Bireysel Bir Kurtulamayış Olarak Minimalist Yaşam İdeolojisi | M. Kemal Gümüş

La semplicità è la sofisticazione finale.”

(Sadelik, en üst düzey gelişmişliktir.) Leonardo Da Vinci

“Barika-î hakikat müsademe-î efkârdan doğar.” Namık Kemal

Doğa bilimleri okumuşlar bilir, termodinamiğin ikinci yasasının da tespit ettiği üzere, doğada herhangi bir süreç minimum enerji harcanacak, o sürecin gerçekleştiği sistemin düzensizliği maksimum olacak şekilde gerçekleşir. Diğer bir deyişle doğada komplike bir sistem yok olmak üzere var olur. Kararlı denge durumu düzensizlik ve basitlik hâlidir. Doğanın işleyişi bunun üzerine kuruludur. Fizik yasalarını anlatan matematiksel ifadeler için de bu böyledir diyebiliriz. Tüm fizik kuramları çok basit ve bir o kadar da estetik fikirlerdir ve bunların matematiksel ifadeleri de aynı şekilde basit ve estetiktir. Örneğin, klasik mekaniğe ruhunu veren Newton’un ikinci yasası sadece şudur:

Bu denklemin matematiksel olarak ne anlattığı bu yazının konusu değil ancak bugün uzaya gönderilen uydular, uzay araçları hâlâ bu denklem kullanılarak hesaplanan yörüngelerde hareketlerini gerçekleştiriyorlar ya da her gün kullandığımız motorlu taşıtların motorlarının tasarımları hâlâ bu denklemden hareketle yapılan hesaplamalarla tasarlanıyor.  Böyle tek satırlık denklemler ve formüller yazarak birçok şeyi açıklayabilmek tüm teorik fizikçilerin hayalidir (1). Bilimde bir problemin birden fazla kuramsal cevabının olması haline basit olanın geçerli olduğunu söyleyen Occam’ın Usturası adlı ilke de bir anlamıyla fizikçilerin bu düşünce biçimini yansıtır.

Sanat ve mimaride de minimalizm işte yukarıda özetlemeye çalıştığım çizgiyi temsil ediyor. Takdirle karşılıyorum. İnsanlığın doğayı aydınlanma ile daha iyi anladığı göz önüne alınırsa, minimalizmin de modernitenin bir çocuğu olmasına şaşmamak lazım. Sadelik, abartıdan uzaklık ve bir o kadar işlerlik ve insanın ruhuna hitap etme… Bu noktada İzmir Mimarlar Odası’nın yayınladığı Ege Mimarlık dergisinde Pınar Mine Islakoğlu’nun yazısı gayet aydınlatıcı. Islakoğlu sanat ve mimarideki minimalizmi tanımlarken şunu söylüyor:

“Minimalizm; bir fikri minimum sayıda renk, değer, biçim, çizgi ve dokuya indirgeme yaparak vurgulamak olarak tanımlanabilir. Kendisinden başka hiçbir obje veya deneyimi sembolize etmek ve sunmak fikrine katılmaz. Çıkış noktasını gerçek mekân ve gerçek materyal anlayışının temsil ettiği Minimal Sanat, sembollere önem vermeyen ve sanatsızlığa doğru yönelen nötr bir zevki temsil etmektedir. Görsel sanatlarda geometrik formların önemine paralel olarak olağan biçimi basite indirgemede madde ve renk olgusuna önem vermektedir.” (Islakoğlu, 2005)

Buraya kadar her şey mükemmel gibi fakat insanoğlu durmuyor. Tam da Islakoğlu’nun tanımında bahsedildiği üzere sanatsızlaşmaya doğru bir rota çiziliyor ve o yolda dolu dizgin koşuluyor. Sadeliğin doğal temellerinden koparılıp fetişleştirilmesi sonucu bu sefer pürizm denen bir anlayış ortaya çıkıyor ve her şey “tepetaklak” gitmeye başlıyor. Less is More diye formüle edilen bu akımda artık eserdeki unsurlar göründüğü gibi algılanmalı ve zihinde başka anlamlar yaratmamalı fikri tamamen benimseniyor (2). Bunun üzerine artık sadece geometrik şekillerden ve düz renklerden oluşan plastik sanatlar ve birbirini takip eden basit ritim ve akorlardan oluşan bir müzik ortaya çıkıyor. Bunun estetik olduğu iddia edilip böyle anlaşılması bekleniyor. İndirgemecilik sadelik diye yutturulmaya çalışılıyor.

