Devrim, Darbe ve İsyan: Blanqui’den Foucault’ya, Marcos’tan Badiou’ya Bazı Yanılgıların Düzeltilmesi | Çağan Bir

0
3339

Gündelik dilde birbirlerinin yerine ikame edilerek kullanılan devrim, darbe ve isyan kavramları üç farklı olayı ifade etmektedirler. İsyan devrimle, politik devrimle ise darbe kavramları birbirlerine karıştırılmaktadır. İhtilal kavramı devrimle eş anlamlıdır fakat o da darbeyle karıştırılmaktadır. İnkılap ise reform kavramıyla eş anlamlıdır. Bu yazının amacı bazı düşünür ve politikacıların (devrimcilerin) düşünceleri üzerinden kavramların anlamlarına dair yanılgıların gösterilmesi ve bu kavramların anlamlarının olabildiğince açık ve seçik hale getirilmesidir.

Bu yazıda devrimci projeler ve ütopyalar, devrimci projelerin tarih anlayışları, şiddetin meşruluğu gibi meseleler ele alınmamaktadır. Devrimlerin, isyanların ve darbelerin genel veya özel nedenleri üzerinde de durulmayacaktır. İlerleme veya evrimle devrim ilişkisi merkezde değildir. Tarihin yasası, amacı, kökeni veya anlamı gibi daha felsefi meselelerle ilişkileri de söz konusu değildir. Yazının amacı devrim, darbe ve isyan kavramları arasına doğru ayrımların koyulmasıdır. Yazı yalnızca olguların boyutları ve kapsamlarıyla sınırlıdır.

Darbe (coup d’Etat) temel anlamda yasal olmayan şiddet yoluyla hükümetin devrilmesi ve iktidarın değiştirilmesidir. Darbe belirli bir iktidara sahip ordunun, bürokrasinin, elitlerin, medyanın vs. içinde güce sahip bir grubun ya da fraksiyonun; belirli sermaye, medya ve belirli emperyalist merkezlerle ya da dış güçlerle işbirliği içinde yaptığı bir harekattır ya da harekatlar bütünüdür. Burada vurgulanması gereken nokta bu grubun, ezilen sınıflardan veya dezavantajlı gruplardan olmadığıdır.  

Foucault, devlet aklının, devletin selametini düşünme ve analiz etme biçimini incelemek için darbe kuramını ele aldığını söylemektedir. Burada 17. yüzyıl metinleri söz konusudur. 

Darbe, kamu hukukunu aşan şeydir. Excessus iuris communis, der Naudé. Ya da kamu hukukuna aykırı olağanüstü bir edimdir – bu edim kendi içinde hiçbir düzene ya da adalet biçimine uymaz. Acaba bu yönüyle darbe devlet aklına yabancı bir şey midir? Devlet aklı açısından bir istisna mı teşkil eder? Kesinlikle hayır […] darbe, devlet aklına nazaran bir kopuş teşkil etmez. Tersine, devlet aklının genel biçimine, genel ufkuna tam olarak yakışan bir öğe, bir olay, bir yapıp etme biçimidir, yani yasaları aşan ya da yasalara tabi olmayan bir şeydir (Foucault, 2013: 228).

Foucault’ya göre darbe yasaların askıya alınmasından çok daha özsel bir şekilde devletle, devlet aklıyla ilişkilidir.    

Darbe meselesini bu denli özgül hale getiren ve onu devlet aklının tezahürlerinden yalnızca biri olmaktan çıkaran şey nedir? […] devlet aklının artık bu yasaları [pozitif, ahlaki, doğal, ilahi yasalar] kullanamayacağı, zira acil bir olay, bir zaruret nedeniyle bu yasalardan kurtulması gereken anlar vardır. Ne adına olur bu? Devletin selameti adına. Devletin kendisine dair ortaya koyduğu bu zaruret, devlet aklını o ana kadar tanıdığı ve kendi oyununda kullandığı medeni, ahlaki, doğal kanunları çiğnemeye sevk eder. Devletin kendisinin zaruri oluşu, aciliyeti, selamet ihtiyacı bu doğal yasaların oyununu dışlar ve yalnızca devletin kendisiyle zaruret ve selamet açısından kurduğu bir ilişkiyi üretir. Devlet kendisi üzerinde hızlı ve kuralsız bir biçimde, beklemeden, aciliyet ve zaruret içinde, dramatik bir biçimde eylemde bulunur: Darbe işte budur. Darbe, birilerinin başka birileri aleyhine devleti ele geçirmesi değildir. Darbe, devletin kendi kendisini ortaya koymasıdır. Devlet aklının olumlanmasıdır – devleti kurtarmak için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini, devletin her durumda kurtarılması gerektiğini olumlayan devlet aklının olumlanması. O halde darbe, devlet aklının olumlanması ve devletin kendi kendisini ortaya koymasıdır (Foucault, 2013: 229).

Yasaları aşan bir zaruret, yıkımı durdurmak için gerekli bir zorunluluk olarak aklanır darbe. Foucault’nun dikkat çektiği hususta şöyle önemli bir nokta vardır. Darbeyi yapan zaten devlet içinde bütün yasaları askıya alabilecek bir iktidar konumunda ya da potansiyel olarak iktidara el koyabilecek güçte olanlardır. Ancak her ne kadar 17. yüzyıldaki yönetimsellik bağlamında konuşuyor olsa da Foucault’nun yanıldığı nokta, darbenin “birilerinin devleti başka birilerinden alması değildir” düşüncesidir. Çünkü farklı grupların inandığı devlet aklı farklıdır. Bunların ötesinde bir “kendinde devlet aklı” yoktur. Bu devlet aklı yine devlet bürokrasisi içinde bir fraksiyonun aklıdır. Bu yüzden darbe egemen güçler arasındaki bir çatışmanın sonucu olarak gerçekleşir. Darbe, devlet aklının kendini göstermesi değil, neyin devlet aklı olacağına dair bir kriz durumunda farklı güçlerin (yasal güçlerle ya da farklı cuntalarla) baskın gelme savaşının sonunda ortaya çıkar. Güçlü olan başarılı olur. Burada gücü oluşturan pek çok faktör vardır. Bunlar hem dayandığı sınıflar, sermaye gücü, devlet içindeki örgütlülüğü, hem de uluslararası düzende ülkenin nerede bulunduğu ve darbecilerin dışarıdaki işbirlikçileri gibi faktörlerdir. Dolayısıyla darbe, devlet aklının kendini göstermesi değildir, yalnızca devletin içindeki “akıllardan” birinin kendini devlet aklı ilan etme girişimidir.   

