shaviro, David Graeber’ın ölümünden sonra deneme koleksiyonunu inceliyor,

David Graeber’in zamansız ölümü, 21. yüz yılın başlarında İngilizce konuşulan dünyada gerçek anlamda bir kamu entelektüeli olarak öne çıkan ender isimlerden birini yitirdiğimiz anlamına geliyordu. Yale Üniversitesi, Goldsmiths College ve Londra Ekonomi Okulu’nda (LSE) antropoloji dersleri vermiş olan Graeber, aynı zamanda politik bir aktivist ve dikkat çekici ölçüde üretken bir yazardı. Kendini sol anarşist olarak tanımlıyor, 2010’ların başındaki Occupy hareketinde aktif rol alıyordu. Akademik yayınlarının yanı sıra, geniş bir okuyucu kitlesine hitap eden çok satan kitaplar da kaleme aldı.
Bu eserlerinde, insanların borç biriktirerek nasıl baskı altına alındığını (Debt: The First 5,000 Years, 2011), bürokrasinin gündelik hayattaki yıkıcı etkilerini (The Utopia of Rules: On Technology, Stupidity, and the Secret Joys of Bureaucracy, 2015), birçok insanın yalnızca geçimini sağlamak için yapmak zorunda olduğu, anlamsız ve gereksiz hissedilen işleri (Bullshit Jobs: A Theory, 2018), ve antik dünyadaki alternatif siyasal örgütlenme biçimlerinin tarihini (The Dawn of Everything: A New History of Humanity, 2021, David Wengrow ile birlikte) ele aldı.
Graeber 2020 yılında hayatını kaybetti, ancak geride büyük ölçüde hâlâ gün yüzüne çıkmamış geniş bir yazılı miras bıraktı. Bu metinlerin bir kısmı henüz yayımlanmadı; yayımlanmış olanların ise birçoğu erişimi kolay olmayan, az bilinen yayınlarda yer alıyor. The Ultimate Hidden Truth of the World… adlı bu yeni derleme, daha önce yalnızca çevrimiçi mecralarda ya da küçük yayınevlerinden çıkan kitaplarda yayımlanmış olan 18 makale ve söyleşiyi bir araya getiriyor. Bu metinlerin tamamı, ilk kez büyük bir yayınevi tarafından hazırlanan tek ciltte toplanmış durumda.
Kitabın başlığı, Graeber’in daha önceki eserlerinden biri olan The Utopia of Rules(Kuralların Ütopyası) ’tan alınmıştır. Bu kitapta Graeber şöyle yazar: “Dünyanın nihai ve gizli hakikati, onun bizim tarafımızdan yaratılmış bir şey olduğu, dolayısıyla aynı şekilde başka türlü de yaratılabileceğidir.” Bu tarz söylem Graeber’e özgüdür: Görünüşte abartılı (“nihai ve gizli hakikat”) bir ifade, aslında gündelik yaşantımızda zaten yaptığımız şeylere gönderme yaparak ayakları yere basan bir hale gelir.
Graeber, bir anti-kapitalist aktivist için alışılmadık derecede iyimser bir figürdür: Bizleri baskılayan toplumsal ve kurumsal yapıların nihayetinde kendi ellerimizle inşa edildiğini hatırlatmak ister. Bu da demektir ki, mevcut toplumsal ve ekonomik düzen zorunlu değildir; farklı şekillerde yeniden kurgulanabilir. Hatta bu alternatif biçimlerin bazıları, elimizde olan her şeyden çok daha iyi olabilir.
Ben şahsen karamsarlığa daha yakınım; içinde yaşadığımız dünya, yaklaşan ekolojik çöküşler ve giderek derinleşen servet eşitsizliğiyle birlikte, açık bir felakete doğru ilerliyor gibi görünüyor. Ancak biliyorum ki böyle bir dünya görüşü yalnızca kaderciliğe ve eylemsizliğe yol açar; eğer baştan pes ettiyseniz, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Bu nedenle Graeber’in iyimserliği, benim gibiler için adeta terapötik bir etki yaratıyor.