Ama insanlık yerinde yine durmuyor ve tavşanın suyunun suyunu çıkarıp, rezillikte sınır tanımayarak minimalizmin de post’unu icat ediyor (3). Post-minimalizm veya bir diğer anlaşıldığı şekilde kavramsal sanat ise aslen minimalizmin oturduğu düzlemin tamamen reddi ve tam da doğaya dayanarak ayakları üzerinde durma çabasındayken bağlamından kopan bir estetik anlayışı tekrar baş aşağı edip ucubeliği sanat diye yutturmanın adı oluyor. Çünkü post-minimalizm, “sanatçının sanat icrası olarak addettiği her eylem veya sanat eseri dediği her nesne insanlık tarafından sorgulanmadan, estetik açıdan bir teste tabi tutulmadan bir anlam ve bağlam arayışında bulunmadan yani bunlar sanatçının dediği gibi/öyleymiş gibi kabul edilmeli” görüşüne dayanıyor. Dolayısıyla günün sonunda Bedri Baykam’ın ilk mastürbasyonu sonrasında menisini sildiği peçete sanat eseri olarak sergilenebiliyor. Sergilenen peçetenin gerçekten bahsedilen peçete olup olmadığı ise bizim değil Organize Suçlarla Mücadele şubesinin ilgi alanına giriyor. Estetik kapsamındaki eleştirilere ileride tekrar değineceğiz. Şimdilik bu kadarıyla yetinelim.

Peki minimalizmin gündelik yaşama nasıl bir izdüşümü var? Günümüzde bu akım IKEA sağ olsun iç mimarimize ve dekorasyon anlayışımıza da duhûl etti. Ayrıca Apple tasarımcılarının öncülüğünde teknoloji dünyasında web ve kullanıcı ara yüzlerindeki görsel öğelerin tasarımında da bu anlayışın izleri rahatlıkla gözlemlenebiliyor. Bir başka deyişle gündelik hayat nesnelerinin tasarımında minimalizm, kullanıcıyı yormayan ve bir o kadar da fonksiyonel, bakımı ve onarımı basit nesneler yaratmaya dayanıyor.

Fakat post-minimalizmin gündelik hayata asıl tehlikeli müdahalesi ideolojik düzlemdedir. Bu müdahalenin adına Minimalist Yaşam İdeolojisi” diyebiliriz. Bundan sonra böyle anacağız. Ancak nasıl anıldığından daha çok asıl sorun şu ki bütün bunlar neden böyle lanse ediliyor? Daha açık olmak gerekirse insanlar hem estetik duygularına hitap eden hem de işlerini kolaylaştıran bu tasarımlara rağbet gösteriyorlar evet ama piyasa neden bunu sunuyor ve bu sunulanlar ne tür ihtiyaçları gideriyorlar? İhtiyaçtan bahsettiğimiz anda ekonomi-politiğin alanına giriyoruz.

Yazıda bu noktadan itibaren sükûneti bir miktar kenara bırakacağız. Çünkü ekonomi-politikten bahsettiğimize göre agresifleşmek de zorundayız. Çünkü politikleşmek demek düşmanı ve dostu belirleyip bir cephe inşa etmek de demektir. Cepheyi inşa ederken de ifşaat bir yöntemdir. Ruhu hassas okuyucu için yapılan bu kamu spotu niteliğindeki uyarıdan sonra devam edebiliriz.

