Özet
Bu makale, başlangıç noktası olarak Vygotsky’nin (1) insanın doğal ve kültürel işlevlerin ürünü olduğu ve (2) daha yüksek işlevlerin çocuklarda interpsikolojik bir kategori olarak ortaya çıktığı önermelerini alır. Bu nedenle gelişim, karmaşık semiyotik mekanizmalar (*Akademik olarak gösterge olarak tanımlanmaktadır) aracılığıyla biyolojik işlevlerin kültürel işlevlere dönüştürülmesi süreci olarak görülebilir. Bir “semiyotik topoloji”, kültürel ve biyolojik alanların karıştırılmadan birleştirilmesine izin verebilir. Kültürel sıfır anı (cultural zero moment) hipotezi , insan gelişiminin biyolojik doğumla karıştırılmaması gereken kültürel olarak belirlenmiş bir başlangıcı olduğu anlamına gelir. Çocuğun yaşamının başlangıcında bu tür kökenleri doğrudan tespit etmek imkansız olduğundan, ampirik verilere dayalı endeksler aramak gerekir. Bu makalenin temel amacı, bir çocuğun yaşamının ilk haftalarında veya aylarında, insanın kültürel doğumunun ne olabileceğine dair olası endeksleri göstermektir.
Anahtar Kelimeler: Vygotsky, Kültür, Semiyotik, Çocuk gelişimi.
Bu makale, Vygotsky’nin “insan gelişiminin kültürel doğası” tezine göre, çocuğun yaşamının ilk birkaç ayında biyolojik işlevlerin dönüşümünde kültürün etkisine dair ampirik araştırma göstergelerine odaklanmaktadır. Bu tür gözlemler, Vygotsky’nin çalışmasının çeşitli noktalarında ele aldığı belirli konuları varsayar: (1) İnsan, insan türünün genetik yapısının bir parçası olan doğal işlevlerden oluştuğu gibi insanlığın toplumsal tarihinin bir parçası olan kültürel işlevler olmak üzere iki dizi işlevden oluşur (Vygotsky, 1997, s. 15-20); (2) Kültürel insan işlevlerinin oluşumu, işledikleri toplumsal düzlemden, işlemeye başladıkları kişisel düzleme belirli bir tür “transpozisyon” (içselleştirme veya dönüştürme) içeren genel bir genetik yasayı izler (Vygotsky, 1997, s. 106); (3) Fonksiyonların bir düzlemden diğerine “transpozisyonu”, Vygotsky’nin işaret etme hareketinin gelişim tarihinde örneklendirdiği tek bir örüntüyü takip eder (Vygotsky, 1997). Bu, semiyotik nitelikte bir diyalektik süreçtir. Bu üç varsayım bazı değerlendirmeleri hak ediyor.
Vygotsky, doğal ve kültürel olmak üzere iki tür işlevin varlığı teziyle, psikolojinin düalist geleneğini varsaymaktan uzaktır, bunun yerine karşıt nitelikteki işlevlerin iç içe geçebileceği ve her birinden belirli özelliklerin bir kombinasyonunu üretebileceği diyalektik bir bakış açısı sunar; böylece doğal işlevler sembolik hale gelir ve sembolik işlevler her biri ayrı kalmak kaydıyla doğal işlevler tarafından gerçekleştirilir. Benzer bir durum, Vygotsky’nin biri toplumsal, diğeri kişisel olmak üzere iki düzlem kavramını tanıtmasında da görülmektedir. Bu metaforun nesnesi, transpozisyonun fiziksel olmaktan ziyade semiyotik bir yapıya sahip olduğunu ve dolayısıyla mekanın fiziksel kısıtlamalarına tabi olmadığını; ancak zamanın kısıtlamalarına tabi olduğunu, çünkü bir “önce” ve bir “sonra” olduğunu ileri sürer (Pino, 1994).
Öte yandan, biri önce diğeri sonra olmak üzere iki zamanı içeren düzlemlerin yer değiştirmesi fikri, kültürel gelişim sürecinin en başlangıcıyla çakışan bir “sıfır kültürel an”ın var olduğu hipotezine yol açar. Bu, temelde fiziksel bir an olmaktan çok mantıksal bir an olur, çünkü böyle bir anı deneysel olarak tespit etmek son derece zordur. Yine de, böyle gerçek bir zorluk, kültürel işlevlerin toplumsal kökenini haklı çıkarmak için gerekli olan hipotezi geçersiz kılmaz. Bu hipotez tamamen orijinal değildir, çünkü Zazzo (1974) da çocuğun gelişiminin başlangıcında “psikolojik olmayan bir varoluş” durumunun varlığından bahsetmiştir.
Çocuğun kültürel oluşumunun başlangıcına dair belirtilerle ilgili araştırmalar şu öncüllere dayanmaktadır: a) İnsan gelişimi kültürel nitelikteyse b) Kültür doğanın değil, aynı zamanda hem kültürün üreticisi hem de ürünü olan insanın eseriyse c) Sonuç olarak kültürel gelişimin biyolojik doğumdan başka bir başlangıcı olmalıdır. İkincisi birincisi için gerekli bir koşul olsa da, onu yaratmaz. Bu öncüllerin ilk ikisi Vygotsky’nin çalışmalarında bulunabilirken, üçüncü terim bunlara dayanan mantıksal bir sonuçtur. Bu öncüller bu makalede ele alınan konuların çıkış noktası olarak hizmet edecektir: Bunlardan ilki, Vygotsky’nin kültür kavramının önceden analiz edilmesini varsayan çocuktaki biyolojik ve kültürel işlevler arasındaki ilişkidir; ikincisi, böyle bir araştırma için en etkili metodolojik prosedürün tartışılmasını içerir.