Bugünkü sefil kapitalist gerçekliği savunanlar, insanın kusurlu bir varlık olduğunu öne sürerek, kusursuz bir dünya yaratamayacağımızı iddia ederler. Oysa buna verilecek en açık yanıt şudur: Madem insanlar bencil ve kötü eğilimler taşıyabiliyor, o halde tam da bu en yıkıcı dürtülerimizi ödüllendiren; dayanışma, şefkat ve eşitlik gibi erdemli yönlerimizi ise bastıran ya da cezalandıran bir sistemi -yani kapitalizmi- savunmak olsa olsa akıl dışı bir tutum olabilir.
Bu derlemede yer alan kısa metinlerden biri olan “Anarşist misiniz? Cevap Sizi Şaşırtabilir!” başlıklı denemede, Graeber çoğu insanın kendiliğinden sergilediği sıradan nezaket eylemlerine dikkat çeker: Otobüse binerken sıraya girmek ve başkalarını itip kakmamak gibi ya da “tek bir liderin dayatmasıyla değil, ortak rıza temelinde kararların alındığı bir kulüp, spor takımı veya başka bir gönüllü topluluğa” üye olmak gibi. Eğer bu tür davranışları sergiliyorsanız -ki çoğumuz bunu zaten yaparız- Graeber’e göre anarşizme çoktan yarı yoldan fazlasını kat etmişsiniz demektir.
Asıl mesele, bu gündelik eşitlikçi pratikleri temel almak; başkalarına ne yapacaklarını söyleyen liderler tayin etmek yerine, birlikte nasıl yaşamak istediğimizi ortaklaşa belirlemektir. Çünkü insanlar mükemmel olmadıkları ve özellikle de başkaları üzerinde güç sahibi olduklarında bu gücü kötüye kullanmaya meyilli oldukları için, en başından birbirimizi eşitler olarak kabul ettiğimiz toplumsal durumlara ihtiyaç duyarız.
Graeber’in argümanları, her ne kadar tümüne bütünüyle katılmasam da büyüleyici bir çekiciliğe sahip. Gerçekten de Donald Trump’ın sekiz milyar diğer insandan daha fazla güce sahip olmaması durumunda dünya çok daha yaşanabilir bir yer olurdu. Ama yine de böyle bir dünyada bile onun hâlâ oldukça toksik bir figür olacağına ve çevresindeki herkes için tehdit oluşturmaya devam edeceğine dair bir şüphem var. Belki de ona karşı biraz haksızlık ediyorumdur.
The Ultimate Hidden Truth’ta yer alan yazıların çoğu, “Anarşist misiniz?” gibi genel çıkarımlar yapan metinlere kıyasla, çok daha odaklanmış ve somut meselelerle ilgileniyor. Örneğin birkaç bölüm, Graeber’in kendi hayatından anekdotlara dayanıyor. “Tecavüzün ne kadar yaygın olduğunu anlayamamıştım. Sonra jeton düştü” başlıklı yazısında, annesinin yaşam öyküsünden yola çıkıyor. Büyük Buhran döneminde annesi “sütyen diken bir fabrika işçisi”ydi. Ancak çalıştığı sendika, emekçilerin sorunlarını konu alan bir Broadway oyunu sahnelemeye karar veriyor ve Graeber’in annesi, kadın başrol olarak büyük bir başarı elde ediyor. Ne var ki oyun sona erdikten sonra yeniden fabrikaya dönüyor. Aslında oyunculuk kariyerine devam etme şansı olabilir miydi? Belki. Ama annesi Graeber’e şöyle demiş: “Bazılarımız yapımcılarla yatmaya razıydı. Ben değildim.”
