Giriş
Bu yazıyı, bir önceki “Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası” başlıklı yazıma gelen eleştiriler üzerine kaleme alma ihtiyacı hissettim. O yazımda, birçok noktanın açılmaya değer olduğunu ve sonuç/tartışma kısmının da “take-home message” eksikliğini fark ettim.[1] Her ne kadar “sokak hayvanları” sorununa dair ne yapmalı kısmı, uzmanlık alanımın dışında da bu süreci doğuran nedenleri araştırmaya çalışan birisi olarak benim de bir şeyler söyleme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Bu sorunun çözülmesinde doğrudan rol alacak uzman kişilerin, bizler gibi çaba veren sosyal bilimcilerin görüşlerini önemsemesini, en azından “bu alanda dirsek çürütmüş ve hala da çürüten bu insanların derdi ne” diyerek bir bakmasını umut ediyorum. Türkiye’de siyasetçilerin, hemen her konuda her şeyi söyleme cesaretlerine sahip olmaları beni şaşırtmıyor artık. Her argümanın altı milliyetçilik, İslamcılık, laiklik, Atatürkçülük gibi retorik söylemlerle dolduruluyor ve tartışmanın ana konusu silikleşip, konu bambaşka yerlere uzanıyor. Naçizane ben ise bu durum karşısında artık sıkılmış bir sosyal bilimci olarak, “sokak hayvanları” sorununa ilişkin, -kendini bilmez ölçüde- politik söylem üretmeye çalışanların kulaklarına kar suyu kaçırmaya, “bakın iş sandığınız kadar basit değil, işin bu tarafları da var” demeye çalışıyorum.
Önceki yazımda, biraz da akademik bir üslupla durumu ele almaya çalışmaktan kaynaklı olsa gerek, çevremdeki çoğu sosyal bilimcinin düştüğü hataya düştüm ve aktüel bir konu üzerine yazılan bir yazıda tarihsel süreci okuyarak bugünü temellendirmeye çalıştım. Tarihsel süreç öğreticidir, bugünün sorunlarına alternatif çözümler üretirken bize hep farklı koşulları işaret eder. Fakat önceki yazımda sokakların tanzimini devletin politikalarından başlayarak ele almam, okuyucuyu bugünün sokaklarına bakarken devletin burada ne tür politikalar yürütmeye çalıştığını anlamamız gerektiğini dile getirmeye çalışmam, bugünkü durumun tablosunu bizlere vermedi.[2] Devlet yapısının, premodern veya modern dönemde, farklı politikalar yürütüyor olması, bugünün politikalarını maalesef ki sokak düzeyinde temellendirmemize yetmiyor. Ayrıca, durumu genel geçer bir devlet kavramı üzerinden ele almak da Türkiye devletinin özgül niteliklerini silikleştirerek, evrensel bir devlet anlayışına indirgemektir.[3] Bu yüzden bu yazıda tarihsel bir süreç yürütmektense bugünün sokaklarına dair görüp duyduğum ve düşündüğüm şeyleri ele almak istiyorum.
Çocuklarımıza Neden Güvenli Sokaklar Bahşedemiyoruz?