Minimalizmi vaaz edenler ihtiyaçlar konusunda ne diyorlar? “İnsan az şeyle de yaşayabilir. İnsanlar ihtiyacından fazlasını tüketiyor. Daha az eşyayla daha huzurlu yaşanabilir. Daha az eşya, daha az dağınıklık, daha fazla huzur” diyorlar.  Her derde deva bir “minimalist yaşam tarzı”, kelliğe bile… İlk duyulduğunda kapitalizmin çarkları arasında ezilmekten bunalmış çoğunluğu cezbedecek biçimde bir haklılığa sahip gibi de duruyor söylenen. Tam da bu yüzden “çözüm” olarak önerilen bu bakış açısı aslında büyük bir tuzağı içinde barındırıyor ve bu tehlike tam da bu söylemin ve önerinin apolitik yapısında teşekkül ediyor.  Her ne kadar anti-kapitalist gibi dursa da bu söylem kapitalizmi cepheden karşısına almıyor ve kendisine cepheden karşı durduğu bir olgu belirlemeyen her duruşun apolitik olduğunu Schmidt’ten öğrenmiş durumdayız, devam ediyoruz (Schmitt, 2006).

Önerilen bu minimalist yaşam tarzının hem materyalist bir bakış açısına sahip olmayışı hem apolitik oluşu hem de tam bu saydığımız nitelikleri sayesinde aydınlanma karşısında bir konumlanışa sahip oluşu onu bir tuzak olarak karşımıza dikmekte. Tam da bu yüzden biz de kendi “politik” duruşumuz gereği bu yaşam tarzını dağlanacak bir yara olarak görmekteyiz ve bir lütufta bulunup kendisini politik bir niteliğe kavuşturacağız.

Peşinen şunu da söyleyelim de sonradan kan dökülmesin: Elbette biliyoruz ki kapitalizm şartlarında insanlar ihtiyaçlarından daha fazla tüketim yaparlar veya aslında ihtiyaçları olmayan şeyleri alırlar, tüketirler. Ancak bu kapitalizmin kendi iç dinamiğinde anlamlı bir mekanizmaya sahiptir ve temelde kapitalizmin insanın en ilkel güdüsüne, yoksun kalmamak için biriktirme, istifleme güdüsüne oynanmasının bir sonucudur. Çünkü evrimsel olarak insanı bu noktaya getiren yarınını düşünme ve gelecekten “kaygı” duyma güdüsü kapitalist düzen tarafından kaşınır ve düzen içerisinde her zaman “uygun” tüketim şartlarına sahip olmayan proletaryanın biriktirme fırsatlarını kaçırmamak uğruna bu tüketimi yapması neredeyse zorunlu hale gelir. Tabi ki bir de post-modern neoliberal düzenin tüketim üzerinden dağıttığı, 18. yy. Fransa’sında parayla dağıtılan soyluluk unvanları gibi, “statüleri” es geçmeyelim. Bu statülerin asıl yağlı müşterileri ise beyaz yakalılardır.

Minimalizmin asıl hedefi mesai saatleri artan, kentli beyaz yakalı kesimdir. Bunlar son mobil cihaz devrimi diyebileceğimiz akıllı telefon ve tabletlerin yaygın kullanımıyla beraber iş dünyasının yedi gün- yirmi dört saat içinde yaşıyorlar. Her an her saat müşteri/patron/yönetici tarafından aranıp, her an iş maillerini kontrol edebilecek şekilde “hazır olda” yaşatılıyorlar. Kişinin kendisinden beklenen tüm işleri ve görevleri ne kadar hızlı yaparsa birim zamanda üreteceği artı değer de doğal olarak artıyor. Çalışanın hayatı minimalleştirilirken sömürüsü acı çektirilmeden maksimize ediliyor. 

Ama bu ihtiyaçların nasıl giderilecekleri gayet kontrol altında tabii ki. Kısaca günlük yaşam pratiklerine ayrılan zamanların azalması sadece çalışanlar için değil hatta sermaye açısından bile hayati öneme sahip. Henüz ülkemizde birçoğu lüks olan bu imkânlar yavaş yavaş piyasada önemli yerler kaplamaya da başlıyor. Yaşanana belki de robot süpürge, Dyson ve Airfry devrimi denebilir.