Bu kişisel anı, Graeber’in Dominique Strauss-Kahn ve Harvey Weinstein gibi güçlü erkeklerin işlediği cinsel şiddet suçlarına dair yaptığı çözümlemenin zeminini oluşturuyor. Buradan hareketle, bu tür istismarların ne denli sıradanlaştığını ve bu yüzden de duyduğumuzda çoğu zaman ilk refleksimizin “Ne bekliyordun ki?” gibi tepkiler vermek olduğunu tartışıyor.
“Hayal Gücünün Ölü Bölgeleri” başlıklı bir diğer denemede, Graeber annesi için yaşamının son döneminde bakım hizmeti ayarlamaya çalışırken karşılaştığı bürokratik engelleri anlatıyor. Sonsuz gibi gelen formları doldurmak, sonra bu formlardaki ufak tefek hatalar ya da kendi içinde çelişkili olması nedeniyle onları tekrar tekrar doldurmak zorunda kalmak… Bu tür deneyimler, bizim toplumumuzda neredeyse herkesin er ya da geç yüzleşmek zorunda kaldığı şeyler. Bu açıdan bakıldığında, Graeber’in yazısı bize şaşırtıcı ya da yeni bir şey sunmaktan çok, fazlasıyla tanıdık bir zeminde ilerliyor.
Fakat zaten Graeber’in esas meselesi tam da bu: “O halde” diye soruyor, “neden Amerikan ya da Britanya toplumlarında geçiş ritüellerine dair ciltler dolusu etnografya yok? Neden bu etnografyaların uzun uzun form doldurma süreçlerini anlattığı bölümler bulunmuyor?” Antropologlar, farklı insan topluluklarında gündelik yaşamın ayrıntılarını incelemeyi amaçladıklarını söylerler. Ancak konu kendi toplumumuza geldiğinde -bürokrasinin hayatımızda oynadığı merkezi rol ne kadar büyük olursa olsun- “bu konuda söylenebilecek pek ilginç bir şey yokmuş gibi davranılır. […] Örneğin bir ipotek başvurusunun Geertz tarzı bir ‘kalın betimlemesi’ muhtemelen mümkün değildir, belge ne kadar karmaşık olursa olsun.”
Graeber, bürokrasinin saçmalıklarını konu alan edebi eserlerin -Franz Kafka’dan Stanisław Lem’e, Ismail Kadare’den José Saramago’ya, Jorge Luis Borges’ten Joseph Heller’a kadar- oldukça geniş bir yelpazede bulunduğuna dikkat çeker. Ancak antropolojinin, bir disiplin olarak, bu alanla başa çıkmakta yetersiz kaldığını haklı olarak sorgular. Ona göre bunun nedeni, bürokrasinin nihayetinde dayandığı yapısal şiddet olabilir; aynı zamanda bu durum, akademinin kendisinin de böyle bir şiddeti önvarsayan ve ona bağımlı olan bir iktidar yapısı olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle akademi, bürokrasinin içerdiği şiddeti sistematik biçimde göz ardı eder.
Graeber, gündelik yaşamın küçük ayrıntılarından yola çıkarak, içinde yaşadığımız dünyaya dair son derece çarpıcı ve ikna edici genellemeler yapar. Ancak aynı zamanda bu tür genellemelerin kendisinin de eleştirel süzgeçten geçirilmesi gerektiği konusunda bizi uyarır; çünkü böylesi genellemeler, özel olanı yutarak kendi içinde birer tahakküm aracı hâline gelebilirler. Bu metinlerde beni en çok etkileyen ve en parlak bulduğum şey, Graeber’in kendi argümanlarına da dönüp bakabilme biçimidir.