Tartışmanın bir tarafı, köpekler tarafından ısırılan veya korkutulan çocukları örnek göstererek, güvenli sokaklardan mahrum kaldığımızı iddia ediyor. Bu tarafın kısmen haklı olduğunu göz ardı edemeyiz. Evet bazı sokaklarımız, bazı köpekler tarafından “çeteleşmek” suretiyle güvenli değiller. Güvenli olmayan sokaklarda biz insanların yaşam olanakları sınırlanıyor ve gündelik hayatımız sekteye uğruyor. Bu durumda ilgili köpeklerin, hatta “topyekûn bir temizlik” yapmak suretiyle ülkedeki sokakta gezinen başıboş bütün köpeklerin toplatılması isteniyor. Tam da baş ağrısı çeken birinin, çözüm olarak başını koparmak istemesi gibi. Bu çözüm mü? Maalesef ki değil. Köpeklerin neden çeteleştiği sorusu askıda kalıyor. Sizce köpekler neden çeteleşir? Hadi gelin, çeteleşme kavramı üzerinden -insan etkileşimlerine referanslı- gidelim. Ülkemizde, belirli bölgelerde, belirli sokaklarda insan çeteleri mevcuttur. Hatta sokağına polislerin bile giremediği bölgeleri duymuşsunuzdur.[4] Bu bölgelerin ortak özellikleri nelerdir? Söyleyeyim, yoksulluk. Önceki yazımda bahsettiğim Harvey’in de işaret ettiği üzere, kentin bazı bölgeleri altyapı, ulaşım, alışveriş olanakları ve daha birçok konuda sakat bırakılıyor. Bu bölgelere istenmeyen kimliğe/etnisiteye/düşük ekonomik sermayeye sahip kesimler yerleştiriliyor veya buralarda yapılanmalarının önü açılıyor. Bu bölgelerde formel iş piyasasının dışında fakat formel ekonomiyi de belirleyen illegal iş alanları doğmaya ve yayılmaya başlıyor: uyuşturucu, kadın ticareti, para aklama… Bu bölgeler, geçim sıkıntısı çektikleri için dışarıya karşı refleks olarak kapanma, çeteleşme özellikleri gösteriyorlar. Biz ve öteki üzerinden kurulan bu çeteleşme, içeriyi dışarıdan korumaya dayalı, varoluşsal bir tepki olarak ortaya çıkıyor.[5]
Peki köpekler neden çeteleşir? Siz hiç geçim sıkıntısı yaşamayan, var olmaya dair bir korku taşımayan bir köpeğin çeteleşerek insanlara saldırdığını gördünüz mü? İnsanı tehdit olarak algılamanın altında yatan şey sizce nedir? Ben bunun çevresel koşullardan kaynaklandığını düşünüyorum. O yüzden insanmerkezci bir biçimde tanzim edilmiş sokaklarda yaşamaya çalışan her köpeğin değil, varoluşsal kaygı duyanların çeteleşmeye daha müsait olduğunu düşünüyorum. Bunun da çözümü, sokakta yaşayan her köpeği toplayıp barınaklara tıkmak veya “uyutmak” değildir. Bugün sizler, çeteleşmiş insan gruplarına aynı şeyin yapılmasını ister misiniz? Evet, barınaklar gibi hapishaneye tıkılmaları konusunda hemfikir olabilirsiniz fakat onlar için de sürecin iyileştirici olmayacağını düşünüyorum. Hangi sokaklarda, hangi köpeklerin saldırganlaştığı araştırılarak, sokağın buradaki rolünün ne olduğuna yönelik araştırmalar yapılmalıdır. Köpekler aç mı kalıyorlar, sağlık problemleri yaşadıkları için acı mı çekiyorlar, köpekler arasında bir düşmanlık mı var, sokakta yaşayan insanların köpeklere karşı tavırları kışkırtıcı mı vb. birçok soru cevaplandırılmadan köpeklerin toplatılması ve barınaklara veya “uyutulmaya” götürülmesi, evde yaşayanların aksine sokaktakilerin “temizlenmesi” üzerinden öjenik bir tutumdan başka bir şey değildir. Tarih, “Hayırsızada Sürgünü” olayını unutmadığı gibi bu günleri de unutmayacaktır.
Çocukların bu tartışmalarda öne sürülmesindeki hassasiyeti anladığımı düşünüyorum. Ben de ne vakit geleceğe yönelik ütopik bir tasavvurda bulunsam çocukları düşünür, umutlanırım. Sonuçta çocuklar, biz yetişkinlerin geleceği inşa ederken sorumlu hissettiğimiz “geleceğin insanları” konumundalar. Fakat bu toplumsal sorunda çocukların bazı kesimlerce -söylem düzeyinde- araçsallaştırıldıklarını düşünüyorum. Mevzu çocukluk ise sokakta yaşama mücadelesi veren binlerce köpek yavrusunu/çocuğunu da göz ardı edemeyiz. Keza sokakta yaşayan köpeklerle kurulan ilişkilerde, çocukların dezavantajlı olduğu fikri de tartışmaya açılabilir. Kendi çocukluğumu ve çevremdeki çocukların sokaktaki köpeklerle kurdukları ilişkileri düşündüğümde, ilişkilerin sadece çatışmacı bir yerden kurulmadığını görüyorum. Kendi türü dışındaki türlerle ilişki kurması, çocukların, kendi türüne gömülerek, diğer türlere ve içinde yaşadığı doğaya yabancılaşmasının önüne geçiyor. “Steril sokaklar”, sadece şiddet faili görülen köpeklerin sokaklardan “temizlenmesini” değil, aynı zamanda zaten tarihsel süreç boyunca türcü yetişmiş biz insanların diğer türlerle az çok ilişki kurarak bu anlayışı kırma olanaklarımızı da azaltıyor.
