Milli İktisat Anlayışının Politik Ekonomisi | Saltuk Buğra Yurteri

0
3929

Giriş

Bu makalede İttihat ve Terakki döneminde gündeme gelen ve Birinci Dünya Savaşı aracılığıyla uygulamaya konulan Milli İktisat anlayışı incelenmeye çalışılmıştır. Öncelikle, Osmanlı İmparatorluğunun incelediğimiz döneme gelmesini sağlayan temel tarihsel süreç ele alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun kendi sanayi üretimini nasıl baltalayıp bir İngiliz pazarı haline getirdiğini anlamak için Baltalimanı Antlaşması ile başlayan süreç, detaylı olarak ele alınmıştır. Ardından borçlanma sürecine ilk adım ve Düyun-ı Umumiye’ye giden süreç özetlenmiştir. İkinci Meşrutiyetin ilanına giden sürece kısaca değindikten sonra bu devrimin sınıfsal temelleri çözümlenmeye ve dönemin sınıfsal yapısı gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. Tüm bunların ardından Meşrutiyet dönemi iki bölüme ayırıp ilk kısımda liberal düşünce yanlıları ve uygulamaları incelenmiş, ardından aynı yöntem Milli İktisat dönemi için uygulanmıştır. Böylece, Milli İktisat anlayışının uygulamada getirdikleri ortaya konularak tarihsel süreç özetlenmiştir.

1.  Baltalimanı (1838) ile başlayan süreç

1908 ‘Hürriyet Devrimi’ gerçekleştiğinde Osmanlı İmparatorluğu iktisadi açıdan özgür bir ülke sayılmazdı. İmparatorluk o dönem ekonomik olarak yarı sömürge özellikleri taşımaktaydı.[1] İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden ve dönemin Maliye Nazırı olan Cavit Bey bu durumu şöyle dile getirecektir: “Bizler maziden kalmış çürük, hem gayet çürük -herkesin müddeiyatına ve maziyi güzel görmek isteyenlerin iddialarına rağmen söylüyorum ki- tamamen çürük bir binaya varis olduk, bizler mukadderat-ı milleti elimize aldığımız günden beri o çürük binayı biraz sağlamlaştırmaya çalışan amelelerden başka hiçbir şey değiliz.”[2]

 Öyle ki kapitülasyonlar, Baltalimanı Antlaşmasının getirmiş olduğu koşullar, dış borçlanmalar ve bununla gelen Duyun-u Umumiye gibi kuruluşlara bakarsak Osmanlı devletinin salt liberal bir düzende olduğunu söylemek zordur. Özellikle Baltalimanı anlaşmasının ardından ülkede azınlıklar önemli ayrıcalıklar kazanmış, dış ticarette ise Osmanlı İmparatorluğu kendi gümrüklerindeki tekel düzenini kaybetmiştir. Önemli bir gelir kaynağını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu böylece Kırım Savaşı sırasında istediği gibi ek gümrük vergileri koyamayacak ve dış borç aramak zorunda kalacaktır.[3] Bu borçlanma ise tek seferlik olmayacak ve Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hızlandıracak bir borçlanma döngüsü yaratacaktır.

Baltalimanı Antlaşması, İngiltere için pazar arayışı sürecinin bir ürünüdür. Sanayileşmelerini henüz tamamlayamamış olan diğer Avrupa ülkeleri, yüksek gümrük duvarları ile bu ‘’bebek sanayilerini’’ korudukları için İngiltere o pazarlara rahatlıkla giremiyordu. Böylece İngiltere gözünü dünyanın geri kalanına dikti. 1820-1840 arası dönemde İngiltere, Çin ve Osmanlı İmparatorluğu gibi önemli bölgeler başta olmak üzere birçok alanda zoraki bir “liberalleşme” süreci yarattı.[4]

Osmanlı İmparatorluğu ise bu antlaşmayı yalnız edilgen bir özne olarak ve kendisine getirilerini fark etmeksizin imzalamış değildi. İmparatorluk için güvenlik konuları esastı. Mehmet Ali Paşa tehdidi yüzünden Rusya ile Hünkar İskelesi (1833) antlaşmasını imzalamak zorunda kalan Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ile yakınlaşarak bir denge politikası gütmek istiyordu.[5] Rusya’nın bölgedeki etkinliğinden edişe duyan İngiltere ise o tarihten 93 Harbine (1877-78) kadar artık Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikasını güdecekti.