Bürokratik evrak işleri gibi gündelik olgulara odaklanmanın zorluğu, onların neredeyse her türlü anlamlandırma çabasını geri püskürtmeleridir. Graeber’in de söylediği gibi, bu tür yapılar “anlamsal ya da simgesel emeğin artık işlemediği alanlardır. […] Hayal gücünü iterler.” Diyalektik zekâmız, bu tür durumlar karşısında adeta yenilgiye uğrar. Ancak Graeber, aynı zamanda şunun da farkındadır: Eğer bu alanlardan geri çekilirsek, yani onları analiz etmeye, anlamlandırmaya ve dönüştürmeye çalışmazsak, o zaman “onları yaratan şiddetin bizatihi suç ortağı olma riskini taşırız.”
The Ultimate Hidden Truth of the World… adlı derlemede, Graeber’in önceki çalışmalarından tanıdık birçok tema daha kısa ve yoğunlaştırılmış biçimde ele alınır. Bürokrasiye ilişkin analizlerine zaten değinmiştik. Bu metinlerde ayrıca, özellikle 2011’den itibaren Occupy hareketinin temel meselelerinden biri haline gelen finansallaşma ve özellikle borçla yürütülen mücadeleye de yeniden dönülür.
Graeber, zaman zaman (benim tarafımdan da, başkaları tarafından da) Marksizmle arasına mesafe koyduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Gerçekten de, sınıf çatışmasını, günümüz toplumunda ortaya çıkan başka iktidar biçimleriyle birlikte ele alır; bu da onu, Marksistlerin sıklıkla yaptığı gibi, kapitalist toplumu hâlâ temelde artı-değer sömürüsü ve sınıf oluşumu üzerinden açıklayan yaklaşımdan ayırır. Ancak bu kitapta Graeber şunu açıkça belirtir: “Marksizmin temel ilkelerini göz ardı ettiğimi düşünmüyorum, […] aslında onları zaten veri kabul ediyorum.”
Graeber’in geleneksel Marksizmden esas farkı, toplumsal çözümlemede Marksist analizleri “son tahlil” olarak görmekten kaçınmasıdır. (Burada kastedilen, Fransız Marksist filozof Louis Althusser’in “in the last instance” [son kertede] ifadesidir. Althusser’e göre, farklı toplumsal pratik alanları -ideoloji, siyaset, hukuk, ekonomi- farklı şekillerde işlese de, son kertede belirleyici olan ekonomik yapıdır. Ancak Althusser’in kendisi bile bu iddiaya temkinli yaklaşmış ve sınırlılıklarını kabul etmiştir.)
Graeber ise kendisini “Marksist ve Maussçu gelenekler arasındaki kesişim noktasında” konumlandırdığını ifade eder. (Buradaki Maussçu gelenek, Fransız antropolog Marcel Mauss’un, özellikle armağan, karşılıklılık ve toplumsal dayanışma biçimlerine dair analizlerine gönderme yapar. Bu yaklaşım, ekonomik ilişkileri yalnızca çıkar maksimizasyonu değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki bağlamlar içinde anlamaya çalışır.)
Bu ikinci referans, Fransız antropolog Marcel Mauss’a atıfta bulunur. Mauss, armağan değişimini, sözde “ilkel” (yani Batı dışı ve kapitalist olmayan) toplumlarda toplumsal örgütlenmenin ve iktidar ilişkilerinin temel taşı olarak incelemiştir. Mal üretimine değil, armağan alışverişine dayanan bir toplum -son derece eşitsiz olsa bile- sosyal ve siyasal iktidarın zenginlik ve borç ilişkilerine bağlanış biçimi, modern kapitalist dünyadakinden oldukça farklıdır. Ancak Mauss’un bu içgörüleri günümüzdeki toplumlarımız için de geçerliliğini korur; özellikle zenginlerin servetlerini artırmak için doğrudan yeniden yatırıma yönelmek yerine, onu gösterişli ve abartılı biçimlerde sergilemeyi neden tercih ettiklerini anlamamıza yardımcı olur. Donald Trump’ın altın klozet kullandığına dair anlatılar sadece bir şehir efsanesi olabilir; ancak böyle bir davranış, onun servetini gösterişçi bir şekilde sergilemeye dayanan genel kendini büyütme eğilimiyle tamamen uyumludur.