Evlerdeki İstihdamın Sokaklara Yetmemesi Durumu
Bu soruna ilişkin bir diğer argüman ise “hayvanseverler, sokaktaki köpekleri sahiplenmeliler, sahiplenmiyorlarsa zaten istemiyorlar demektir, o halde neden köpeklerin sokakta yaşamaları konusunda halen diretiyorlar?” şeklindedir. Ben ve çevremdeki birçok hayvanseverin[6] kendi imkanları dahilinde çevresindeki köpeklere yardımda bulunmaya çalıştığını görüyorum. Hayvan hakları mücadelesinde çaba veren birçok oluşumun dayanışma içinde, sokaktaki hayvanlara[7] gerek beslenme gerekse sağlık konusunda yardımcı olmaya çalıştıklarını biliyorum. Hatta bağlı olduğu oluşumlardan bağımsız, ağır borçlara girme pahasına besleme ve sağlık hizmeti yardımında bulunan birçok arkadaşım da var. Kısırlaştırma, mama, parazit temizleme, enfeksiyon ilaçları vd. birçok hizmet, maalesef ki Türkiye koşullarında çok pahalı. Haliyle sokaklarda görmek zorunda kaldığımız bazı sokak hayvanlarının yaşadığı sıkıntılar, bu konuda bilinçli hayvanseverlerin sorumsuzluklarından ziyade hayvanlara yönelik sevgi beslediğini söyleyen fakat hiçbir çaba göstermeyen insanların, belediyelerin ve diğer ilgili devlet kurumlarının sorumsuzluklarından kaynaklanmaktadır.
Sokakta yaşayan hayvanların, kendi yaşam alanlarından alıkonulmadan temel ihtiyaçları karşılanarak da bu sorunun önüne geçilebileceğini düşünüyorum. Bunun için ayrılan fonların veya bütçelerin, barınaklar veya “uyutma” alanlarının oluşturulmasında kullanılmasındansa sokaktaki canlıların konfor alanlarının iyileştirilmesine harcanması gerekir. Yaklaşık 10.000 yıl önce, tarımla birlikte gittikçe yerleşik yaşama uyum sağlayan atalarımız, kurtlardan evrimleştiği kabul edilen köpeklerle birlikte yaşayarak bugüne kadar geldiler. Asırlardır süregelen bu simbiyotik ilişki, ne oldu da bugün bir sorun haline geldi? Nedense sadece sokakların güvenliği konusunda Avrupa’yı örnek gösteren kimi yetkililerimiz, sokakta yaşayan canlılara yardım konusunda ve keyfi bir nedenle sokaktaki canlıyı evine alıp sonra tekrar sokağa bırakanlara cezai yaptırım uygulama konusunda aynı hassasiyeti göstermiyorlar? İtiraf etmek gerekir ki bunca zaman bu konuda hiçbir şeyin yapılmamış olması, “şimdi ne oldu da bu gündeme geldi?” sorusunu bizlere sordurtuyor ve arkasında farklı parametrelerin olabilirliğini düşündürtüyor. Bu konuda yıllarca belediye görevlileriyle, kanun yapıcılarla iletişim kurmaya çalışan hayvan hakları mücadelesi oluşumlarının ciddiye alınmadığını düşünüyorum. Peki, bundan sonra ciddiye alınırlar mı?