Darbe kavramından devrim kavramına geçmeden önce darbeyle politik devrimin birbirine karıştığı Blanquist devrim stratejisinden bahsetmek gerekmektedir. Politik devrim sosyal devrim kadar kapsamlı olmayan ama egemen sınıfın devrildiği ve politik sistemi değiştiren devrimdir. Devrim kısmında daha detaylı olarak açıklanacaktır. Blanquist stratejiye göre devrimi yapacak asıl güç, küçük ve iyi örgütlenmiş dar bir kadro örgütüdür. İradeci ve komplocu olarak nitelenebilir.Blanqui devrimi beklenmedik güçlü taarruz (coup de main: hedeflerine tek bir darbe ile ulaşmak için hıza ve sürprizlere dayanan hızlı bir saldırıdır) olarak görüyor. Ona göre öncü devrimci güçler doğrudan devlet iktidarını ele geçirmeye çalışmalıdır. “Sıkı disiplinli bir gücün devrim öncesi yoğun örgütlenmesi gerçekleşmeden, zamanlaması çok iyi hesaplanan bir darbenin işe yaramayacağı” söylenebilir (Spitzer, 2013: 172). Blanquicilik üzerinde Babeufçü Eşitler Komplosu ve Carbonarist Hareketin etkileri vardır. Özellikle devrimci örgütlenmenin teknik boyutunda piramit yapılanma, yalıtık hücreler, gizli liderlik Carbonarizmden gelir (Spitzer, 2013: 131). Blanquicilik genel olarak komploculuk veya maceracılık olarak adlandırılıyor. Aydınlanmış elit grup, disiplin ve gizlilik adına kitlelerden kopmalıdır. Geniş bir cephe aramıyor. Kitle örgütlerine sızmak, yasal ajitasyon ve gizliliği bir arada yürütmek gibi anlayışlar yoktur.

Blanqui devrimi yapacak gücü sınıfsızlaşmış (declasse) yani farklı sınıflardan gelen eğitimli aydınlanmış insanlara bağlar. 1871 yılına kadar ufak bir kadroyla proleter devrimi başlatma düşüncesini savunmuştur. İktidarın alınmasından sonra kurulacak yeni yapı da bu grubun elinde olacaktır. Blanqui, başarılar elde ettikten sonra halk kitlesini arkasından sürükleyeceğine inanıyor. Fakat bu görüş Marksist açıdan yanlıştır çünkü kitleleri mücadeleye çekmek gerekir, daha doğrusu devrim onların mücadelesiyle olanaklıdır. Blanquist stratejide seçkinci bir yanlış vardır. Proletaryanın sınıf olarak örgütlenmesi gerektiğini görmemektedir. Sınıfın içinde propaganda yapılmalı, ideolojik çalışma yapılmalıdır. Komplodan sonra işçilerin kendiliğinden desteklemesi gerçekçi bir beklenti değildir. Devrimden sonra da seçkin bir grubun değil sınıfın diktatörlüğü kurulmalıdır. Devrimci kitle karşı hegemonya kurmak zorundadır devrim sadece şiddetle başarılabilecek bir şey değildir.

Blanqui sonradan kitle çalışmasının önemini kavrıyor (Spitzer, 2013: 143). Bazı durumlarda ihtiyatlı davranmak gerektiğini de söylüyor. Zoraki bir iradeciliğe düşüyor son dönemlerde. Doğru bulmasa da yoldaşları, liderlik ettiği grup istediği için komploya katılıyor (Spiter, 2013: 154). Bu yazıda devrimin tartışıldığı kısımda ele alınacak nesnel koşulları, kitlelerin kendiliğindenliği gibi şeyleri fark ediyor fakat kendisi Blanquicilikten kurtulamıyor. Ama hiçbir zaman mücadeleyi yürütmek için geniş bir cephe aramıyor.

Blanqui’nin yanıldığı nokta buradadır içerik ve biçim karışmaktadır. Aslında politik devrim yapmaya çalışmaktadır fakat bütün düşüncesi sanki darbe yapmaya çalışıyormuş gibidir. Sosyalist reform politik devrimden sonra gelir. Blanqui’nin iradeciliği politik devrim ve toplumsal devrim arasındaki ayrımı görememesini getirmiştir. Ancak bunun ötesinde asıl olarak Blanqui politik devrimle darbeyi karıştırmaktadır. Politik devrim için zorunlu nesnel koşullar gereklidir. Darbeyi yapan zaten belirli bir iktidara sahip olan egemen gruplardan ya da sınıf fraksiyonlarından biri olduğu için nesnel koşullar (yukarıda bahsedilen faktörler olduğu ve düşmanından güçlü olduğu sürece yeterlidir) olmadan başarılı olabilir ancak konu devrim olunca nesnel koşulları ve farklı faktörleri göz önüne almak gerekmektedir. Blanqui’nin iradeciliğin dışında düşünememesi nesnel koşulları görmesini engellemektedir.