Çocukluktaki Biyolojik ve Kültürel İşlevler
Vygotsky’nin, çalışmasında son derece önemli olmasına rağmen, kültür kavramını doğrudan tartışmadığı kabul edilmelidir. Bu eksiklik, özellikle Kroeber ve Kluckhohn’un (1952) belirttiği gibi, terimin kullanımındaki belirgin anlamsal çeşitlilik olmasından dolayıdır.
Etimolojik olarak, kültür kelimesi (Latince cultura kelimesinden türemiştir, bu da colere fiilinden türemiştir) başlangıçta “tarımsal üretim” anlamına gelmektedir. Daha sonra, Roma döneminde, terimin anlamı, Cicero’nun mecazi olarak felsefeye atıfta bulunmak için kullandığı “cultura mentis” ifadesinde olduğu gibi “zihnin yetiştirilmesi”ni de içerecek şekilde gelişmiştir. Öte yandan Yunanlılar, bu kavramlar için iki farklı terimi ön plana çıkarmıştır: a) georgia, tarlaların yetiştirilmesi ve b) mathema, bilginin yetiştirilmesi. Yüzyıllar sonra, 18. yüzyılın aydınlanmasıyla birlikte, kültür terimi “zihnin rafine edilmesi” ve “iyi tavırlar” anlamında kullanılmaya başlandı. “Kültürlü” bir kişi olmak, “yükselen bir burjuvazi ile kolayca özdeşleştirilen belirli bir sosyal sınıfın üyelerinden farklı, rafine (Her türlü inanç ve görüşlere saygılı, doğru bildiğini yapabilen veya arzu edilen bir şekilde özgür olarak yaşayan insani tipoloji)* bir davranış ve gelenek tarzına sahip olmak” ile eş anlamlıdır. Başka bir fikir olan medeniyet de bazı Avrupa ülkelerinde kültür kelimesiyle eş anlamlı olarak yorumlanmıştır. Medeniyet terimi, barbar ve vahşi bir devlet fikrinin zıttı olarak kullanılır ve belirli halkların elde ettiği gibi belirli bir maddi ve manevi ilerleme seviyesini ima eder. Lakin genel olarak medeniyet maddi ve teknolojik ilerlemeyi ifade etmek için kullanılırken, kültür belirli bir halkın değerlerini ve manevi yönlerini ifade etmek için kullanılır. 19. yüzyılın erken antropolojik çalışmalarında, bu iki terim eş anlamlı olarak Tylor tarafından kullanılmış ve kanıtlanmıştır.
Çağdaş düşüncede, kültür terimi genellikle 19. yüzyılda, özellikle Franz Boas ve Marcel Mauss’un çalışmalarında şekillenen bilgi alanı olan antropoloji ile ilişkilendirilir. Bu antropolojik bilimin tarihi gösterdiği gibi, kültür teriminin kullanımındaki çeşitlilik genellikle farklı tarihsel dönemlerde baskın olan insan doğasına ilişkin farklı anlayışlarla ilişkilidir. Anlam, insan doğasının biyolojik bir birimi ve insanlar arasında doğal eşitlik fikrinden -halklar arasındaki kültürel farklılıkların önemini azaltan bir konum- kültürcü okulun toplumların tarihinin belirleyicilerinin biyolojik benzerlikten ziyade kültürel farklılık olduğu yönündeki karakteristik varsayımına doğru değişmiştir.
Kültür kavramının çeşitli yorumlarına rağmen, Jahoda (1992, s. 4) yazarlar arasında genetik yönleri bu kavramdan hariç tutma konusunda genel bir fikir birliği olduğunu belirtir. Bu pek bir şey değil, ancak bir başlangıçtır. En azından genetik gibi doğanın işi ile kültürün sembolik işlevlerini zorunlu olarak içeren insanın işi arasında bir ayrım çizgisi olduğu sonucuna varılabilir.
Vygotsky kültür kavramını tartışmasa da “kültür hem toplumsal yaşamın hem de insanın toplumsal faaliyetinin bir ürünüdür” (1997, s. 106) iddiasında bulunmuştur. Bu tanımlama ilk bakışta kültürden ne anladığını açıklamak için yeterli olmasa da Marx ve Engels’in insan ve doğa arasındaki ilişki hakkındaki daha önemli tezlerinden bazılarını ifade ediyor gibi görünmektedir. Vygotsky bu iddiasında kültürün iki farklı yönünü açıklığa kavuşturur: 1) kültür bir insan ürünüdür ve 2) bu ürün aynı anda iki kaynaktan, toplumsal yaşamdan ve insanın toplumsal faaliyetinden, kaynaklanır. Bu kaynaklardan ilki, insanların toplumsal yaşamını oluşturan uygulamaların dinamikleriyle özdeşleştirilirken, ikinci kaynak Marx ve Engels’te olduğu gibi toplumsal çalışma kavramıyla ilişkilidir. Dolayısıyla Vygotsky’e göre kültür, kabile topluluklarında veya çağdaş toplumlar olarak ayırmaksızın insanlığın sürekli olarak her zaman rutin olarak yaptığı tüm işlerin kümesidir. Kültürel üretim böylece homo’nun bir insan türü olarak kuruluş tarihiyle kaynaştırılır.
Vygotsky’nin başlıca kaygılarından biri, doğa düzlemi (veya temel işlevler) ile kültür düzlemi (veya üstün işlevler) arasında hem kopuşun hem de sürekliliğin varlığını göstermek olmuştur. Kopuş, işaretlerin (sembolik sistemler, kültürün temel unsurları) biyolojik işlevler üzerindeki dönüştürücü etkisini ifade ederken, süreklilik, kültürel işlevlerin zorunlu olarak somut ifadeleri için doğal veya biyolojik kaynaklarımızın kullanımına dayandığı gerçeğini ifade eder. Ancak kültür, doğa için bir tür “toplanmış değer” gibi görünmektedir. Vygotsky’nin dediği gibi, “Kültür, üzerinde genel olarak konuşursak, doğa tarafından verilenlerin dışında yeni bir şey üretmez. Ancak doğayı insanın amaçlarına uyacak şekilde dönüştürür.” (1994, s. 59). Dolayısıyla kültür, doğanın bir ikamesi değildir, aksine onu üstlenir ve doğal verileri yaratmadan dönüştürür. Buradaki “dönüştürmek” fiili, “form” kelimesinin Aristotelesçi anlamında “yeni bir form vermek” olarak anlaşılmaktadır.