Şimdi denilebilir ki bunlar aslında iyi şeyler değil mi? Kişilerin yaşam standartları yükseliyor. Bu denilen bir yere kadar doğru ancak kazın ayağı tamamen de öyle değil. İçinde bulunduğumuz düzen bireylerin çalışma süreçlerine ve gündelik yaşamın zorunlu pratiklerine ayırdığı süreyi minimize ederek kendilerini gerçekleştirmek için kullanacakları süreyi artırmak üzerine kurulu bir sistem olsaydı, kısaca söylemek gerekirse sosyalist bir düzende yaşasaydık, bu denilenler tamamıyla haklı karşı çıkışlar olabilirdi. Ancak şu bir gerçek ki eskiden sadece mavi yakalılara uygulanan sömürü yöntemleri bugün ekseriyetini plaza çalışanlarının oluşturduğu bir beyaz yakalı grubuna da bariz bir biçimde uygulanıyor. Bunlar olurken teknolojinin ilerlemesi insanlığın geniş kesimlerine sadece fayda sağlayan bir muhtevaya sahip olmuyor haliyle. Buna paralel olarak estetik kaygıların değişmesi de pek insanlık hayrına olmuyor.

Eğlence ve dinlenme ihtiyaçlarından bahsettiğimize göre estetik bahsine burada tekrar değinebiliriz belki. Yukarıda plastik sanatlardan örnekler vermiştik. Burada ise müzikten ilerleyelim. Şöyle başlayalım: Futboldan bir analoji yapmak gerekirse armonisi ile ofsayta düşen, felsefesi ile faullü oynayan arabesk, tüm bu yönlerine rağmen bir futbolcudur denebilir, tribün tabiriyle kazma ama yani futbolcudur. Yani tartışma bağlamımıza dönersek arabesk için tüm kötü özelliklerine rağmen müzik diyebiliriz ve kimse bizi taşla sopayla kovalamaz. Türkiye’nin neoliberalizme henüz tam teslim olmadığı 90’lı yıllarda ve onun kültürel olarak son çırpınışı diyebileceğimiz 2000’li yılların başında üniversitede arabesk ve pop dinlemek ayıptı. Dinleyenler gizli dinlerdi. Şimdi bu şartlarda arabesk ve 90’lar popu daha da geri düşülemeyecek bir mevzi haline geldi. İnsanlar bilmeden bu mevziye tutunuyor. Yine bir bilmiyorlar ama yapıyorlar durumu. Ama günümüzde topa ayağıyla vurmayan ve hatta futbolcu olmadığı için ofsayta da haliyle düşmeyen, yani armonisi dahi olmayan rap’e müzik deniliyor. Çünkü üretimi ve tüketimi basit. Aydınlanmanın minimalizmindeki sadelik el çabukluğu vasıtasıyla basitlikle yer değiştiriliyor. Böylesi, ahmaklık değilse ihanettir.

Başka türlere geçelim. Sample derlemeden ve derlenen bu sample’ları tekrarlı ritimlerin üzerine bindirmeden daha ötesi olmayan, uyuşturucu kullanılmadığında kabile müziği gibi algılanırsa kendisine büyük lütufta bulunulmuş olunacak techno ve house, simple ile sample’ın bir bulamacı olarak minimalist estetik anlayışının müzikteki diğer izdüşümleridir diyebiliriz. Popüler müzik de kitlelere ulaşmak adına rap, house ve techno’yu kendisinde asimile ediyor her fırsatta. Belki bu ikisinin yanına pentatonik gamlarda basit gezintilerden daha fazlası olmayan meditasyon müziklerini de ekleyebiliriz. Öte yandan bu saydığımız janr’lar tam da üretimlerinin kolaylığı sayesinde kolaylıkla tüketilebiliyorlar da. Enstrüman ve armoni bilgisinden azade kılınarak birkaç düğmeye basmaya evrilen müzik üretimi müziğin kıymetini de düşürüyor haliyle. Herkesin evine midi klavye alıp house yıldızı olma hayali kurduğu bir dönemdeyiz. Bu ortamda nitelikli üretim arayanlar da elleri mahkûm bit pazarına nur yağdırmak zorunda kalıyor. 60’lar ve 70’ler Rockına geri dönüş ve 90’lar Popundaki arayışlar hep bunun sonucu.

Sakallı şahsın 140-150 yıl evvelden kapitalist üretimde verimliliğin artması ile kârların düşeceğine dair haber verdiği azalan kâr oranları yasası” ile ne kadar da uyumlu değil mi yaşanan? Bir anda kapitalizmi yeniden üretilmiş halde elimizde bulduk (Marx, 2015). Nitelikli üretim niş hale gelip lüks olurken her geçen gün kütlesel üretim nitelik kaybediyor. Estetiğe dair parantezi burada kapatıp devam edebiliriz.  