Kültür Tanımı Ne Alaka: İçimizdeki Ötekiler
Önceki yazımda, biraz olsun kültürün tanımı üzerinden insanın dünyadaki ontolojik konumunu sorunsallaştırmaya çalıştım. Kabaca, insan, kendi dışındaki türlere kör bir biçimde kültür inşası yapıyor ve bu inşaya ne diğer türlerle kurduğu ilişkideki etkileri dâhil ediyor ne de onların kendi aralarındaki ilişkilerde ortaya çıkan organizasyonları kültürel bir değerle ele alıyor demiştim. İnsan-olmayan canlıları, hatta Bruno Latour’un çizgisinden yaklaşırsak, nesneleri, insan kültürüne etkileri açısından ele almaya çalışırken, sanki insanın kültürünü esnetiyormuşum ve ikameci bir biçimde insan-olmayanı temsil ederek konuşuyormuşum gibi algılanıyorum. Oysaki eleştirdiğim nokta, insanın kendi kültürüne dair söylemlerinde, insan-olmayanı kültürsüz sayması veya kendi kültürünü temele yerleştirmesidir. İnsan olarak bizlerin kültürel bir yapıya sahip olması, bizim dışımızdaki türleri kültürsüz olarak tanımlamamızı gerektirmiyor. Bu tutum bir zamanlar Avrupa’nın kendisini uygar, dışındakileri barbar olarak tanımlamasına benziyor. İnsanı kültürlü bir varlık olarak tanımlamak, insan-olmayanı kültürsüzlükle damgalamak, hiyerarşik bir ilişki kurarak, insan-olmayana dair belirleyici politikalar geliştirme kibrini de bize bahşediyor. Sokakların bu şekilde tanzim edilmesini eleştirirken işte bu kibri göstermeye çalışıyorum.
Bir kez daha -inatla- kültür mevzusuna değinmek istiyorum. Çevremde kültürü, “sorun çözmek”, “uyarlanma”, “bütünleşme” gibi belirli temellerle tanımlamaya çalışan teorisyenleri görüyorum. Bu temeller dolaylı olarak insan-olmayan hayvanların sorun çözemediği, uyarlanamadığı ve bütünleşemediğine işaret ediyor. Sevdiğim bir söz var, bir şeyin yokluğu, yokluğun kanıtı değildir. Elinizde insan-olmayan hayvanların kültürüne dair bir veri yoksa, onları kültürsüzlükle tanımlamaya gitmez, onlarda insanlarda gördüğümüz biçimiyle kültür olduğuna dair elimizde veri olmadığını fakat ileride muhtemel çalışmalarla olabileceği ihtimalini ifade edersiniz.[8] Sonuçta biz bilim insanları, söylem üretirken olmayan şeylerin yokluğuna dair kesinkes inanç beslemeyiz, o durumun koşullarıyla elimizde veri olmadığının altını çizeriz. Fakat net biçimde hayvanları kültürsüzlükle tanımlamak ve kültüre hiyerarşik bir konum atfetmek, bugün “sokak hayvanları” sorununda görüldüğü üzere, insanın sokaktaki köpekleri “uyutabilme” cesaretini kendisinde bulmasına neden oluyor.
Sonuç
İlk yazımı yazdıktan sonra bir arkadaşım eleştirel bir biçimde bana “Metnini okuduğumda, neden böyle bir yazı yazdığını anlamadım” dedi. İlk olarak “sokakta yaşayan köpeklere dair genel geçer algıları kırmak ve bu işin sonunun köpeklerin yaşam haklarını gasp etmeye kadar gideceğini söylemek istiyorum” diyerek cevap verdim. Onun eleştirisi, “metninde neden böyle bir yazı yazmayı gerekli gördüğünü işlememişsin, okuyucu olarak bunu göremedim” şeklindeydi. Sonra üzerine düşününce, neden -sıcacık yatağımdan çıkarak- böyle bir mesai harcadığımı, belki de bazı kesimleri karşıma alma pahasına çaba sarf ettiğimi burada yazmam gerektiğini düşündüm. Bu iş elbette ki “yazık… hayvanların özgürlüğü engellenmesin, ölmesinler” şekline indirgenecek kadar basit değil. Ben vegan bir aktivist olarak öncelikle, sokaktaki köpekler de dahil olmak üzere, insanın insan-olmayanı sömürgeleştirdiği bir dünyaya tepki olarak bu metni kaleme alma ihtiyacı hissettim. Bunu sadece bu gibi ortamlarda değil, kendi akademik çalışmalarımda, kongre, sempozyum sunumlarımda da dile getiriyorum. O yüzden her ne kadar bu metinde sokak köpeklerini işaret ederek düşüncelerimi aktarmaya çalışsam da bu mücadelenin endüstriyel piyasada, tekstil, gıda, eğlence vb. sektörde, tıp alanında ve daha birçok yerde sürdüğünü ve sürmeye de devam edeceğini söylemeliyim. Fakat bu “sokak hayvanları” polemiğinde inanıyorum ki vegan olan olmayan, gündelik hayatının bir noktasında sokaktaki köpeklerle göz göze gelmiş, temas kurmuş, bir parça da olsa onları anlamaya yönelik çaba sarf etmiş herkesin bu çatı altında toplanarak mücadele verdiğini ve vereceğini biliyorum.