Tarihsel-kültürel bir bakış açısıyla, kültürün doğaya yeni bir form kazandırdığını söylemek, maddi ve sembolik olmak üzere iki anlama sahip olarak anlaşılmalıdır. İnsanın doğayı dönüştürmesi, teknikler ve sembolik araçlar kullanarak aracılık edilen etkinlikle bağlantılıdır; birincisi doğanın maddi formunu değiştirmeyi mümkün kılarken, ikincisi ona sembolik bir varoluş kazandırmayı mümkün kılar. Teknik araçları kullanarak, Michelangelo’nun dehası, maddi formunu kaybetmeden taştan yeni formlar yaratabilmiştir. Malzeme formda değiştikçe, Musa’nın imgesi heykeltıraşın hayal ettiği şekilde şekillenmiştir. Ancak, taşın bu yeni maddi şekli, gözlemcinin ünlü İbrani liderinin fikrini aklına getirmesini mümkün kılmıştır. Maddi form olmadan, taş sessiz kalırdı. Bununla birlikte, maddi form kendi başına, gözlemcinin çağrıştırılacak fikrin sembolik boyutlarını belirleyeceğini garanti etmez. Charles S. Peirce’in söyleyeceği gibi, bunun gerçekleşmesi için Musa hakkında “yan bilgi” sahibi olmak gerekir. Bu, maddiliğin aynı zamanda maddi özelliklerini yitirmeden de anlamlı hale gelebileceğini, ancak bu maddilik olmadan göstergenin ifade biçiminden yoksun kalacağını göstermektedir.
Kültür insan ürünlerinin kümesiyse, kültürel gelişim bu ürünlerin yetişkinler için (toplumsal veya kamusal düzlemde) sahip olduğu anlamların çocuk özelinde, özellikle de çocuğun parçası olduğu toplumsal grup içinde, anlamlara dönüştürülmesini ifade eder. Aynı zamanda, kültürel gelişim üretici etkinliğin kendisinden kaynaklanan yeteneklerin edinilmesini de ifade eder.
Biyolojik ve kültürel işlevler arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır, çünkü bir yandan benzersiz bir şekilde ayrı işlevler uygularken, diğer yandan bir dereceye kadar ayrılmaz bir şekilde birbirleriyle ilişkilidirler. Örneğin, yaralanmanın neden olduğu fiziksel acının hoş olmayan yönleri ile büyük bir amaç uğruna acı çekmenin sonucu olan mutluluk arasında ayrım yapabiliriz. Ancak acı çekmenin mutluluğunu, onu besleyen fiziksel acıdan nasıl ayırabiliriz? Yaşamın fiziksel yönleri, bu yaşamın neden olduğu duygularla aynı değildir, ancak biri diğerinden nasıl ayrılabilir? Yemek yeme eylemini, yemeğin neden olduğu hazdan nasıl ayırt edemeyiz? Aynı zamanda, biri diğerinden nasıl ayrılabilir? Bu, teorik düzlemde, doğal ve kültürel işlevler arasında bir ayrım yapmak yeterince kolay olsa da, aslında aralarındaki sınırları belirlemenin zor olduğunu düşündürmektedir.
İnsan bebeğinin doğal durumu hakkında bildiğimiz az şeyden, hayatının başlangıcından itibaren duyusal ve motor aktivitesinin başladığını, ancak bunun fiziksel ve sosyal çevresiyle gerekli teması garantilemek için yeterli olduğunu biliyoruz. Ancak, biyolojik olarak belirlenen bu aktivite, belirli bir işlevsel istikrar seviyesine ulaşsa bile, insan bebeğinin başlangıçta kültürel dünyayla ilişki kurabilmesi için tamamen yetersizdir. Bu, bu varsayımsal “sıfır kültürel an”dan, bir gün insan dünyasına tam olarak entegre olacak bir kültürel varlığın nasıl ortaya çıkabileceği sorusunu gündeme getirir. Makul bir cevap, bu duyusal ve motor aktivitenin, bu iki işlev karşılıklı olarak etkileşime girmeden önce bile, çocuğun kültürel ortamıyla ilk iletişim biçimlerinin temelini oluşturmasıdır. Piaget’e (1971), Wallon’a (1942) ve diğerlerine göre, bu, hayatın ilk yılı boyunca gerçekleşir. Duyusal aktivitenin varlığı çocuğun ortamdan gelen işaretleri yakalamasını mümkün kılarken, motor aktivite çocuğun hem duyguları hem de ihtiyaçları olan içsel durumları bedeniyle ifade etmesini mümkün kılar. Bu şekilde, her iki reseptörün varlığı ve ifade edici hareket kapasitesi çocuğun etolojik araştırmanın ve aktanlarıyla temas kurma ihtiyacının gerekliliği olarak gördüğü şeyi yerine getirmesini mümkün kılar.
Semiyotik Analiz
Kültürün etkisinin çocuğun biyolojik doğası üzerindeki etkilerinin doğrudan gözlemlenmesinin imkansızlığı göz önüne alındığında, bu araştırma bu eylemin belirtilerinin varlığını yakalamak ve tanımlamak için tasarlanmıştır. Bu karar iki varsayıma dayanmaktadır: (1) farklı işaret biçimlerinin (izler, ipuçları, semptomlar) kullanımına ilişkin çok sayıda deneyimin varlığı, doğrudan bilinmeyen şeyler ile varlıklarının belirtileri arasında gerçek bağlantılar yaratmanın tamamen mümkün olduğunu ortaya koymaktadır; (2) kültürel eylemin çocuğun biyolojik işlevleri üzerindeki etkisini düşündüren belirtilerin, hayatının ilk birkaç ayında tanımlanması mümkün olmalıdır.
