Günümüz toplumunda kapitalizmin yaygın etkisi yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmayıp, bireylerin psikolojik sağlığını da derinden şekillendirmektedir. Mark Fisher’ın “kapitalist gerçekçilik” kavramı ile Gilles Deleuze’ün “kontrol toplumları” düşüncesi, kapitalizm ile ruh sağlığı arasındaki kesişimi anlamak için kritik kuramsal çerçeveler sunar. Bu makale, kapitalist gerçekçiliğin ruh sağlığını bireyci bir zeminde yeniden tanımlayarak, psikolojik rahatsızlıkları toplumsal ve siyasal bağlamından kopardığını; bu yolla hem mevcut düzenin meşruiyetini yeniden ürettiğini hem de ilaç tekelleri için kârlı bir pazar yarattığını ileri sürmektedir. Ayrıca, neoliberal aklın merkezinde yer alan bireysel uyum paradigmasının, toplumsal dönüşümün olanaklarını nasıl bastırdığını da tartışmaktadır.
Kapitalist gerçekçilik, kapitalizmin hem ekonomik hem de toplumsal düzeyde tek geçerli ve sürdürülebilir sistem olduğuna dair hegemonik inancı ifade eder. Bu ideolojik yapı, bireylerin davranış kalıplarını, emek pratiklerini, düşünsel yönelimlerini ve dünyaya dair genel kavrayışlarını belirleyerek, sistemin ötesinde bir toplumsal tahayyülü olanaksızlaştırır. Bu bağlamda, öznel deneyimler, liberal ideolojinin çerçevesi içinde biçimlenir; bireyler, bu sınırların dışına çıkma kapasitesinden yoksunlaştırılmış pasif alımlayıcılara dönüşür. Böyle bir ideolojik zeminde, ruh sağlığı sorunları da toplumsal ve yapısal nedenlerden arındırılarak yalnızca bireysel patolojiler olarak ele alınır; bu sorunların nörokimyasal dengesizliklerden kaynaklandığı ve farmakolojik müdahaleler yoluyla giderilebileceği yönündeki indirgemeci anlayış egemen hale gelir.
Egemen bilgi rejimi ruhsal hastalıkların toplumsal koşullardan kaynaklanabileceği olasılığını sistematik olarak inkar eder. Fisher’e göre, ruhsal rahatsızlıkların kimyasal ve biyolojik determinizm ekseninde açıklanması, bu olguların siyasal ve yapısal bağlamlarından koparılmasıyla doğrudan paralellik gösterir. Ruh sağlığı sorunlarının yalnızca bireysel nöro-kimyasal bir problem olarak kodlanması, kapitalizmin atomize birey yaratma ve toplumsal dayanışmayı tasfiye etme ideolojik yönelimini derinleştirir; bu perspektife göre bireylerin “hastalığı” toplumsal ilişkiler ve eşitsizliklerden değil, beyin kimyasındaki düzensizliklerden kaynaklanmaktadır. Bu indirgemeci ve neoliberal söylem, kapitalist sistemin iki kritik işlevini yerine getirir: birincisi, bireycilik ve kolektif politik öznenin olanaklarını baltalar; ikincisi ise, biyomedikal sektör başta olmak üzere ilaç endüstrisi için geniş ve kârlı bir pazar yaratır.
Bireyci ve nörobiyolojik indirgemecilik, ruhsal hastalıkların gerçek toplumsal ve ekonomik kökenlerini -özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yabancılaşma, maddi yetersizlik ve sömürü koşullarını- görmezden gelir. Fisher, ruhsal hastalıkların nörolojik temellerinin bulunmasının yanı sıra, nedenlerinin açıklanmasının ancak sosyal ve siyasal bir analizle mümkün olduğunu vurgular. Örneğin, depresyonun düşük serotonin seviyesiyle bağdaştırılması tıbbi bir olgu olsa da, bu kimyasal dengesizliklerin neden belli sınıfsal ve yapısal konumlarda yoğunlaştığı sorusu yanıtsız kalır. Kapitalist toplumun ekonomik krizleri, emek güvencesizliği, toplumsal izolasyon ve sistematik yabancılaşma gibi yapısal çelişkileri, ruh sağlığının bozulmasında temel belirleyici unsurlar olarak ortaya çıkar.