The Ultimate Hidden Truth derlemesindeki iki en uzun deneme, aynı zamanda Graeber’in önceki yazılarına kıyasla en çok yeni alanı kapsayan metinlerdir. Kitap, “Hiçbir Zaman Bir Batı Olmadı: ‘Batı Geleneği’ Kavramının Tutarsızlığı Üzerine” başlıklı denemeyle açılır. Bu yazıda Graeber, en azından ana akım yorumcular arasında çok yaygın olan şu iddiaya karşı çıkar: Demokrasi ve çoğulculuk, antik Yunan’dan kaynaklanan ve günümüzde Kuzey Amerika ile Batı Avrupa ülkelerinde doruğa ulaşan, sadece Batı’ya özgü kavramlar ve değerlerdir. Graeber, daha önce pek çok kişinin yaptığı gibi, antik Atina demokrasisinin sadece küçük bir özgür erkek grubuna uygulanabildiğini, kadınları ve köleleri dışladığını belirtir. Ancak ondan sonra ileri gider ve Batı’nın eşsiz olduğu iddiasının tamamen tutarsız ve yanlış olduğunu gösterir. Bunun bir sebebi, bu şemanın antik Yunan dönemi ile 17. ve 18. yüzyıllardaki demokratik devrimler arasında geçen iki bin yılı tamamen görmezden gelmesidir. Bu, insan hakları ve demokrasi fikirlerinin Avrupa’da neredeyse tamamen yok olduğu son derece uzun bir dönemdir.
Bir başka nokta da, bu şemanın esas olarak Avrupa felsefi metinlerine dayanması ve Avrupa’da 2.500 yıl boyunca gerçekten hangi uygulamaların yürürlükte olduğu konusundaki rahatsız edici soruları tamamen göz ardı etmesidir. Ayrıca, dünyanın pek çok farklı toplumunda, iktidarın elinde bulunduğu resmi temsilcilerin rekabetçi oy verme ve seçim yoluyla belirlenmesinden ziyade, kamuya açık tartışma ve müzakereler yoluyla kararlar alınarak nihai bir uzlaşmaya varılması süreçlerine dayanıldığı görülür.
Son olarak, bireysel özgürlük, en azından belirli bir eşitlik düzeyi, dinî hoşgörü gibi değerler, Batı tarafından benimsenmeden çok önce dünyanın diğer bölgelerinde var olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nde bile, bu değerler ve uygulamalar, Iroquois Konfederasyonu gibi Yerli halklar arasında ve Atlantik’i tarayan korsan gemilerinde, ülkenin kuruluş ilkelerine girmeden çok önce mevcuttu. Genel olarak, “halkın kendi kendini yönetmesi” ilkesine dayanan demokratik uygulamalar, “devletin zorlayıcı aygıtı” dışında var olmuştur ve devleti özgürlük, demokrasi ve insan haklarının temeli olarak gören görüşler tamamen yanlıştır.
Kitabın kapanış denemesi olan “Eğlenemezsek Ne Anlamı Var?” ise çok daha çığır açıcı ve yenilikçidir. Burada Graeber, oyunun öneminden bahseder -yalnızca insanlara değil, genel olarak hayvanlara da. 20. yüzyıl ortalarındaki neo-Darwinist biyoloji sentezi, evrimin tamamen organizmalar arasındaki acımasız rekabet tarafından yönlendirildiğini savunur (hatta mikro düzeyde “bencil genler” arasında), her biri kendi hayatta kalma şansını ve yavru sayısını maksimize etmeye çalışır. Bu, neoklasik iktisattan alınmış bir metafordur ve biyolojik dünyaya zorunlu olarak uygulanmıştır. Bu teorilere göre, “kaynaklar üzerindeki rekabet, avantajın rasyonel hesaplanması ve zayıfların kademeli yok oluşu evrenin temel ilkeleridir.” Biyolojiye uygulandığında, bu teori “davranışı rasyonel terimlerle açıklama” sunar; bir hayvan gerçek anlamda rasyonel olmasa bile, “kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan hesapçı bir ekonomik aktör gibi” anlaşılmak zorundadır.