Devrimin bir takım nesnel koşulları vardır. İşçi sınıfının da dahil olduğu üretici güçlerin gelişmesi, üretim ilişkilerinin geldiği nokta ve devrimci bir kitlenin olması. Devrim kısmında daha detaylı olarak bunlardan bahsedilecektir. Ancak politik devrimin gerçekleşmesi için başarılı olması gereken bir isyanın ya da ayaklanmanın özelliklerini Lenin şu şekilde açıklamaktadır:   

Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfa dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma, halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizmin Blanquicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır (Lenin, 1990: 168).

Politik devrim meselesine geçmeden ayaklanma veya isyan meselesinin açıklığa kavuşması gerekmektedir. Engels’e göre ayaklanmanın belirli kuralları vardır. Birincisi, sonuçlar göğüslenemeyecekse bu işe hiç kalkışılmaması gerekmektedir. “Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır: düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, yenilir ve yıkıma uğrarsınız” (Engels, 2014: 42). İkincisi, ayaklanma başladığında sonuna kadar saldırı halinde olmak gerekmektedir. Savunmaya geçildiğinde ayaklanma yok olur. Gündelik başarılarla moral üstünlüğü korumak gerekmektedir.

Bütün bunlar gerçekleşmediği takdirde ayaklanma bir direniş düzeyinde kalır. Ulrike Meinhof, ünlü “Protestodan Direnişe” adlı yazısında, 1968 yılında Berlin’de yapılan Vietnam Kongresine katılan Black Power Hareketi’nden birinin Fred Hampton’a atfedilen bir sözünü paylaşmaktadır. “Protesto, şu ya da bu bana uymuyor dememdir. Direniş, bana uymayan şeyin artık gerçekleşmemesini sağlamamdır. Protesto, ben buna artık ortak olmuyorum dememdir. Direniş, diğer herkesin de ortak olmamasını sağlamamdır” (Meinhof, 2012: 130). Direniş, isyanın aksine bir savunma halidir. Bu bağlamda isyan kavramının anlamını değiştiren sosyal isyancılık kavramına ve bunu ortaya atan Subcomandante Marcos’a bakmak gerekmektedir.     

Meksika’daki Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) Komutanı Marcos bir röportajında sosyal isyancı ve devrimci arasında bir ayrım yapmakta ve birbirlerine zıt olduklarını söylemektedir (Marcos, 2001). Marcos’un ikisini karşıt görmesinin sebebi şudur: devrimci, iktidarı almak ve toplumu yukarıdan aşağıya doğru değiştirmek istemektedir. Sosyal isyancı ise tam tersine kitleleri örgütlemek ve iktidarı almadan aşağıdan toplumu dönüştürmek istemektedir. Bu strateji Zapatistaların ideolojik çizgisinden gelmektedir. Siyasi iktidarı almamak Zapatista hareketinin temel amaçlarından biridir. En azından tarihsel gelişimi içinde savunduğu düşünce şu anda bu ilkeye dayanmaktadır. 1993 yılı Lacandone Cangılı Deklarasyonunda bağımsız kurtarılmış bölgeler kurularak, politik-askeri eylemlerle başkente kadar ilerlemek ve federal orduyu yenmek olduğu söylenmektedir (Marcos, 1996: 24). Ancak daha başlangıçtan farklı bir devrim anlayışı vardır. Zapatistalar özgürlük, demokrasi ve adalete dayanan bir sosyal barış istediklerini söylemektedirler. “Birçok sosyal cephede çeşitli yöntemlerle, değişik sosyal formlar altında ve çeşitli derecede katılımlarla ve sorumluluklarla gerçekleşen bir mücadelenin sonuçlandırdığı bir devrim olacak” (Marcos, 1996: 109). Ama bu bir örgüte veya örgütler topluluğuna değil demokratik çözüm alanına ait olacaktır. Zapatist hareketin ilk isyanı sırasında Meksika düzeyinde bir devrim tasarısı varken giderek bir yerli hareketi ve kendi alanını korumaya çalışan bir harekete dönüşmüştür.   

Tarihsel süreçte devrim iddiasından vazgeçilmiştir. Bu düşünce, Leninist öncülük iddiasının terk edilmesi anlamına da gelmektedir. Ancak öz savunma gereği belirli amaçlara (parlamentoda yerlilerin temsili vb.) ulaşmadan silahları bırakmayacaklarını açıklamışlardır. Bugün EZLN gerilla savaşı veya halk savaşı verme amacıyla değil, paramiliter yapılara karşı savunma amaçlı silahlıdır. Otonom bir yönetim deneyimidir. Ancak iktidarı almadan bulunduğu konumu savunma uzun vadeli uygulanabilir değildir. Devletin, Zapatistaların otonom bölgelerini yok etmek istemeyeceğini düşünmek saflık olur. Her iktidar yapabildiği oranda kendi iktidar alanını genişletmek ve kendisini daha güçlü kılmak isteyecektir. Hem ekonomik gerekçelerle hem de devlet aklı gereği uzun süre devam edemez. Devam etmesi devletin otonom yapıları dağıtmak için yeterli gücü toplayamamasından kaynaklanmaktadır. Bazı sosyal dönüşümler anlamında bu strateji başarılı olsa bile sürekli savunma pozisyonunda kalmak yozlaşmaya sebep olacaktır. Dolayısıyla sosyal isyancı uzun süre devam ettirilebilecek bir strateji değildir. Gerçek bir dönüşüm toplumdaki en büyük güç olmakla olanaklıdır. Sosyal isyancı ve ona bağlı olan komünal yaşam ve otonom yönetim (öz yönetim) gibi düşünceler konumu korumakla ilgilidir.   