Baltalimanı Antlaşması ve ardından gelen Tanzimat Fermanı (1839) ile birlikte içeride Rum ve Ermeni azınlıklar imtiyazlı bir duruma gelecektir. Tanzimat reformlarının denetlenmesi ise yabancı devletlere bırakılmıştır[6]. Paris Antlaşması (1856) ile de bu ayrıcalıklar antlaşma metnine konularak yabancı devletlerin içişlerimize karışması teminata bağlanacaktır. Son olarak Berlin Antlaşması ile yabancı devletlerin müdahale hakkı, diplomatik dili aşan bir sertlikle[7] ortaya konacaktır.[8]

Diğer yandan Baltalimanı Antlaşmasının getirdiği hükümler, bir Osmanlı eyaleti olan Mısır için de geçerlidir. Mısır devlet eliyle kalkınma yolunda önemli gelişmeler kaydetmiş[9] ve hatta merkezi Osmanlı devletinden daha güçlü bir hale gelmiştir. Osmanlı’nın Baltalimanı Antlaşmasını imzalama nedenleri arasında Mısır’ın önünü kesme isteği olduğu da söylenir. Antlaşma sonrasında liberal dünya pazarında Mısır’a, bir sanayi bölgesi niteliği değil bir hammadde ihracatçısı rolü biçilecekti.[10]

Böylece Osmanlı İmparatorluğu artık İngiltere ile bir nevi orantısız bir merkez-çevre ilişkisine girmiştir. Sanayileşme ürünü, ucuz İngiliz malları Osmanlı pazarını rahatlıkla ele geçirirken Osmanlı da artık bir hammadde ihracatçısına dönüşmektedir. Ülke içerisinde ise Rum ve Ermeni azınlıklar diğer unsurlara karşı üstün duruma gelmişlerdir. Tanzimat reformlarının bir yönüyle amaçladığı merkezileşme ve bir Osmanlılık bilinci yaratma siyaseti ise ülke içindeki azınlıkların arasında gelişen milliyetçilik akımlarına engel olamamıştır. Bu durum ise Osmanlı içerisindeki ticaret burjuvazisinin komprador[11] nitelik kazanmasını sağlamıştır.

2.  İttihat ve Terakki’nin Dayandığı Toplumsal Temeller

Siyasi olarak Jön Türk ekolünden beslenen İttihat ve Terakki, Batılılaşmanın öncü kurumlarından İstanbul Tıbbiyesinde dört arkadaş[12] arasında doğmuş ve çok geçmeden Harbiye sıralarına yayılmıştır. Makedonya dağlarında milliyetçilikle ve Namık Kemal şiirlerinde “vatan” kavramı ile tanışan bu genç subaylar modernleşmeden yanadırlar. Geldikleri toplumsal sınıf incelendiğinde, geleneksel düzenin devamını isteyecek türde örneğin paşa ve derebeyi ailelerinden değil, ufak memur ve esnaf ailelerinden geldikleri görülür.[13]