Şimdi, bu tür bir teorinin, üretim ve değişim gibi ekonomik faaliyetlerle uğraşan insanlara doğru şekilde uygulanıp uygulanmadığı şüphelidir; Marcel Mauss ve altın klozet örneğiyle yukarıda söylediklerime bakınız. Elbette insanlık hem rekabet eder hem de iş birliği yapar, ancak insan rekabeti sıklıkla performatif, dramatik ve hatta grotesk biçimler alır ve çoğu zaman bunun maddi bir getirisi olmaz. İnsanlar rasyonel olabilse de neoklasik iktisadın varsaydığı gibi rasyonel fayda maksimizasyonu yapan varlıklar değiliz. Ayrıca, hayvanlar aleminde yaygın olan oyun aktiviteleri, hayvanların da yalnızca rasyonel hesaplamalarla yaşamadığını gösterir. Graeber, “hayatın kendisinin amaç” olduğunu ısrarla vurgular. Gerçekten de, “kapasitelerini en üst düzeye çıkarmak, kendi varoluşundan zevk almak demektir ve sosyal canlılarda, bu tür zevkler topluluk içinde paylaşıldığında orantılı olarak artar.” Hem insanlar hem de diğer canlılar, sıklıkla “sadece iyi yaptığımız bir şeyi yapmanın, onun keyfini çıkarmanın” peşindedir. Cyndi Lauper’ın sözlerini genişleterek söyleyebiliriz ki, tüm canlı organizmalar “sadece eğlenmek ister.”
Bu gözlemlere dayanarak, Graeber hatta “belki de tüm fiziksel gerçekliğin temelinde bir oyun ilkesi vardır” diye öneride bulunur. Ancak bu, sadece oyunbaz bir varsayımdır; Graeber bunun için yeterli kanıtının olmadığını kendisi de kabul eder. Fakat benim açımdan haklı olarak ısrarla belirtir ki, “bu bakış açısı, şu anda ortodoksi olarak kabul edilen ve anlamsız, robotik bir evrenin bir anda hiçbir yerden şairler ve filozoflar ürettiği tuhaf ve tutarsız spekülasyonlardan en az onun kadar makuldür.” Gerçekten doğalcı ve tabandan yukarıya doğru bir varoluş anlayışı, tanrılara ve yaratıcılara başvurmadan oyun (ya da sanat ve spekülasyon gibi şeyler) gibi olguları açıklamak zorundadır ama bunları basitçe görmezden gelmeden ya da yok saymadan.
David Graeber yazılarında çok geniş bir yelpazeyi kapsar -otobiyografik anılardan başlayarak, tarihsel ve etnografik araştırmalara, ekolojik ve hatta kozmolojik spekülasyonlara kadar uzanır. Ancak onu hem keyifli hem de öğretici kılan şey, ikna edici ve sağduyulu bir dille, canlandırıcı ve özgürleştirici güce sahip ama tam da bu yüzden, sıradan sosyal, politik ve ekonomik anlayışlarımızda “sağduyu” kavramının dışına itilmiş olan yıkıcı fikirleri açıklama konusundaki eşsiz yeteneğidir. Dünyanın En Büyük Gizli Gerçeği… bize Graeber’in düşüncelerine canlı bir giriş sunar ve bizi de kendi sıramızda kabul edilmiş dogmaları sorgulamaya teşvik eder.
Orijinal metin: https://lareviewofbooks.org/article/anarchism-and-principle-of-play