Devrimciliğin reddine dayanan sosyal isyancılık reformisttir. Devrim ve reformla ilgili şu ayrımı görmek gerekir: iktidarı devirmek ve devrimci iktidar kurmak için verilen mücadeleyle, kolektif yaşamda değişimin gerçekleşmesini sağlayan tutum ve davranışlar farklıdır. Sadece isyan, reformizm tarafında kalmaktadır. Bu da uzun vadede yenilmeye mahkum olmaktadır. İsyancılık kendi için bir amaç değildir. Marcos’un yanılgısı buradadır. 20. yüzyıldaki sosyalizm deneyimlerindeki[i] bürokratik yozlaşmayla ilgili ya da toplumun siyasete katılımıyla ilgili sorunlar Zapatistaları bu noktaya sürüklemiş olabilir ancak stratejik olarak hatalıdır. Görülmektedir ki Marcos ve Zapatistaların ideolojik çizgileri stratejik olarak da devrimciliği reddetmeye gitmiştir. Ancak devrimcilik zaten sosyal isyancılığı belirli bir oranda içermektedir. Daha doğrusu onu içererek aşmaktadır yani Marcos’un iddia ettiği gibi aralarında zorunlu olarak bir karşıtlık kurmanın gerekli olmadığı görülmektedir. Devrimci süreç ikisinin eş güdümlü olmasına olanak sağlamaktadır. Devrim aşağıdan yukarı yapılabilir iktidarı aldıktan sonra da yukardan aşağıya dönüşümü sağlar. Gerçek bir dönüşüm ancak böyle sağlanabilir. Burada sosyalist bir devrimle diğer devrimler arasında bir ayrım yapılmak zorundadır çünkü gerçek bir sosyalist devrimde “aşağı ve yukarı” diğer devrimlerdeki gibi olamaz. Bu proletarya diktatörlüğünün yapısını tartışmayı gerektirmektedir ama bu yazının konusu bu değil.

İsyan, devrime evrilmediği sürece öz savunma veya direniş olarak kalır ve isyan giderek alan kaybedecektir. Zapatist hareketin Meksika’nın diğer bölgelerine yayılamaması sadece belirli bir bölgede sıkışıp kalması bunun göstergesidir. Bu bir aktif savunma çizgisidir ama isyan değildir. Ayaklanma ya da isyan özel tipte bir politik mücadeledir. “Ayaklanma sanatının esas kuralı saldırıdır” (Saavedra, 1991: 23). Bunu Nikaragua Sandinist hareketinin Halk Ordusunun Başkomutanı daha sonra Savunma Bakanlığı da yapmış olan Humberto Ortega Saavedra söylemektedir. Ayaklanma ekonomi-politik bir baskının sonucu patlar. Tüm güçleri yıkıcı bir şekilde düşmanın üzerine çevirmek için uygun fırsatı yakalamak gerekir. Engels’ten mülhem iki temel ilke belirler. Yukarıda bahsedilen bu ilkeler; saldırı için pek çok açıdan üstün konumda olmak ve halkın çoğunluğunu kazanmaya yetecek günlük başarılarla moral üstünlüğün korunmasını sağlamaktır. İsyan, son eylem değil, kesin sonucu hazırlayan faaliyetlerin tümüdür. Yıllar süren çabaların “sonunda belirleyici stratejik darbeyi indirme uğruna pek çok olumlu ve olumsuz çabaların nihai ürünü olur. Onun hep hücumda olup asla savunmaya geçmeden mümkün olan en büyük canlılıkta olması gereklidir […] Savunmayla yalnızca düşmanın zayıflatılabileceği ama asla imha edilemeyeceği hatırda tutulsun” (Saavedra, 1991: 24).

Bunlar hem başarılı bir isyanın veya ayaklanmanın nasıl olacağını açıklayan ifadeler hem de isyan denilen olayın temel özelliklerini de vermektedirler. Zapatistalar siyasi iktidarı ele geçirmek yerine reform yapmayı amaçladıkları için buna uygun örgütlenmenin yatay olması olağandır. Ancak yatay örgütlenme ancak direniş için geçerlidir. Başarılı bir isyan için hiyerarşik, askeri ve tek merkezden yönetilen örgütlenmeler gerekmektedir. İsyanlar kendiliğindenci olduğu sürece direniş düzeyinde kalırlar çünkü başarı olasılıkları düşüktür.

Bu bağlamda kendiliğindenci devrimlerin, isyan ve devrimlerin karıştırılmasının en önemli sebeplerinden biri olduğu söylenebilir. Kendiliğinden devrimde belirli bir önder veya plan yoktur ve anonim bir inisiyatif söz konusudur. “Dolaysızlık ve gündelik düzeyinde kolektif kendiliğindenlik, sosyologların çok sık sözünü ettiği toplumsal kaynamanın eyleme dönüşmesi biçiminde algılanabilir” (Decoufle, 1991: 74). Diğer bir düzey devrimsel sürecin içinde kurulan iktidar organlarıdır. Kendiliğinden konseylerin veya komitelerin ortaya çıkmasıdır. Bu yapılarda ortak olan özyönetim organları olmalarıdır. Komploculuğa dayanan darbenin tam tersi özellikler gösterir.  

Devrim ya da İhtilal 1975’te yazılmış Çağdaş Politika ve Diplomasi El Kitabında şöyle tanımlanmaktadır: “Çok tartışmalı bir kavram halinde olan ihtilal, bir ülkede politik, ekonomik ve sosyal durumu köklü bir biçimde değiştirmek amacıyla, az veya çok ölçüde kuvvet kullanılması neticesi, iktidarın ve düzenin değiştirilmesi şeklinde belirlenmektedir” (Girgin, 1975: 195). Marksizmin 100 Kavramı adlı sözlükte ise “geleneksel olarak yıldızların yörüngeleri etrafındaki hareketlerini betimleyen bu terim, 16. yüzyıldan itibaren, toplumsal ve siyasal düzendeki radikal altüst oluşları ve/veya bir toplumdaki hakim grupların alaşağı edilmesini tanımlamaktadır” (Dumenil, Löwy ve Renault, 2013: 47).  