Makedonya toprakları, özellikle Selanik[14] oldukça gelişmiş ve çok renkli bir ticaret şehridir. Batı ile yakın ilişkilen kurulabilen ve çeşitli dillerin öğrenilebilip kültürlerin, gelişen siyasi akımların takip edilebildiği bir merkezdir. Ayrıca oldukça güçlü bir ticaret burjuvazisi barındırır. Bu burjuvazi sınıfı çoğunlukla Yahudilerden oluşur. Rum ve Ermeni tüccarların İstanbul’daki tekellerini kırmak isteyen bu sınıf İttihat ve Terakki hareketini desteklemektedir. Uluslararası alanda ise merkezdeki Rum ve Ermeni burjuvazi İngiliz ve Fransız desteği alırken Yahudi tüccarlar Almanya ve Avusturya’ya yakındır.[15] Bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkelerde yerli burjuvaziler yükselirken Yahudiler daima kaybetmiştir. Bunun da etkisiyle Museviler, bir bakıma Osmanlı toprak bütünlüğünden çıkar sağlama güdüsüyle İttihat ve Terakki’yi desteklemektedir.[16]

Devrimin sınıfsal ayrışmasını Yusuf Akçura şu şekilde özetler:

“Merkezde, Abdülhamid’in çevresindeki bir grup atanmış memur, İstanbul’un tekelini elinde bulunduran Rum ve Ermeni tüccar sınıfı, bir grup eşraf, âyan ve Abdülhamid’in nimetlendirdiği aşiret reisleri, şeyhler bulunur. Bunlar var olan düzenin savunucularıdır. İttihat ve Terakki ise temelde, aylıkları ile geçinen küçük taşra memurları ve Makedonya’da çete kovalamakla görevli küçük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Bunlar hak ettiklerini alamadıklarını düşünen proleter sivil ve asker memurlardı. Yani ekonomik durumlarından şikayetçi memurların temsilcisi olarak işe başladılar. Ardından Türk ve Müslüman olmayan bazı milli demokrat partiler de (Taşnaksiyun ve İhtilalci Bulgar partileri gibi), özel çıkarlarını sağlamak ümidiyle İttihat ve Terakki’ye müttefik oldular. Selanikli tüccarlar ise İstanbul’un tekelini kırmak amacıyla İttihatçılardan yana oldular. Son olarak da Rumeli Türk beyleri, hükümet değişirse Balkanlar’a istikrar geleceği ve çete tahribatlarının azalıp ekonomilerinin düzeleceği umuduyla İttihat ve Terakki’yi desteklemeye başladılar.”[17]

İşte 2. Meşrutiyet hareketinin dayandığı sınıflar bunlardır.

 3.  1908 İhtilali ve Sonrası

23 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi tekrar yürürlüğe konmuş, Meşrutiyet rejimi iade edilmiştir. Bu dönem 1908 İhtilali her ne kadar “Hürriyet’in İlanı” olarak anılsa da tam anlamıyla bir özgürlük ortamı yaratmak mümkün olmamıştır. İç gelişmelere bakarsak Osmanlı İmparatorluğu 1908-1918 arasında, önce Girit’in Yunanistan’a katılma bildirisi (1908), ardından 31 Mart ayaklanması ve 2. Abdülhamid’in tahttan indirilişi (1909), Arnavutluk (1910) ve Yemen (1911) isyanları, Bab-ı Ali baskını (1913) ve Mahmut Şevket Paşa (1913) suikastı gibi olaylarla çalkalanmaktadır. Dış gelişmelere bakarsak ise Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Avusturya-Macaristan’ın Bosna Hersek’i ilhakı, İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali (1911), Balkan harbi (1912) ve Cihan Harbi (1914) olmak üzere sürekli bir savaş hali mevcuttur. Bu çalkantılı dönem nedeniyle 1909’dan 1918’e kadar örfi idare (sıkıyönetim) yürürlükte olmuştur.[18] Yine de açılan siyasi partiler, cemiyetler, fikir hareketlerindeki çeşitlilik, çevrilen metinlerin çokluğu gibi nedenlerle 1908 önemli bir tartışma ortamı yaratmıştır diyebiliriz.

Meşrutiyetten sonraki dönemi kabaca bölecek olursak 1908-1912 liberal dönem ve 1913-1918 arasını “Milli İktisat” dönemi olarak değerlendirebiliriz. İlk dönemde “İttihat-ı Anasır” Osmanlıcılık politikası ile liberalizm, ikinci dönemde ise Türkçülük ile “Milli İktisat” anlayışı eş zamanlı gelişmiştir. Zaten göreceğimiz üzere “Milli İktisat” anlayışının fikri savunucuları özellikle Türkçü düşünürler olarak karşımıza çıkacaktır.