*Erhan Korkmaz: Etnolog, Yüksek
Lisans Öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar ve Medya
Programı, E-posta: erhan.krkmzoglu@gmail.com
[1] İlk yazımın yayımlanmasından sonra eleştirilerini benden esirgemeyen Sibel Önal, Hakan Mutlu, Merve Tufan ve Sebahat Gökçe Ağbaş’a teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Hakan’ın peşpeşe gelen “acımasız” eleştirileri olmasaydı, bu metni yazmamış olurdum.
[2] Hatta öyle ki ilk yazımın bu sorunun muhatabı iki karşıt taraf tarafından da paylaşıldığını gördüm. Oysaki yazıyı yazarken motivasyonum, sokaklardaki hayvanları toplamaya çalışanlara karşı tepki göstermek ve çözümün bu olmadığını dile getirmekti. Sanıyorum, bazı durumlara karşı mesafelenip uzaktan bakmak, her iki taraf için araçsallaşabileceğimizi de gösteriyor. O yüzden bu yazımda, tarafımı daha belirgin biçimde göstermeyi umut ediyorum.
[3] Bunun için Osmanlı dönemine -belki daha da eski dönemlere- inerek, o tarihten bu yana bu bölgelerde yaşayan sokak hayvanlarına yönelik ne tür politikalar yürütüldüğünü ele almamız gerekiyor. Belki bu durumu sorunsallaştıran başka sosyal bilimci arkadaşlar, daha detaylı bir biçimde ele alırlar.
[4] Buraya özellikle 80’ler sonrası artan enformel/illegal oluşumlara yönelik yapılmış saha araştırma örnekleri eklerdim fakat yazının üslubunu zedelemek istemiyorum. Türkiye’de suç sosyolojisi alanında yapılmış çalışmalara bakılabilir.
[5] Lütfen, bu cümlelerimden çeteleşmeyi olumladığımı düşünmeyin. Sadece böylesi oluşumların nedenlerine baktığımız zaman, failleri kınamak/öldürmek/temizlemek fikrinden önce düşünmemiz gereken başka şeylerin olduğunu anlamalıyız, çünkü koşullar devam ettiği sürece başka çeteleşmeler ortaya çıkacaktır. Durumun yaratıcısı oradaki failler değil, koşullardır.
[6] Daha iyi anlaşılması için “hayvansever” sıfatını kullanıyorum, yoksa sokaktaki köpeklerin haklarını savunmak, onları sevmekle bir tutulmaması gerekiyor. Birçok kişi, köpekleri sevmek zorunda değil, fakat onların yaşam haklarını gözetmenin ve savunmanın, etik açıdan gerekli olduğunu biliyorlar.
[7] Yazının başından beri bir yerde “sokak hayvanları” derken, diğer bir yerde “sokak köpekleri” diyorum. Bu bir tutarsızlıktan ziyade sokaktaki canlıları genellerken “hayvan” demem gerektiği, toplumsal sorun olarak “sokak hayvanları” sorununa ilişkin işaret ettiğimde de “sokak köpekleri” demem gerektiği içindir. Malumunuz, gündemde olan sorunda şiddet faili olarak görülen canlılar köpeklerdir. Amacım, sokaktaki yaşayanları sadece köpekler üzerinden ele almak değildir.
[8] Ayrıca bugün bu kültür mevzusuyla ilgili yapılan tartışmalarda -önceki yazımda örneklerini verdiğim- kimi posthümanistlerin çalışmaları, kesin bir biçimde hayvanları kültürsüz olarak tanımlamaya engel olduğunu düşünüyorum. Posthümanist araştırmacılar, kültür kavramının politik bir araç olduğunun farkındalar. Tarihte neyin kültürel olduğu, kimlerin kültürlü olduğu, hangi toplulukların kültürel olarak değerli oldukları -sonu bugün de olduğu gibi ölümcül yaptırımlarla sonuçlanan- tartışmalarla ele alınmıştır.