Dolayısıyla, çocuğun varoluşunun başlangıcında kültürün etki belirtilerinin bulunması, Vygotsky’nin ileri sürdüğü gibi, çocuğun kültürel oluşum sürecinin doğumdan hemen sonra başladığını ileri sürmemizi sağlar.
Eleştirel mantık açısından, burada benimsenen araştırma tasarımı, tümdengelimden (Peirce, 1990) daha yakından tümevarımla ilişkilidir. Tümevarım, nedensel ilişkilerden ziyade mantıksal varsayımlarla çalıştığı için, daha tümdengelimli yöntemlerden ziyade varsayımsal çalışmalar için daha uygun görünmektedir. Peirce’e göre, tümevarım yoluyla argümantasyonun bir özelliği, akıl yürütmenin sonucu olarak ifade edilen bir olgu ile altta yatan öncülleri oluşturan olgular arasındaki benzerlik ilişkisidir, çünkü öncüller, bir sonucun zorunlu olarak doğru olması gerekmeksizin mükemmel bir şekilde doğru olabilir. Dolayısıyla, çocuğun kültürel oluşum sürecinin belirtilerini belirleyememek, “bir olay ile belirtisi arasında gerçekten bir bağ vardır” ve “kültürel oluşum süreci ile bu sürecin belirtileri arasında gerçekten bir bağ vardır” şeklindeki iki öncülün doğruluğundan bağımsızdır.
Mevcut araştırma için bu tümevarımsal metodolojinin benimsenmesinin sonuçları daha fazla dikkate alınmayı hak ediyor. İlk olarak, bir tür işaret aramanın, olgular arasındaki nedensel ilişkileri aramaktan oldukça farklı olduğu unutulmamalıdır, çünkü bu iki tür sonuç farklı metodolojik seçenekler içerir. İşaret aramak, kanıt değil izleri içeren bir analiz gerektirir; hazır anlamları değil işaretleri; ancak bu işaretler mantıksal bir zinciri tamamlamayı mümkün kılabilir ve böylece aranan şey hakkında güvenilir sonuçlar çıkarmayı mümkün kılar. İşaretlerin kendi başlarına kanıt olarak hiçbir değeri yoktur, çünkü bunlar ancak yorumcu, Peirce’in yaptığı gibi, işaretbilim ve mantığın eşanlamlı olduğunu varsayarak, bir tür mantıksal veya semiyotik anlam ağına dahil edilmelerine izin verecek mantıksal bir neden bulabildiğinde böyle bir değer kazanır.
İkinci olarak, bir sürecin varlığını doğrulamak, olgulara işaret etmekten daha fazlasıdır. Belirli bir tarihsel anda meydana gelen dönüşümleri ortaya çıkarmak için olayların gidişatını takip etmeyi içerir. Ancak burada ilgi duyulan dönüşümlerin varlığını doğrulamak, yani biyolojik işlevlerin bir kültür işlevi olarak dönüşümü, olan bitene dair diyalektik bir bakış açısı varsayar; aslında, bir şeyin başka bir şeye dönüşümünden bahsetmek, ancak aktarılan şey hem kendi özgül doğasından bir şeyi koruyor hem de değiştiriyorsa mümkündür.
Son olarak, bir sürecin belirtilerinden tarihsel-kültürel bir bakış açısıyla bahsetmek, sürecin kendisinin bir parçası olan ve onun belirli özelliklerinden bazılarını paylaşan bir şeyle ilgilenmek anlamına gelir. Belirtiler, görünmeyen bir şeyin görünür ifadesini oluşturur veya başka bir deyişle, bir yokluğun varlığını gösterir. Bu bakış açısından, kültürel gelişim iki yönüyle karakterize edilir: tarihseldir ve diyalektiktir. “Davranışın yalnızca bir davranış tarihi olarak anlaşılabileceği” doğruysa (Vygotsky, 1997, s. 97), bir sürecin anlaşılması, o sürecin tarihinin anlaşılmasından gelir. Bu, belirtilerin sürecin tarihinin bir parçasını oluşturduğu anlamına gelir; ayrıca gözlem sırasında dönüştürülür ve böylece sürecin dinamik doğasını ortaya çıkarılır. Ancak süreç tarihsel ise, eskisinden yeni biçimler ortaya çıkarır ve bu da belirtileri sürecin gelişen biçim zincirindeki halkalar olarak yorumlamamızı mümkün kılar. Bu gerçek, yorumlama görevini büyük ölçüde kolaylaştırır, çünkü belirtilerin anlamı incelenen dönemdeki genetik evrimle bağlantılıdır. Somut terimlerle çevrildiğinde, belirtiler, bu gelişim aşamasında meydana gelen biyolojik dönüşümleri ve sosyokültürel ortamın eyleminin bir sonucu olarak yeni biçimlere doğru evrimi ortaya koyan bir dizi yeni biçimin varlığına dair kanıt sağlamalıdır. Çünkü sürecin yapısal dinamiklerini sağlayan bu dönüşümdür.
Bu teorik temellere ve araştırma nesnesinin doğasına uyan türden metodolojik model, Ginsburg (1948) gibi yazarların “indicial paradigması” olarak adlandırdığı, semiyotik analiz için uygun bir modeldir. Indicia analizi, temsil ettikleri olguların salt bir tanımından ziyade yorumlayıcı eylemleri içerir. Eğer tüm araştırmalar, araştırılan olgu kendi başına belirgin olmadığı için bir tür yorum gerektiriyorsa, araştırma nesnesi indicialardan oluştuğunda, yorumlayıcı bir yöntem mümkün olan tek yöntem gibi görünüyor. Ancak, mevcut araştırma, farklı semiyotik yöntemlerle çalışan çeşitli yazarlar tarafından kullanılan belirli bir modeli kullanmamaktadır, çünkü burada ilgi çeken şey indicialar (ipuçları, semptomlar, vb.) ile belirli bir olay arasındaki ilişkilerin kurulması değil, daha ziyade indiciaların varlığının çocuğun kültürel oluşumu sürecinde, yani biyolojik bir varlıktan kültürel bir varlığa dönüşümünde, süreci veya varoluş nedenini açıklamaya yönelik herhangi bir girişimde bulunulmadan doğrulanmasıdır.