3.1.  Meşrutiyetten Balkan Savaşına (1908-1912) “Liberal” Dönem

23 Temmuz 1908’den itibaren artık 33 yıllık istibdat dönemi son bulmuş, her yanı hürriyet sloganları sarmıştır. Meclis-i Mebusan açılmış ve “ulusal egemenlik” söylemleri güç kazanmıştır. İttihat ve Terakki’nin bu Osmanlıcılığa dayalı “İttihad-ı anasır” politikası gayri müslimler arasında karşılık bulamayacaktır. Abdülhamid istibdatına karşı ortak paydada birleşen tüm bu kesimler Osmanlılık kimliğinde tekrar birleşememiş, hürriyetin ilanı ile birlikte azınlıkların bağımsızlık istekleri ön plana çıkmıştır.[19] İttihatçıların bu liberal ve bütünleştirici politikası Balkan Savaşına kadar sürecektir.

“Kültürü zayıf, kini çok” bu kuşak, baskı rejimini yıkmış ancak yerine ne koyacağı konusunda pek kararlı ve tutarlı olamamıştır. Bu kararsızlığa ve bilgisizliğe devletin dışarıya olan ekonomik bağımlılığı da eklenince yapısal anlamda köklü bir değişim hayal olarak kalmıştır.[20] Tarık Zafer Tunaya bu durumu şöyle dile getirmektedir:

“Azgelişmiş, ancak en ufak bir yatırımı bile yabancı vizesi ve dış borçlanma ile gerçekleştirebilecek olan bir ülkenin iktidar partisi sosyal ve ekonomik alanda ne kadar serbest ve bağımsız olabilirse İttihat ve Terakki de ancak böylesine bağımsız ve serbestti. Kendi ülkesinde elleri kolları baştan sona kadar bağlı kalmıştı. Siyasal rejimde gerçi biraz özgürdü, fakat ekonomik alanda mahkumdu.”[21]

Nitekim Balkan Savaşına bile borçlanılarak girilmiştir[22] ve dış borç batağına öyle saplanılmıştır ki kimi zaman İttihat ve Terakki, dış borç bulamadığı için beceriksizlikle suçlanacak ve hain ilan edilecektir[23].

3.1.1.  Öne Çıkan Fikirler – Liberalizm

Osmanlı İmparatorluğu yarı sömürge veya başka bir tabirle ‘çevre ülke’ durumundaydı ancak bunu fark edebilecek derecede iktisadi eğitime sahip aydınlardan yoksundur. Esasen dünyadaki durum da bundan farklı değildir. Her şeyden önce o dönemin klasik Marksist teorileri kapitalizmin ilerici rolüne odaklanmışlardır. Marx’a göre endüstriyel sermaye girdiği her toprakta üretim biçimlerini dönüştürerek ilerici bir rol oynayacaktır.[24] Geri kalmış üretim biçimlerinden kapitalizme ve nihai olarak da sosyalizme doğru, zamanla paralel bir çizgi çizilmektedir. Çevre ülkelerin sorunlarını ortaya koymak için olaya çevre ülkelerin gözünden bakmak lazımdır lakin o dönemin entelektüel yapısı Avrupa merkezci bir harita çizmektedir.