Buraya kadar yukarıda saydığımız bütün şeyler minimalist yaşam tarzının neye hizmet ettiğini ve post-minimalizmin gündelik hayata nasıl sızdığını göstermek için belki yeterli. Ama yazıyı biraz daha uzatmayı göze alarak biraz daha ifşaatta bulunacağız. Buraya kadar sabırla okuyan okurun biraz daha fazlasını yapabileceğine dair inanca tutunuyoruz. Devam edelim öyleyse.

Kapitalizmin bütün bir tüketim rejimine karşın onun yabancılaştıran pençelerinden kurtulmak için bireye önerilen minimal yaşam tarzı en iyimser ihtimalle büyük bir iyi niyetli yanılsama olarak önümüzde duruyor. Bireyin geleceğini güvence altına alma güdüsünü es geçiyor ve bu güdüyü doyuracak bir şeyi yerine koyamıyor. Bunun da bilincinde olduğu için o güdünün yanılsama olduğunu, aslolanın bu düşünceden uzaklaşmak olduğunu ve “anda kalmayı” vaaz ediyor (4). Marx yaşasa “ideoloji gibi ideoloji” derdi muhtemelen. Bireyin minimalist yaşamda asgari tüketimini nasıl karşılayacağı sorusunun cevabına aşağıda değineceğiz ama verilen cevap cami duvarına bırakılmış bir bebek gibi savunmasızca orada duruyor. Bu bile minimalist yaşam önerinin tepesi aşağı duran bir idealizm olduğunu ortaya koymakta yeterli ancak biz biraz daha bu yarayı deşip irini iyice akıtalım. Zira irini dağıtmadan yarayı tamamen iyileştirmek mümkün değildir.

Basitten karmaşığa bir argümanlar dizisi izleyelim ve minimalist yaşam ideolojisinin önce neden materyalist bir duruşa sahip olmadığını gösterelim. Yüce Gök’e şükürler olsun ki, Marx sayesinde, 19. yy’ın ortalarından beri kapitalizmin sebep olduğu eşitsizlik ve mutsuzluğun tam da onun üretim biçiminden kaynaklandığını biliyoruz. Marx kapitalizmde hem tüketimin hem de değişim ve dağıtımın ve dolayısıyla üretim ilişkileri üzerinden biçimlenen toplumsal formasyonun üretim biçimi tarafından biçimlendirildiğini söyler (Marx, 2011). Daha doğru ifade etmek gerekirse yalnız kapitalizmde değil, tüm sınıflı toplumlarda eşitsizliğin kaynağı onların üretim biçimlerinde kendisini gösterir. Dolayısıyla bir düzende kimin ne kadar tükettiği değil de nasıl ürettiği ve üretilen metaya veya değere kimin nasıl el koyduğu o düzenin niteliğini belirler. Bir başka deyişle üretim araçları kimin elindedir, ürünlere kim el kor veya ürünler nasıl bölüşülür ve bu bölüşüm üretenlerle nasıl bir ilişki kurularak yapılır? Kilit sorular bunlardır ve cevaplarına göre düzeninizin niteliğini ortaya koyabilirsiniz.

Ancak tartışmamız ideoloji düzleminde olduğundan bu soruların türevlerine başvurmamız gerekir. Günümüz şartlarında bir fikri test etmek istediğimizde yukarıda sıraladığımız soruları sorup sormadığına veya sorsa dahi nasıl yanıtladığına bakmak zorunda kalırız. Minimalist yaşam ideolojisi için de bu soruları sormak zorundayız. Bu soruların cevaplarından teşekkül eden kümenin ise boş küme olduğunu ilkokul matematik bilgimizle rahatlıkla söyleyebiliriz.