Bu makale, tek bir çocuğun hayatının ilk altı ayındaki araştırmasına dayanmaktadır. Dönüşümler yavaş ve yalnızca belirli bir geçici stabilizasyon seviyesine ulaştıklarında algılanabildiğinden, seçimde tamamen rastgele veya titizlikle planlanmış olmayan çeşitli zamanlarda kısa video kayıtları yapılmıştır. Video kayıtlarının kullanımı özellikle önemliydi çünkü çocuğun hala konuşma olanağı yoktu ve kendini yalnızca bedeninin diliyle ifade edebiliyordu. Öte yandan, bu prosedür araştırmacının verileri gerektiği kadar sık gözlemlemesini mümkün kılar, çünkü yorumlama aynı verilerin sürekli olarak tekrar gözlemlenmesiyle beslenen son derece dinamik bir süreçtir. Gözlemlerin dizisi, süreci önceden tasarlanmış ve doğrusal bir olgu olarak ele almadan, inşa halinde eşlik etmeyi mümkün kılar. Bu durumda, Prigogine (1996) tarafından özetlenen “zamandaki ok” metaforu, gelişim tarihi gibi geri döndürülemez süreçleri tanımlamak için daha uygun görünmektedir.
Ampirik verilerin analizi için, René Spitz ve diğerleri tarafından kullanılanlara benzer bir “gelişimsel göstergeler” tablosu oluşturuldu. Spitz, “belirli bir noktada embriyonik organizmanın biyolojik gelişiminin çeşitli hatlarının birleşmesi” sonucu olarak tanımladığı “gelişim düzenleyicileri” terimini kullandı (Spitz, 1968, s. 88). Ancak, Spitz’in bu düzenleyiciler hakkındaki anlayışı ile göstergelerin burada ele alınma biçimi arasında önemli bir fark vardır. Biz bunları “doğal işlevlere” dayalı ifade edici eylemler olarak görüyoruz. Bunlar, insanların genetik işaretlerinde (yani Homo sapiens türünün insanlaştırılması boyunca inşa edilen insan biyolojisinde) temsil edilmelerine rağmen, başlangıçta biyolojik işlevlerdi ve zorunlu olarak onlara sembolik bir biçim verecek bir dönüşüm sürecinden geçmeleri gerekir. Gelişim göstergeleri, çocuğun yaşamının ilk haftalarında veya aylarında algılanabilen temel biçimler oldukları için duyusal-motor niteliktedir. Ancak buradaki ilgi sürecinin göstergeleri olarak işlevleri, kültür eylemini ima eden, kendilerinde meydana gelen değişikliklerin göstergeleriyle ilişkilerinde yatmaktadır. Göstergeler şunları içerir: 1) bakış sabitleme, 2) vücut hareketleri (eller, ayaklar, kollar, bacaklar), 3) seslendirmeler, 4) ağlamalar, 5) gülümsemeler ve 6) bunların çeşitli kombinasyonları, “büyük mutluluk” durumlarında.
Veriler ve Bunların Yorumlanması
Bu noktaya gelindiğinde, sorunun kaynağı ve bu araştırmanın hedefleri olan orijinal sorgulama tekrar ortaya çıkar: Eğer çocuğun “kültürel gelişimi” çocuğun kendisinden değil de Öteki’nden kaynaklanıyorsa -yani, toplumsal ilişkiler bağlamında insanın toplumsal ve kültürel pratiklerinden- yaşamın ilk anlarında biyolojik işlevlerin kültürel işlevlere dönüştüğüne dair işaretler bulmak mümkün olmalıdır; ve bu durumda bunları bir şekilde görselleştirmek mümkün olmalıdır.
Bunun henüz psikolojik literatürde, en azından bu biçimde, sorulmamış zor bir soru olduğu açıktır. Zorluk, sorunun kendi doğasında ve sorulabilme biçiminde yatmaktadır. Tamamen farklı iki gerçeklik düzeni söz konusudur. Bunlardan ilki, insanın bir parçası olduğu ve üzerinde doğrudan bir güce sahip olmadığı, çünkü onu yaratmadığı, yalnızca yeniden ürettiği ve dönüştürdüğü doğanın, “kendi içinde şeyler”in düzenidir. Diğeri, insanın yarattığı ve üzerinde doğrudan güç uyguladığı sembolik düzendir. Birincisi maddi bir gerçekliktir, ikincisi değildir. Birincisi, maddiliğini kaybetmeden sembolik nitelik kazanabilir; ancak ikincisi, yalnızca birincisi aracılığıyla somut hale gelebilir ve yine de sembolik doğasını kaybetmez. Paradoksal olarak, tarihsel olarak uyumsuz ve birbirini dışlayan olarak kabul edilen bu iki farklı doğa, doğal ve sembolik düzenler arasındaki ilişkiyi mümkün kılan veya başka bir deyişle, doğanın kültüre dönüşmesini tetikleyen şeydir. İnsanın tarihi bunun kanıtıdır.