 Jön Türkler iktisadi düşünce açısından zayıflardı ve bir emperyalizm teorileri yoktu[25]. Mücadelelerinin temelinde anayasal özgürlükler ve Batı usulü eğitim talebi bulunmaktaydı. İktisadi açıdan, onlar için yalnızca sanayileşen ülkeler ve geri kalmış ülkeler vardı. Osmanlı İmparatorluğu da istibdat rejiminden kurtulup anayasal haklara kavuşunca Batı da ülkenin iç işlerine karışmayı bırakacak, böylece her alanda gelişme mümkün olacaktı. Bu düşünce yapısı modernleşme teorileri ile de paralellik gösterir. Batı tekniğine kavuştuğumuz an biz de üreten, güçlü bir ekonomiye sahip olabileceğizdir. Dönemin fikir hayatına bakarsak Batılılaşma, Türkçülük ve İslamcılık gibi diğer düşünce akımlarının içerisinde de yer edinmiştir. Batı’nın tekniğini alma düşüncesi neredeyse her cenah tarafından kabul görürken esas tartışma, Batı’nın tekniği benimserken Batı kültürünün de benimsenip benimsenmeyeceği üzerine gelişmiştir.

 Halbuki Osmanlı İmparatorluğu ve sanayileşmiş ülkeler arasındaki fark, kronolojik değil niteliksel bir farktır. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için Neo-Marksist Bağımlılık Teorilerinin su yüzüne çıkmasını beklemek lazımdı.

Öncelikle İngiltere’nin başını çektiği liberal düzen uygulanmaya çalışıldı. Osmanlı İmparatorluğu, bilimi de Avrupa’dan ithal ediyordu. Kendi iç gereklerinden doğan bir iktisat biliminden mahrumdu. Mekteb-i Mülkiye’de iktisat derslerini Sakızlı Ohannes Paşa verirken maliye derslerini ise Portakal Mikael Paşa vermekteydi. Bu isimler o dönemin önde gelen liberalleriydiler. Onlara göre, Osmanlı İmparatorluğu uluslararası uzmanlaşmanın bir gereği olarak tarımda uzmanlaşmalıdır ve kapılarını serbest ticarete açmalıdır. Devlet, bayındırlık ve demiryolları işlerine dahi karışmamalı ve girişimciliği (yerli-yabancı ayırt etmeksizin) özel teşebbüse bırakmalıdır.[26]

Batı’da toplumsal süreç içerisinde gelişip yeşeren liberalizm, Osmanlı İmparatorluğunda bir proje olarak ortaya konulmak istendi. Ardından bu siyasetten fayda görülmeyince, savaş şartları içerisinde ve artık Türklerden müteşekkil bir ulus yaratma projesi canlanmaya başladıkça, Avrupa’nın “ötekisi” konumunda olan ve koruyucu bir iktisat politikası ile hızla sanayileşen Almanya’ya gözler çevrilecekti.

3.1.2.  Cavit Bey

Meşrutiyet döneminde Maliye Nazırı olarak göreceğimiz Cavit Bey, İttihat ve Terakki içerisinde ekonomi politik konusunda teknik bilgiye sahip yegane uzman ve aynı zamanda güçlü bir hatiptir. Öyle ki hükümette yer almadığı zamanlarda dahi iktisadi konularda otorite sayılmıştır. Kendisini liberal olarak tanımlayan Cavit Bey kültürel bakımdan da bir Fransız hayranıdır.[27] Bu dönemde uygulanmış iktisadi politikalar büyük oranda onun eseridir. Bu nedenle dönemin iktisadi zihniyetini anlayabilmemiz için Cavit Bey‘in de üzerinde durmamız gerekmektedir.