Öte yandan şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki kapitalizm tüm insanlık tarihi içinde üretimi en toplumsallaştıran üretim biçimi olmasından mütevellit onun pençelerinden kurtulmanın da ancak toplumsal bir mücadele ve müdahaleyle ve yine onun bu üretim rejimini toptan değiştirmekle mümkündür. Nihayetinde kapitalist bir dünyada bireysel bir üretimde dahi birey ürettiği meta veya değeri yine kapitalist pazara sokmak zorunda kalacağı için yine oyunu kapitalizmin kurallarına göre oynamak zorunda kalır. Dolayısıyla minimalist yaşam tarzında dahi yaşasa birey kapitalist üretimin ve bölüşümün içinde kalacağı için kurtuluşa ulaşamayacaktır. Bunu netleştirmiş durumdayız.

Üretimi kendisine kıstas alamadığı için tepesi üstü duran minimalist yaşam tarzı kapitalizmi ortada öylece sebepsizce duran, sanki doğal bir durummuş ve verili bulunan bir şeymişçesine kabul eder. Kapitalizmi doğal verili bir durum olarak kabul ettiğinden dolayı onunla kavga da edemez. Bir anlamıyla varoluşçulukla da bu şekilde el ele tutuşarak intihar ederler. Minimalizm buna ek olarak kapitalizm meselesinde “Bakmazsan görmezsin ve görmüyorsan yoktur” şeklinde özetlenecek bir idealist çözüm yoluna başvurur. Tam da bu düşmanlaştırmayan çözüm tarzı nedeniyle apolitizmin dibini görür hatta ekmekle sıyırır. Apolitik olan her duruşta olduğu gibi, minimalist yaşam tarzının da bir ekonomi politiği olmadığından, materyalist yani gerçel düzlemde kapitalizme çözüm olarak kendisini ortaya koyamaz. Kapitalizme karşı bir çözüm olamadığı için bireye de gerçek bir çözüm sunamaz.

Biliyoruz ki modernite öncesine ve dolayısıyla aydınlanma düşmanlığına açılan her kapının kilidine uyan anahtar idealizmdir. İdealizm görülen yerden Orta çağ ideolojileri ve obskürantizm kolaylıkla zuhur eder. Minimalist yaşam ideolojisi de tam da önerdiği yaşam tarzıyla bir postmodern tasavvufçuluktur ve bireye bir postmodern dervişlik önerir. Öte yandan bu dervişane yaşam kapitalizm içinde bir meta olarak rahatlıkla pazarlanabilir ve pazarlanmaktadır da. Meditasyon, bir oksimoron örneği olarak “toplu inziva” seansları, türlü türlü new age dinleri hatırı sayılır katılım ücretleri olan vörkşoplarda bir güzel tüketilirken çözüm fiziksel herhangi bir metayı tüketmemede bulunur. Tüketimin gayri maddileşmesi ile yabancılaşmanın iyi edilebileceği yanılgısı kişiyi 69 bin TL vererek Göbeklitepe’de ağlama seansı yapmaya dahi götür. New-age dervişlerimiz azla yetinmekle kalmaz, toplumsallıktan ve dolayısıyla üretimden uzaklaşır (5). Bunun yanında Minimalist yaşam ideolojisi sanki doğadaki her şey ham haliyle tüketilebilirmişçesine bir “doğaya dönüş” mitiyle beraber kendisini servis eder. İlerlemenin ve aydınlanmanın devinim kaynağı ve yakıtı olan üretim ve ürünlerin birikmesi fikrinden uzaklaşmak insanı başka türlü bir yabancılaşmaya iter. Çünkü bireyin kurtuluşu ancak ve ancak toplumsal üretimin daha da verimlileştirilip üretimin toplumsallaştırılması gibi tüketilecek tüm artığın da toplumsallaştırılmasındadır. Yani aydınlanma insanın kendisini gerçekleştirebilmesinde, insanın kendisini gerçekleştirebilmesi tembellik hakkında ve tembellik hakkı da ancak ve ancak ürünlerin birikmesinde kendisini bulur. 