Bebeğin yaşamının ilk evresinde kültürün biyolojik işlevler üzerindeki etkisinin belirtilerinin araştırılması, gebe kalma anında miras alınan doğanın zaten bir insan doğası, yani insanlık tarihi tarafından dönüştürülmüş bir biyolojik gerçeklik olduğu gerçeğinin hatırlatılmasıdır. Bu doğa, biyolojik türün üyelerinin insan olabileceğini ima eder. Bu nedenle, insan bebeğinin -çocuğun- zaten kültür tarafından işaretlenmiş bir doğanın alıcısı olduğu ve böylece insan durumunun başarılması için doğal bir aday olduğu anlamına gelir. Bu otomatik değildir, ancak o bireyin kişisel tarihini tanımlayan zaman içinde elde edilen kademeli bir fetihtir.
Bu değerlendirmeler, kültürün bebeğin doğası üzerindeki etkisinin belirtilerinin araştırılmasının yalnızca bu doğadaki potansiyel gelecekteki değişiklikleri değil, aynı zamanda geçmişte zaten olanları da dikkate alması gerektiğini ileri sürmektedir. Biyolojik evrimi ve insan evrimini göz ardı etmek ciddi bir hatadır. Doğanın kültüre dönüştürülmesinin karmaşık sürecini anlamak için, bunun çeşitli düzeylerde aynı anda dış etkenlerin etkisinden kaynaklandığını varsaymak gerekir.
Aşırı basitleştirme riskine rağmen, aşağıdaki şekil (Şekil 1) bu kavramları açıklığa kavuşturmaya yardımcı olmalıdır. Bu şekil, yetişkin bir insanın karmaşık yapısının oluşum sürecinin farklı düzlemlerini göstermeye çalışmaktadır; bu süreç, bebeğin onu çevreleyen kültürel ortamın etkisiyle bir insan olabilmesi için yaşaması gereken bir süreçtir. Homo cinsinin evrimi sırasında, başlangıçta yalnızca biyolojik olan, doğal yaşam alanının ekolojik koşulları tarafından şekillendirilen bir yapı, doğayı etkileme ve bu yaşam alanının koşullarını değiştirme yeteneğiyle birlikte edinilen yeni formlara yol açmıştır. Kendi yaşam alanını yaratarak doğayı dönüştürmek, insanlığın büyük macerasıdır ve yeni tür Homo sapiens’in gelişimine yol açan bu macerasıdır. Biyolojik yönlerin, insanlığın araçsal ve sembolik etkinliği, yani bu etkinliğin ifadesi olduğu kültür tarafından değiştirildiği söylenebilir.
Eş merkezli daireler insan evrimindeki çeşitli evreleri temsil eder. Dış daire (a) atalarımızın ilkel biyolojik mirasını temsil ederken, ikinci daire (b) bu mirası insanın sosyal tarihi boyunca kültür tarafından dönüştürülmüş halini temsil eder. İç daire (c) insanlığın kültürel tarihi içindeki her bir bireyin özgül ve somut tarihini temsil eder.
Bir insan bebeği doğduğunda, kültür tarafından işaretlenmiş biyolojik bir varlıktır, böylece ilk iki daire (a ve b) doğa ve kültür arasındaki diyalektik karşıtlığı temsil etmelerine rağmen iki ayrı varlık oluşturmaz, bunun yerine tek bir insan doğası oluşturur. Bu, psikolojinin tarihsel-kültürel perspektifinin sert çekirdeğidir, psikolojik gelenek için tamamen garip bir şeydir. Her insan bebeği, döllenme anında ebeveynlerinden bu insan doğasını alır. Bu doğa, “kültürel ortamın” gerçekliğiyle -insanların erişebildiği tek ortam/gerçeklik- temasa geçtiğinde, bu kültürel işaretler kademeli olarak etkinleştirilir, böylece çeşitli kültürel işlevler gelişebilir (bilinç, düşünce, konuşma, duygular, vb.). Bu işlevler, atalarımızın biyolojik gerçekliğine uygun olan doğal işlevlerin modern gün işlevlerine dönüştürülmesini ima eder. Başka bir deyişle, biyoloji evriminin en ileri aşamasına ulaşır, böylece bir çiçek sapı bir taban dalından çıkar.
Bebek organizmasının kültürel işaretlerinin kültürel ortamla temas halinde aktive olması fikri, aktivasyon sürecinden önce gelmesi gereken bir aşama olan kültürel sıfır anı kavramına ve bu süreçlerin belirtilerinin araştırılmasına yol açmıştır. Birçok çalışma insan bebeklerini yaşamın ilk birkaç ayında veya yılında araştırmış olsa da, hiçbiri mevcut makalenin altında yatan teorik ilkelerden başlamamıştır. Vygotsky’den önce, insan varlığının farklı biyolojik ve psikolojik yönleri ( soma x psychè ) arasındaki ilişkiyi açıklama girişimleri, Piaget’nin etkileşimci modelleri gibi modellerde bile, düalist açıklamaları asla aşamamıştır. Bu, okuyucunun burada sunulan fikirlerle ilgili neden belirli bir rahatsızlık hissedebileceğini açıklar, çünkü bunlar bebekler hakkında mevcut çok sayıda araştırma makalesinde ele alınanlardan büyük ölçüde farklıdır. Vygotsky’nin psişenin toplumsal kökeni hakkındaki tezinin özgünlüğü, bebeğin biyolojik doğasının, o bebek üzerindeki insan ortamının etkisi sonucu kültürel bir doğaya dönüşmesi fikrinde ortaya çıkar; bu kültür, semiyotik aracılık mekanizması nedeniyle içselleştirilir. Vygotsky’nin bu tezlerinin mantığında, bu dönüşüm ancak doğumdan sonra gerçekleşebilir, ancak bebeğin doğasının, gebe kalma anından itibaren insanlığın kültürel tarihi tarafından işaretlendiği unutulmamalıdır. Bu nedenle “insan damgasını” taşır.
Ampirik verilerin analizinde iki temel nokta dikkate alınmalıdır. Birincisi, kültürel işlevlerin, doğum gerçekleştiğinde tam gelişim içinde olan bebeğin doğal işlevlerine dahil edilmesi gerektiğidir. İkincisi, bu doğal işlevlerin, insan türünün kültürel izlerini taşıdıkları için kendi dönüşümlerini getirmeleridir.