Hükümet darbesinde yönetici kadrolar ve duruma göre rejim değişebilmektedir. Devrim ise çok daha köklü ve derin bir şekilde toplum yapısını etkilemektedir. Diğer bir özellik darbede sistemin içinde güçlü olan gruplar ya da fraksiyonlar arasında iktidar değişimi varken, devrimde şiddet eyleminin egemen olan güçlerden değil toplumun alt tabakalarından ya da iktidara sahip olmayan kesimlerden gelmesidir. Sürecin içinde ordunun bir kesimi katılabilir ama asıl devrimci güç egemen grupların dışındadır.       

Genelde devrim çift anlamlı olarak kullanılmaktadır. Birincisi sosyal devrim yani bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçiş kastedilir. Bu üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin sonucudur. Altyapı o kadar gelişmiştir ki artık üstyapı ona uygun değildir ve değişmek zorundadır. İkincisi ise politik devrimdir. Bu da bir grubun iktidarı ele geçirmesidir. İlkinde ekonominin önceliği nesnel şartlar dolayısıyla evrimci bir yan vardır. Yani devrim üretici güçler ve üretim ilişkileri arası çelişkinin doğal sonucudur. Politik devrim yukarıda bahsedilen ekonomik determinizmden de kopuştur. […] Marx’ın tarih felsefesinde birikimsel bir yön vardır. Yani radikal toplumsal bir devrim ve nitelik değişimi olması için bir sonraki aşamaya olanak sağlayacak güçlerin birikmesi gerekmektedir. Ezilenlerin mücadeleleri de farklı birikimler yaratırlar, bu farklı koşullarla da ilişkilidir (Bir, 2022a: 114).

Politik devrim ve darbenin en önemli farkı politik devrim olabilmesi için halkın mücadeleye katılması gerekmektedir. Politik devrimler çoğunlukla eskimiş kurumların ve ilişkilerin doyuramadığı sosyal ihtiyaçlarla ilgilidir. Politik devrim sosyal devrimin bir aşamasıdır. Salt politik devrim üretim tarzının dönüşümü için yeterli değildir. Sosyal devrim olmadığı sürece politik devrim düzeyinde kalınır. Sosyal devrim ise üretim ilişkilerinin dolayısıyla toplumsal ilişkilerin bütün alt yapı ve üst yapının değişmesidir. Elbette bu ayrım politik devrimin toplumsal ekonomik etkileri olmadığı anlamına gelmemektedir.

Siyasi devrim bazen siyasi gelenekte adeta devrimin teknik anlamını (MEW 8, 414, 18 Aralık 1889 tarihli mektup), hatta egemen sınıfın içindeki sıradan iktidar değişikliklerini ifade ediyordu (Fr. İç Savaş, III). Toplumsal devrimin karşıtı olan bu kısıtlayıcı anlam bazen çok net bir şekilde kullanılıyordu: “Kısmi, sadece siyasi bir devrim” (MEW ı, 367 ve 388; “1843 Elyazmaları” önsöz). Buna karşılık, toplumsal devrim sadece siyasi devrimin karşıtı olarak kullanılıyordu: “İşçi sınıfının siyasi parti olarak örgütlenmesi toplumsal devrimin zaferi ve bu devrimin nihai hedefi olan sınıfların ortadan kaldırılması için kaçınılmazdır” (MEW ı7, 422) (Bensoussan ve Labica, 2016: 232).

Ancak politik devrim zamanla burada kastedilenden daha geniş bir anlam kazanmıştır. Politik devrim egemen sınıf içindeki iktidar değişikliklerini anlatmamaktadır. Çünkü devrim egemen sınıfın devrildiği bir durumu anlatmaktadır.   

Devrimin gerekliliği yalnızca ezilen sınıfın egemen sınıfı devirmesi için tek yol olmasından değil, eski sistemin devam eden kalıntılarını temizlemek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmanın olanağını sağlamasından gelmektedir (Marx ve Engels, 2010: 67). Şiddet olmadan egemen sınıfın, iktidarını devredeceğini, zenginliğini paylaşacağını düşünmek saflıktır. Şiddet siyasetin ve tarihin ayrılmaz bir öğesidir. Feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüşmesini hızlandırmak ve uygun ortamı sağlamak için devlet zorundan yararlanmıştır. “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir. Zor başlı başına bir iktisadi güçtür” (Marx, 2017: 719). Dolayısıyla şiddet kapitalist üretim tarzının dönüşümünde de geçerli olacaktır (Bir, 2022b: 147).

Devrimcilik sadece şiddet yoluyla bir iktidarı devirmek ve yeni bir düzen kurmak değildir. Çünkü bu durumda faşizmi veya dini köktenci bir hareketi de devrimci olarak görmek gerekebilir ancak görülemezler. Çünkü devrimciliğin ilerici olması gerekmektedir. İlericilik kavramı bugün post modernizmin etkisi altında önemsiz gibi görülmesine rağmen yine de ilerici ve gerici kavramaları kullanılmalıdır. Zannedildiğinden daha açıklayıcı kavramlardır. Kadın, lgbti+, azınlıklar, çevre sorunu vb. bütün bunlara yaklaşımı bir göstergedir. Ancak bunların ötesinde eşitlik ve özgürlük anlayışı ileri olana anlamını vermektedir. Çünkü ilericilik derken asıl kastedilen daha üst düzey üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler ve üst yapı kurumlarıdır.

Gerçek bir devrimi üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişmesi koşullamaktadır. Buradaki üretim ilişkilerini sadece ekonomi, iş, emek bağlamında almamak gerekmektedir. Yani burjuva ve toprak sahibi sınıfın kalkması, sermayenin yok edilmesi, üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin gelişmesi ve işçilerin denetimi gibi meseleler değildir. Bunun ötesinde üst yapıda olan değişikliklerin tümünü kapsar. Daha üstün bir üretim ve toplum biçimine geçiş söz konusudur.  

“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” (Marx, 1979: 9).