Minimalist yaşam ideolojisi ise kişileri köye dönmeyi de empoze eder. İnsan ölçeğinin ötesine geçmiş büyük şehirler bu falsifikasyonun da meşruiyet zeminini oluştururlar. Köye kaçması istenen birey irili ufaklı bahçe üretimine sevk edilir. Minimalizm herkesin “kendisine yettiği kadar” ekip biçmesini, üretmesini vaaz eder. Artığın toplumsallaştırılması şöyle dursun, üretimi de toplumsallıktan uzaklaştırır. Kişiyi “tercihen serfliğe” hatta münzeviliğe yönlendirir. Yabancılaşmaktan bunalan birey yabancılaşmanın kaynağı olan sistemle mücadele etmek yerine ıslık çalarak mezarlığın yanından yürür ve başka bir yabancılaşmaya savrulur. Devrimin sapık çocuğu Sade bile böylesi bir mazoşist fantezi yazamazdı. Ama herkes otuzlu yaşlarında bu fantezi ile yanıp tutuşmakta. Erken emeklilik talep etmek ise çok ayıp. Talep edilen özünde bu olsa da. Ne demiştik? İdeoloji gibi ideoloji…

Ezcümle minimalist yaşam tarzı, ürünlerin birikmediği ve üretimin toplumsal anlamda ihtiyaç giderme için olmadığı her düzende, yani sosyalizm dışında, bir imkânsızlık ve tersten mahkûmiyet olarak ortada durur. Beyaz yakalılarımızın bir kısmı bu hayatın hayaliyle yaşar. Kişi bu yaşam tarzını benimseyerek kapitalist üretim ve tüketim zincirinden çıksa dahi, bir süre sonra homo sapiens doğası tüm biyolojik ve kültürel evrimsel gerçekliği ile kendisini gösterince, çözümü ricat etmede, yani tekrar kapitalizme eklenmekte bulacaktır ve nihayetinde bireysel bir çözüm olarak minimalist yaşam tarzı, çözüm olmaktan çıkacaktır. Sona geldiğimize göre de bu düşünsel cenkte yanımızda olanlara minnettar olduğumuzu beyan etmekle beraber çuvaldızı kendimize batırarak cenk ettiklerimize de bir barış çağrısında bulunalım ve şunu tespit edelim: Eğer bireyler ideolojik olarak savruluyorsa öncü, ideolojik ihtiyaçları gidermede zayıf kalıyordur.

Dipnotlar:

  •  Fizikte simetri ve sadelik tartışmaları için özellikle Richard Feynmanın yazılarına başvurulabilir (Feynman, 2012).
  • Burada Marx’ın “Her şey görüldüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı” sözü aklıma geliyor ve Pürizm tam da Marx’ın ortaya koyduğu bu düsturla savaşıyor.
  •  İnsan kendi kendisine durduk yere yeni bir fikir akımı veya ideoloji yaratmak için düşünsel eylemde bulunmaz. Böyle bir insanın var olması halinde ruh sağlığını yitirdiğini rahatlıkla varsayabiliriz. Bir ideolojinin veya akımın bir ihtiyaçtan doğduğunu, ihtiyacın ise icadın anası olduğunu Engels’ten biliyoruz.
  •  “Anda kalmak” sihirbazın sihiri nasıl yapmak istediğine bağlı olarak düşünmeden tüketmek olabileceği gibi o andakiyle yetinme olarak da kendisini gösterebilir. Tercih sihirbazındır.
  •  Yukarıda bahsettiğimiz üzere din varsa ona ihtiyaç var olduğu için vardır. Son çeyrek yüzyılda toplumsal konumu çok hızlı biçimde sarsılıp yıkılan eğitimli seküler kitlenin bu hızlı değişime psikolojik olarak tahammül edebilmesi ancak bu tip “din olmayan dinlere iman” ile mümkün olmakta.

Kaynaklar

Feynman, R. (2012). Fizik yasaları üzerine (N. Arık, Çev). 99-125, Alfa Kitap.

Islakoğlu, P. M. (2005). Mimarlıkta Minimalizm. Ege Mimarlık Dergisi3(55), 14-19.

Schmitt, C., (2006). Siyasal kavramı: önsöz, 1932 tarihli metin ve üç değerlendirme (A. Çelebi & E. Göztepe,  Çev.). Metis.

Marx, K., (2011). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (S. Belli, Çev.).  235-272, 8. Basım. Sol Yayınları.

Marx, K. (2015). Kapital: ekonomi politiğin eleştirisi, Cilt III, Bölüm 13 (M. Selik, Çev.). 211-245. Birinci Basım. İstanbul: Yordam Kitap.