Bebeklerin doğal işlevlerine ilişkin seçilmiş çeşitli göstergelerin deneysel verilerinden, kültürel eylemin üzerlerindeki belirtileri tespit edebileceğimiz bir dizi evrimsel eğim oluşturuldu (Pino, 2002).
Burada bu göstergelerin her birinin tam bir analizi yapılmayacak olsa da genel bir taslak sunulacaktır.
Deneysel veriler, doğumdan hemen sonra ve yaşamın ilk günlerinde, tek işlevsel belirtilerin tamamen biyolojik ritmin (uyku, uyanma ve beslenme) varlığı ve organik rahatsızlığa tepkiler (ağlamalar ve spazmlar) olduğunu göstermektedir. Bebeğimiz ancak dördüncü günden sonra uyanık olduğu sınırlı süre boyunca gözlerini açabildi, ancak o zaman bile etrafındaki dünyadaki hiçbir şeye, sanki bir tür bulutmuş gibi, bakışlarını sabitleyemedi. Beşinci günde, işitsel işlev çalışır hale geldi ve “görsel alanı tarayan” göz hareketleri gözlemlendi, görünüşe göre çevredeki “insan seslerini” bulma konusunda başarısız bir girişimdi. İlk haftadan sonra, “görsel alanı tarama” daha yoğun hale geldi ve bu, çok sayıda eş zamanlı sesin (müzik, ev sesleri, sokak sesleri, vb.) varlığına rağmen, yalnızca insan seslerinin bebeğin dikkatini çektiğini düşündürdü. Bu, bebeğin hayatının ilk günlerinde yoğun insan varlığının etkisinin ilk belirtisi olarak tanımlandı. Onuncu güne kadar, herhangi bir insan varlığı olmadan bile kendiliğinden gülümseme girişimleri gözlemlendi ve beşinci haftanın başında, ebeveynlere göz sabitleme girişimleri de gözlemlendi. Bununla birlikte, bu davranış ancak iki ay sonra, bebeğin kendisine bakan bilinen öteki (ebeveynler) ile temel iletişim statüsünü kazandı (konuşma, okşama, oyun oynama vb.). Üçüncü ayın sonunda, bu iletişim, bebeğin bilinen Öteki ile “sözsüz diyaloğu” haline geldi ve Öteki’ne yanıt olarak mevcut basit ancak etkili araçları (eş zamanlı bakışlar, gülümsemeler, sesler ve vücut hareketlerinin kullanımı) kullandı.
Sadece üç ayda, gözlerini zar zor açabilen ve en iyi ihtimalle Piaget’nin söyleyeceği gibi boşluğa bakabilen o bebek, Öteki’nin varlığına karşı duyarlı hale gelmişti ve buna sınırlı ama etkili doğal kaynaklarla karşılık veriyordu. Bu Öteki ile sürekli temas halinde olan bebeğin gözleri yavaş yavaş parlıyor ve başlangıçta sadece kas kasılması olan gülümsemesi sosyal bir gülümsemeye dönüşüyor, diğer hareketler de esneklik ve ifade açısından artıyor. Biyolojik doğa hala baskınsa, fetal varoluşun ilk anlarından beri olduğu gibi, diğer insanlarla yalnızca üç ay süren yakın etkileşim, bunun değişmesi için yeterli olmuştur. Her ne kadar zar zor algılanabilir olsa da, insanlık belirtileri zaten mevcuttur.
Lucas’ın ilk üç ayından önce kültürün sosyal etkileşimleri üzerindeki etkisinin belirsiz bir göstergesi olan şey, giderek sosyalleşme düzleminde bu etkinin açık bir göstergesi olarak ortaya çıktı ve Öteki’nin sesine ve varlığına duyarlılık, ayrıca bu sese bakışın kullanımı ve bu bakışın Öteki figürüne (anne) sabitlenmesi yoluyla tepkiler içeren karmaşık bir davranış kümesi ortaya çıktı.
Belki okuyucu bu davranışın K. Von Frisch, K. Lorenz ve N. Tinbergen gibi Etoloji uzmanları tarafından işaret edilen hayvan sosyalliğinin biyolojik fenomenler düzlemini yansıttığını düşünebilir. Ancak, hayvan sosyalliği biçimleri her türün yaşamının özgül koşullarına karşılık geliyorsa, insan yavrusunda ortaya çıkan sosyallik biçimleri de bu türün uzun tarihi boyunca geliştirdiği insan türüne özgüdür.
Beşinci aydan sekizinci aya kadar uzanan dönemde Lucas, nesnelere karşı artan bir ilgi geliştirdi, bu ilgi daha önce insanlara odaklanmış olmasının aksine bir ilgiydi. Bu dönemde, kültürel eylemin belirtileri daha çok sayıda ve gözlemci için görünür hale geldi. Bunlar, Lucas’ın içine daldığı kültürel evreni oluşturan iki ana boyut olan “nesneler – insanlar” ekseninde yoğunlaştı. Özetle, ana belirtiler şunlardır:
• Şeyler artık sadece tefekkür için bir odak noktası olmaktan çıktılar, manipülasyonun nesnesi haline geldiler ve bir oyun etkinliği olmaktan ziyade bilgi arayışında bir manipülasyon oldular. Bu nesneler giderek bireysel kimlikler edinir ve bebeğin “ilgi – ilgisizlik” sürekliliği boyunca belirli tepkilerini kışkırtır.
• İnsanlarla ilişkiler (bakışlar, gülümsemeler, sesler, jestler ve diğer hareketlerle birlikte) artık o zamana kadar Öteki tarafından uygulanan çekim ve büyülenme gibi “sihirli güç” ile karakterize edilmiyor gibi görünüyor. Bu ilişkiler artık bir dereceye kadar Lucas tarafından (1) koşulların bir fonksiyonu olarak Öteki’ne “bağlantı – kopukluk” ve (2) “Öteki’nin çekiciliği – çocuğun arayışı” olmak üzere iki süreklilik boyunca düzenleniyor.