O yüzden “ya sosyalizm ya barbarlık” sözü yalnızca bir slogan değildir. Sosyal devrimin en uç hali üretim tarzı devrimidir. Bunu Bernhard Brosius güzel bir şekilde açıklamaktadır:[ii]

Üretici güçlerin bu ilk devrimi, eski ilişkiler izin verdiği ölçüde sürer. Bu gelişim, (yeni) üretici güçlerle (eski) üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyle sonuçlanır. Çelişkinin oluşumunu, onun gelişimi ve yayılması takip eder. Yeni üretici güçler eskilerinin kalıntılarını, eski üretim ilişkileri ise yenilerinin nüvelerini kendi bünyesinden dışlar. Eski ve yeni üretim ilişkileri, üretim araçları üzerinde farklı ve birbirini dışlayan mülkiyet hakları anlamına geldiği için, çelişkinin bu gelişimi ve yayılması sınıf mücadelesiyle ilerler. Gelişmiş ve yayılmış çelişki, iki şekilde çökebilir. Eski üretim ilişkileri yeni üretici güçlerden daha kuvvetliyse, bu üretici güçleri yıkıma uğratırlar. Bunu bir barbarlık evresi takip eder. Barbarlık durumunda egemen sınıf alaşağı edilmezse, eski yapılanma ve onunla birlikte aynı çelişki yeniden oluşur. Egemen sınıf alaşağı edilebilirse, toplumsal formasyonun yıkıntılarından adım adım yeni bir üretim tarzının inşa edilmesi ihtimali vardır. Ancak çelişki gelişip yayılırken devrimci bir sınıf oluşursa, bu sınıf bir üretici güç olarak yeni üretim ilişkilerinden yana mücadele ederek bunların başarılı olmasını sağlayabilir. Bu, bir dizi koşul yerine gelirse söz konusu olur. Bu durumda, toplumsal devrim ve ona bağlı olan üretim ilişkilerinin devrimi gerçekleşebilir. Gelişim sürecinin ilerleyen evrelerinde, eski üretim tarzının kalıntıları sönümlenir. Üretici güçlerle üretim ilişkilerinin uyumu yasası, yeni üretim tarzında da geçerlidir. Eski üretim ilişkileri altında üretici güçlerin tam anlamıyla gelişip yayılamaması, ilerleyen süreçte üretici güçlerdeki ikinci devrimle telafi edilir. Yeni üretim tarzının oluşum süreci böylece tamamlanmış olur (Brosius, 2010: 147-148).   

Badiou Petrograd’dan Şanghay’a 20. Yüzyılın İki Devrimi kitabında devrime dair şöyle ifadeler kullanmaktadır:

Bilhassa ‘devrim’ diyorum. Bu yüzden Çin Komünist Partisi’nin İkinci Dünya Savaşınsan sonra iktidarı ele geçirmesi burada söz konusu edilmeyecek. Nitekim Çin’de iktidar, esas itibarıyla köylülerden oluşan bir halk ordusunun oluşumu ve özgürleştirilmiş bir bölgenin işgaliyle –yaklaşık otuz yıllık- uzun bir siyasal ve askeri sürecin sonucunda ele geçirilmiştir. Bu süreci ‘devrim’ diye tabir etmek uygun kaçmaz. Kuşkusuz, Rusya’da (en az dört yıl süren) uzun ve şiddetli bir iç savaş yaşanmıştır. Ama Bolşevikler iktidarı bu iç savaştan sonra değil, önce ele geçirmişlerdir: öyle ki, Rusya’da iktidarın ele geçirilişi, aşağı yukarı da olsa ‘devrim’ diye adlandırılabilir. Aynı şekilde, 1965 ile Mao’nun (1976’da) ölümü arasında ‘Büyük Çin Proleter Kültür Devrimi’ adı verilen sekansa rengini veren, öğrencilerin ve işçi kitlelerinin devasa hareketleri, çatışmalar, gidişattaki beklenmedik ters-yüz oluşlar devrimlerin bütün klasik vasıflarına sahiptir (Badiou, 2020: 6).  

1949 Çin Devrimi ve Kültür Devriminin amaçları arasında bir fark yoktur. Ancak sosyalist toplumun kuruluşu yolundan saptığı için Kültür Devrimine gerek görülmüştür. Dolayısıyla Badiou’nun bu anlamda ayrım koymadığı açıktır. Görülmektedir ki Badiou iç savaşın eşiğine gelen Kültür Devriminde yaşananları devrim olarak görürken Uzun Süreli Halk Savaşını bir devrimin parçası olarak görmemektedir. Halbuki 1949’da yönetici sınıflar devrilmiş, emperyalizmin gücü kırılmış ve yeni toplumsal düzen kurulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla o süreçte gerçekleşen olaylar bir devrimdir. Halk Savaşı da bir devrim stratejisidir. Kırda kurulan halk ordusu üsler, özgürleştirilmiş bölgeler kurar ve son olarak şehirleri alır. Merkezlerdeki, şehirlerdeki ayaklanmalarla iktidarı tek seferde ele geçirmek yerine iktidarın en seyrek olduğu yerlerden başlayarak parça parça iktidarı ele geçirir. Rusya’da yaşanan iç savaş, abluka, yabancı müdahalesi; ayaklanma ve iktidarı ele geçirme aşamalarından sonra olmuştur. Çin devriminde ise tam tersi söz konusudur. Önce iç savaş sonra iktidarın ele geçirilmesi söz konusudur. Ekim devrimi Badiou’nun kendi deyişiyle Stalin’in 1929’daki ilk beş yıllık planını tanıttığı tarihte tamamlanmıştır (Badiou, 2020: 36). Yani iktidarın ele geçirilmesinden ve ayaklanmadan sonra 12 yıl boyunca devrimci bir süreç vardır.[iii]