20. yüzyılın son çeyreğinde, ruhsal hastalıkları tanımlamak üzere, “norm dışı” davranış ve belirtileri sınıflandırmaya dayalı yeni bir nesnel tanı modeli geliştirildi. Bu tıbbi paradigma değişimiyle eş zamanlı olarak, depresyon ve anksiyete gibi yaygın durumlara müdahale etmek amacıyla ilaç şirketleri tarafından çeşitli psikotrop ilaçlar piyasaya sürüldü. Bu müdahaleler, bireyleri mevcut toplumsal düzene -özellikle de kapitalist üretim ve tüketim normlarına- uyumlu hale getirme hedefiyle biçimlendirildi. Bu yaklaşım, “normal” davranış kalıplarını yeniden tanımlayarak, bireyleri bu normlara göre düzene sokmayı amaçlayan, durağan ve disipline edilmiş bir toplumsal yapının inşasına katkı sundu. Böylece, ruhsal rahatsızlıklar yalnızca tıbbi değil, aynı zamanda ideolojik bir müdahale nesnesi haline geldi.
Deleuze’ün “kontrol toplumları” kavramsallaştırması, modern iktidar biçimlerinin bireyleri nasıl yönettiğini ve denetlediğini anlamak açısından önemli bir çerçeve sunar. Ruh sağlığının tıbbileştirilmesi, yani semptom listeleri ve farmakolojik müdahaleler yoluyla ele alınması, insan deneyimindeki karmaşık duygulanımları indirger; bu da bireyleri daha öngörülebilir ve denetlenebilir kılar. Bu dönüşüm, bireylerin sermayenin ihtiyaç duyduğu makinevari, uyumlu ve verimli emek güçlerine dönüşmesi yönündeki kapitalist arzu ile örtüşmektedir. Sonuç olarak, tıbbileştirme süreci yalnızca bireyin “iyileştirilmesini” değil, aynı zamanda onu üretim sürecine disipline etmek suretiyle kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamayı da hedefler.
Kapitalist sistem, bireylerin toplumsal koşullara verdikleri tepkileri patolojik olarak sınıflandırarak, bu tepkileri verimliliğe aykırı davranışlar olarak görür ve böylece geniş çaplı bir ruhsal hastalık “salgını” algısı oluşturur. Bu tıbbileştirme süreci, toplumsal değişim ihtiyacını geri plana iterken, odağı bireyin denetlenmesine ve sisteme uyumuna yöneltir. Ruh sağlığı sorunlarının arkasındaki yapısal nedenler -yoksulluk, güvencesizlik, yabancılaşma- görmezden gelinir; çözüm, bireyin ilaçlarla “normale” döndürülmesinde aranır. Bu yaklaşım, toplumsal işleyişi daha verimli kılarken, bireylerin duygusal derinliğini ve kolektif eyleme katılma kapasitesini zayıflatır.
Kontrol toplumları kavramıyla desteklenen kapitalist gerçekçilik, bireyciliği güçlendirerek ruhsal hastalıkların siyasal içeriğini silikleştirir ve ilaç endüstrisinin ekonomik çıkarlarını pekiştirerek neoliberal hegemonyayı yeniden üretir. Bu sistem, ruh sağlığı sorunlarının sosyo-ekonomik nedenlerini dönüştürmek yerine, bireylerin farmakolojik müdahalelerle disipline edilmesine odaklanır. Bu yaygın ideolojiye karşı etkili bir duruş geliştirmek için, ruhsal hastalıkların siyasal bağlamını yeniden hatırlamak ve temelindeki yapısal ekonomik ve toplumsal koşulları kabul etmek gereklidir. Kök nedenlere müdahale edilmeden, bireysel uyum ve denetimin ötesinde, kolektif refahı esas alan bir toplumsal dönüşüm mümkün olmayacaktır.
Kaynak
Translated from:
Radical Reflections. (2024). Capitalist realism, control societies and mental health.
https://www.radicalreflections.org/2024/04/capitalist-realism-control-societies.html