Çeşitli yazarlar, bebeklerle ilgili araştırmalarında, nesnelerin çocuğun elle-görsel temasının sonucu olarak kademeli olarak kendi kimliklerini edindiğini göstermiştir. Bu, “oynama” etkisi yaratsa da, Lucas’ın deneyimlediği şey, bir “eğlence” olmaktan çok bir keşif etkinliğidir.
Nesneler manipüle edildikçe, yavaş yavaş kendi şekillerini edinirler, aynı zamanda Lucas’ın onları algılama ve onlarla etkileşim kurma biçimini neredeyse fark edilmeden değiştirirler. Bu değişiklikler, çocuk tarafından kullanılan temel seçici ilkenin, yani “ilginç – ilginç olmayan”ın değiştirilmesinde görülebilir. Bu, nesnelerin renginin ve şeklinin otomatik olarak büyüleme gücüne sahip olmadığını, ancak böyle bir hipotezin sıklıkla önerildiğini, ancak bunun yerine, bu yönlerin Lucas’ın başlangıçtaki dikkatini gerçekten uyandırsa bile, temel seçici ilkenin aktif kalmasına rağmen, bunu sürdürmediğini gösterir. Sosyal ilişkilerin dinamikleri, Lucas’ın doğal düzenin (özellikle determinizm ve düzenlilik) baskısından yavaş yavaş kurtulup Öteki ile ilişkinin “oyunu” olarak adlandırılabilecek şeye katılmasıyla kültürel etkinin belirtilerini de sağlar.
Bu ilişki, çeşitli seçici ilkelerin bir işlevi olarak kademeli olarak (yeniden) oluşturulur, ancak bu yaşam döneminde, ana ilke, motive edici faktör ne olursa olsun, “ilgi – ilgisizlik” gibi görünmektedir. Bu değişiklikler, Lucas’ın sosyalliğinde kültürün rolüne dair yeni göstergeler sağlar.
Genel olarak, Lucas’ın biyolojik işlevlerinin evriminin _ türün genetik parametreleri içinde _ Öteki ile ilişkisinin evriminin ve nesnelerle etkileşiminin doğasının bir parçası olarak aynı anda gerçekleştiği söylenebilir. “Ağlama”, “bakış”, “gülümseme” ve “bunlardan birkaçının birleşimi” olarak adlandırdığım şeyin evriminin, doğrudan “çocuk ve Öteki” ilişkisinin ilerici oluşumuyla bağlantılı olduğu açıktır. Bu beklenmedik bir durum değildir, çünkü bunlar ifade edici iletişim biçimleri oluşturur. Ancak bebeğin “motor gelişimi” bile Öteki ile iletişim koşullarına uyum sağlamada kültürel bir biçim alır. Wallon’un (1942) söylediği gibi, duygusal yaşamın kaynağı olan tonisite, bebeğin hareketlerine ifade edici ve dolayısıyla iletişimsel bir biçim verir.
Dolayısıyla Lucas’ın hayatının ilk altı ayındaki biyolojik evriminin gözlemlenmesinin iki temel noktayı ortaya çıkardığı görülebilir. Bunlardan ilki, kültürün biyolojik doğasına dahil edilmesi ve bunun insan doğasını oluşturan biçimlere dönüştürülmesidir. İkincisi, doğal işlevlerin kültür eylemi temelinde dönüştürülmesi, Vygotsky’nin (Marx’tan ödünç alınan) “tüm yüksek zihinsel işlevler, toplumsal düzenin içselleştirilmiş ilişkilerinin özüdür, bireyin toplumsal yapısının temelidir” (1997, s. 106) tezini doğrulamaktadır.
Kaynaklar
Ginsburg, C. (1948). Signes, traces, pistes: Racines d’un paradigme de l’indice. Paris: Le Débat.
Jahoda, G. (1992). Crossroads between cultura and mind: Continuities and change. In Theories of human nature. New York: Harvester Wheatsheaf.
Kroeber, A. L., & Kluckhohn, C. (1952). Culture: A critical review of concepts and definitions. New York.
Peirce, C. S. (1990). Semiótica. São Paulo: Perspectiva.
Piaget, J. (1971). La psychologie de l’intelligence. Paris: Universitaires de France Press.
Pino, A. (2002). As marcas do humano. A questão das origens da constituição cultural da criança na perspectiva de Lev S. Vigotski. Tese de livre docência, Faculdade de Educação, Universidade Estadual de Campinas, Campinas, SP.
Pino, A. (1994). Public and private categories in an analysis of internalization. In J. V. Wertsch & J. D. Ramirez (Eds.), Literacy and other forms of mediated action (pp. 33-40). Madrid, España: Infancia y Aprendizaje.
Prigogine, I. (1996). La fin dês certitudes: Temps, chaos et les lois de la nature. Paris: Odile Jacob.
Spitz, R. A. (1968). De la naissance à la parole. La primiére année de l’enfant. Paris: Universitaires de France Presses.
Vygotsky, L. S. (1987-1998). The collected works of L. S. Vygotsky (Vols.1-6, R.W. Bieber, ed.). New. York: Plenum Press.
Vygotsky, L. S. (1994). The problem of the cultural development of the child. In R. Van der Veer & J. Valsiner, The Vygotsky reader (pp. 56-71). Cambridge, MA: Basil Blackwell.
Wallon, H. (1941). De l’acte à la pensée. Paris: Flammarion.
Zazzo, R. (Ed.). (1974). L’Attachement. Neuchêtel, Délanchaux: Niestlé.
Dipnot: * ile belirtilen açıklamalar çevirmene aittir.
Orijinal metnin bağlantısı:
http://pepsic.bvsalud.org/scielo.php?script=sci_arttext&pid=S1517-28052002000200004