Burada Badiou’nun devrimi asıl olarak ayaklanmayla ve buna bağlı diğer artçı olaylarla ilişkilendirdiği görülmektedir. Ancak olaylar ifadesi doğru değildir. Sebebi Badiou’nun devrimle ilişkilendirdiği Olay fikrindedir. Zaten neden Çin devrimine ve halk savaşına devrim demediğinin cevabı da buradadır. Badiou için Olay en başta adlandırılamayandır. “Hakikati olaya sadakatin inşası olarak hem de bir bilgi alanının dönüşümünün getirdiği türeyimsel kudret olarak tasarlamalıyız” (Badiou, 2012b: 27). Tekrarlanan şey bilgidir, yeni şey ise hakikattir. Hakikat yargı değil bir süreç meselesidir. Yeni bir eklenti, öngörülemez, hesaplanamaz ve rastlantıya bağlıdır. Olay tekrarı kesintiye uğrattığı için yeniliği içinde hakikat ortaya çıkar. Olay duruma ait değildir. Olayın gerçekleşmesinde karar verilemezlik vardır. Özne (bu bağlamda devrimci parti veya örgütlenmeler) çıkar ve olayı adlandırır. Bu noktada değerlendiremese de sadık kalır. Özne riski alır ve olayı sabitler. Hakikatin doğrulanmasıyla ilgili sonsuz bir prosedür başlar (Badiou, 2012b: 31). Kavramsız bir seyir izler. Olay bir sürprizdir, beklenmeyendir, tamamen tesadüfi ve durumdan çıkarsanamayandır (Badiou, 2007: 209). Koşulların sonucu veya neden sonuç ilişkisi içinde çelişkilerle açıklanamaz. Olay imkansızı imkanlı hale getirecektir. Olay, durumdaki potansiyel değildir (Badiou, 2011: 18). Olasılıksız gibi görünen şeyler için yolu döşer. Durum olasılığı sınırlandırırken, olay olasılığın sonsuzlaştırılmasıdır.

Özne olaya sadık kalan yeni kanaatin içinde yer alan geleceği inşa edecek kararı alandır. Angaje olduktan sonra olaydan önceye dönülemez. Bu düşünce olay olmadan nesnel durumda bir değişiklik yapılamayacağını söyler. Özne yani devrimci örgüt sadece olaya sadakat olarak kendini uyarlayabilir. Ancak Badiou’nun söylediği devrim için yetersizdir. 68 Mayıs’ı gibi kendiliğinden ayaklanmaların sorunu bir öncünün müdahil olup olayı değiştirememesidir. Ayaklanma veya isyan olduğu sırada açığa çıkan gücü devrime yöneltecek öncü yoksa ayaklanma tepkisel bir hareket olmanın ötesine geçemez. Devrim için öncü ayaklanmadan önce hazır olmalıdır.

Badiou’nun devrimi askeri olarak değil, beklenmeyen bir isyan odaklı düşünmesinin bir diğer sebebi sosyalizme dair bazı motiflerin yanlışlığı düşüncesidir. 20. yüzyıl sosyalizmine iktidarın zorla ele geçirilmesi fikri hakimdir. Çünkü 19. yüzyıl işçi ayaklanmalarının ve Paris Komünü’nün başarısızlığı böyle bir ders çıkarılmasına sebep olmuştur. 20. yüzyılda komünist örgütlenme hiyerarşik ve askeri disiplinli olmuştur (Badiou, 2012a: 17). Başlıca tahayyülü zafer olan bir tarih anlayışı vardır. Bu dönemde kahraman savaşçı, askeri bir figür ve zafer komünist ideolojinin ana motifleridir. Asker figürü 187 yıllık devrimci döneme aitti. Badiou, bu motif artık değişmeli demektedir (Badiou, 2013: 57). Başka bir sembole ihtiyaç vardır. Bunun altında yatan sebep şudur: artık küresel olumsuzlamaya dayanan bir siyaset mümkün değildir. Sosyalizmi kurmak için kullanılan merkeziyetçi ve askeri yöntemlerin değişmesi gerektiğini söylemektedir.

Kısaca Badiou’nun halk savaşına dayanan bir devrimi devrim olarak görmemesinin sebebi kendi Olay kavramıyla hem de iktidarın ele geçirilmesi ve Yeni Komünizm düşüncesiyle ilgilidir. Burada Yeni Komünizm düşüncesini anlatmayacağım. Fakat devrimin askeri olmayan yöntemlerle gerçekleştirilebileceği fikri yanlıştır. Devrimden sonra askeri yöntemlerin kullanılmasının yanlışlığı devrimin onlar olmadan gerçekleşebileceği anlamına gelmemektedir. Yalnızca Sovyetik Ayaklanma değil Uzun Süreli Halk Savaşı, Gerilla Savaşı, Partizan Savaşı bütün bu mücadele yöntemleri devrimin bir parçasıdır. Fransa’da 1968 yılının Mayıs ayında devrimin eşiğine gelinmesi bir olay olarak ayaklanmadır. Olay kendiliğindencilik veya kendiliğinden ayaklanmalarla ilişkilendirilebilir ama devrim değildir. Devrim daha derin yapıların koşullamasıyla olanaklı olmaktadır. Badiou bu noktada yanılmaktadır. Devrim ve ayaklanma özellikle kendiliğindenci ayaklanma arasında şöyle bir fark vardır.

Kendi koyduğu ölçülere uygun biçimde tarihi yeniden kurup yoğurabilmek için devrimci proje tarihle eksiksiz biçimde bütünleşip onu üstlenmekle işe başlamak zorundadır. Buna karşılık tarihi umursamayan halk ayaklanmalarının patlak verip vermemesi artık katlanılmaz duruma gelmiş gündelik yaşamla bağlantılıdır yalnızca; halk ayaklanmalarını sözcüğün tam anlamıyla devrimci projeden ayırt eden de işte bu temel boyutun eksikliğidir (Decoufle, 1991: 54). 

Devrim için gerekli nesnel koşulların ne olduğunu sadece geniş bir tarihsel planda değerlendirmek (üretici güçlerin gelişim seviyesi ve üretim ilişkileriyle çelişkileri) değil aynı zamanda konjonktürel olarak görmek gerekmektedir. Örneğin Küba devrimi tekrarı olmayan bir devrimdir. Lenin’in ayaklanma için saydığı nesnel koşulların olmadığı, iradeciliğin ön planda olduğu bir devrimdir. Ama konjonktür Kübalı devrimcilerin uyguladığı strateji için uygundur bu yüzden başarılı olmuştur. Dolayısıyla devrim ne yalnızca beklenmedik isyanlar ne tamamen üretici güçlerin gelişmesini bekleyen reformist yaklaşımlar ne de nesnel koşulları ve konjonktürü görmeyen tamamen iradeci yaklaşımlarla mümkündür. Hem nesnel koşullar ve konjonktür hem kitleler hem de doğru iradeci stratejiyi uygun şekilde bir araya getirebilen bir politik akılla mümkündür.

Kaynakça

Badiou, A., Being and Event (London, Continuum, 2007).

Badiou, A., Zizek, S. ve diğerleri, “Komünizm İdea’sı”, Bir İdea Olarak Komünizm, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 12-27.

Badiou, A., ., Zizek, S., ve diğerleri, “İdeası Komünizm Olan Şey”, Komünizm Fikri, İstanbul, Metis Yayınları, 2012a, s.11-21. 

Badiou, A., Petrograd’dan Şanghay’a 20. Yüzyılın İki Devrimi (İstanbul, VakıfBank Kültür Yayınları, 2020).

Badiou, A., Sonsuz Düşünce (İstanbul, Metis Yayınları, 2012b).

Badiou, A., Yeni Bir Siyaset için Felsefe (İstanbul, Encore Yayınları, 2013).

Bensoussan, G., ve Labica, G., Marksizm Sözlüğü (İstanbul, Yordam Kitap, 2016).

Bir, Ç., “Benjamin’de Marksizm ve Sürrealizm İlişkisi”, Uluslararası İnsan Çalışmaları Dergisi, 2022a, C. 5, S. 9, s. 103-121.   

Bir, Ç., Hegel’in Köle-Efendi Diyalektiğinin Marx’ın Sınıf Anlayışındaki Yeri, 2022b, Ankara, Doktora tezi. 

Brosius, B., Tarihin Yapıları (İstanbul, Yordam Kitap, 2010).

Decoufle, A., Devrimler Sosyolojisi (İstanbul, İletişim Yayınları, 1991).

Dumenil, G., Löwy, M. ve Renault, E., Marksizmin 100 Kavramı (İstanbul, Yordam Kitap, 2013).

Engels, F., Ayaklanma, Politik ve Askeri Savaş Sanatı 2, s. 39-45, (Ankara, İlkeriş Yayınları, 2014).

Foucault, M., Güvenlik, Toprak, Nüfus: Collège de France Dersleri (1977-1978), (İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013).

Girgin, K., Çağdaş Politika ve Diplomasi El Kitabı (Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1975).

Lenin, Marksizm ve Ayaklanma, Tek Ülkede Sosyalist Devrim, s. 167-174, (Ankara, Ekim Yayınları, 1990).

Marcos, Subcomandante Marcos entrevista con Julio Scherer, 2001. https://enlacezapatista.ezln.org.mx/2001/03/10/subcamandante-marcos-entrevista-con-julio-scherer/

Marcos, Ya Basta! Artık Yeter! (İstanbul, Belge Yayınları, 1996).

Marx, K., Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Ankara,Sol Yayınları, 1979).

Marx, K.,  Kapital 1. Cilt (İstanbul, Yordam Kitap, 2017).

Marx, K., ve Engels, F., Alman İdeolojisi (Ankara, Sol Yayınları, 2010).

Meinhof, U., Protestodan Direnişe (İstanbul, Sel Yayıncılık, 2012). 

Saavedra, H., O., Ayaklanma Üstüne (İstanbul, Belge Yayınları, 1991).

Spitzer, A., B., L. Auguste Blanqui’nin Devrimci Teorileri (İstanbul, Otonom Yayıncılık, 2013).


[i] 20. yüzyılda kullanılan deney kavramı yanlıştır. Çünkü politikayı uygulayanları toplumdan bağımsız bir özne, toplumu da üzerinde bağımlı ve bağımsız değişkenlerle deney yapılan bir nesne olarak konumlandırır. Deneyim demek gerekmektedir.  

[ii] Bernhard Brosius’un Tarihin Yapıları kitabı üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki ve üretim tarzı devrimini hem kavramsal düzeyde hem de tarihsel örnekler üzerinden detaylı bir şekilde anlatmaktadır.

[iii] Sol komünizm veya anarko-komünizm gibi akımlar ekim devrimine darbe demektedir. Bunun sebebi daha özgürlükçü bir yöne gidebilecekken Bolşeviklerin kendi programlarına uygun olarak devrimi “baltalamasıdır”: işçi denetimi, sendikaların yasaklanması gibi. Ancak buradaki yapılanların doğruluğu veya yanlışlığı darbe demek için yeterli bir kriter vermemektedir. Bazı siyasi çizgilerin veya ideolojilerin, iktidarı ele geçiren devrimcilerin eylemlerinin “yanlış” olduğunu düşünmesi o olayı darbe olarak görmek için yeterli değildir. Bunun ötesinde Ekim İhtilali iç savaşı ve sonrasını kapsayan yıllara yayılan bir süreci anlatmaktadır. Yalnızca 25 Ekim (7 Kasım) gecesi yaşanan olayları kastetmemektedir. O yüzden 1929’a kadar olan bütün olayları bir darbenin sonucu ya da darbecilerin direktifleri sonucu olmuş gibi değerlendirmek mantıksızdır.