Cavit Bey’in 1900’de yayımlanan İlm-i İktisat isimli kitabında büyük oranda Fransız liberallerinden etkilendiği görülür. Bu kitapta, iç pazardaki devlet müdahalesine şiddetle karşı çıkar, dış ticarette ise mukayeseli üstünlükler teorisine dayanan liberal esasları hararetle savunur.[28] Meşrutiyet döneminin liberal görüşlü “Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası” da Cavit Bey‘in yayınları arasındadır. Cavit Bey iktisadi teorisinde bireyi toplumdan öne koyar ve sermaye sahiplerini savunur. Ona göre her millette az sayıda bulunan sermaye sahipleri korunmalıdır. Artan oranlı gelir vergisinden kaçınılmalı, servet sahiplerinden büyük oranda vergi alınmaktansa halkın çoğunluğundan azar azar vergi alınmalıdır. Böylece şahsi teşebbüslerin önü kesilmemiş olacaktır.[29] Cavit Bey özellikle yabancı sermayeye çok önem verir ve kalkınmanın yabancı sermaye yoluyla olacağını savunur çünkü ona göre Osmanlı İmparatorluğu kendisini kurtaracak iç dinamiklerden yoksundur.[30] Bu görüşü geri kalmış ülkelere yapılacak dış yardımları meşrulaştıran “kısır döngü” tezlerine[31] benzetebiliriz. Kendi içinde kısır döngüye düşmüş bir ülke ekonomisini kurtaracak olan yine sanayileşmiş Batı ülkelerinin sermayeleridir. Bu teori çerçevesinde Batı’nın “uygarlaştırma misyonu” tekrar haklılık kazanır. Cavit Bey de kurtuluşu yabancı sermayede arayarak bir bakıma bu görüşten yana ağırlık koymuştur. Onun için “dış sermayeden uzak kalmak, medeniyetten uzak kalmak demek”tir.[32]

Bütün bu fikirlerine rağmen Cavit Bey pratikte istediği türden bir liberalizm uygulayamamıştır. Kapitülasyonlar, ticaret antlaşmalarındaki eşitsizlikler, Duyun-u Umumiye gibi yapısal engellerin yanında sürekli bir savaş hali Cavit Bey’i, uzun vadeli teorik yaklaşımlardan çok, günün acil sorunlarını çözmeye odaklı pratik yaklaşımlara itmiştir.[33] Böylece devlet ne planlı ve fikri temellere oturtulmuş bir müdahalecilik ne de tam anlamıyla liberal siyaset izleyebilmiştir.

3.2.  Bab-ı Ali Baskını ve Milli İktisat dönemi (1913-1918)

Milli İktisat dönemi için başlıca üç sacayağı sayabiliriz: iktidarın tek elde toplanması, Türkçü fikirlerin yükselmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği fiili fırsatlar.

 İttihat ve Terakki, 1913’e kadar doğrudan iktidarı ellerine almamış, nispeten liberal bir parlamenter sistem içerisinde hareket edilmiştir. Hatta İttihat ve Terakki bir aralık muhalefete düşmüştür. Ancak Bab-ı Ali baskını ile mevcut hükümet devrilmiş ve Mahmut Şevket Paşa suikastı sonrasında ise çok partili rejime fiilen son verilmiştir.[34] Artık güç tek eldedir.

3.2.1.  Öne Çıkan Fikirler – Türkçülük

Jön Türk hareketi Abdülhamid’in baskı rejimine karşı Müslüman ve gayr-ı müslim unsurları kendi yanına çekebilmiştir ancak devrimden sonra amaçladığı Osmanlı ulusu yaratma fikri bu kesimlerde karşılık bulmamıştır. Aksine bu unsurlar artık kendi ulus devletleri için daha özgürce hareket edebilme imkanı bulmuşlardır.[35]

Balkan Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ağır bir yenilgi almış, anavatan sayılan Batı Trakya ve Balkan toprakları elden çıkmıştır. İttihat ve Terakki’nin güçlü merkezlerinin özellikle Selanik ve Manastır olduğunu, çoğu subayın buralarda doğup görev yaptıklarını düşünürsek bu kaybın etkisi daha iyi anlaşılabilir.

Balkan savaşlarının ardından Anadolu’ya yoğun bir Türk göçü başlamıştır. Bununla birlikte İttihat ve Terakki’nin “İttihad-ı Anasır” anlayışı çökmüş, kaynayan Arap coğrafyası da hesaba katılınca geriye kalan tek birleştirici kimlik olarak Türkçülük ön plana çıkmıştır. Nitekim diyebiliriz ki İmparatorluk içerisinde belki de milliyetçilik akımına en son kapılan millet, Türk milletidir.

Bu cereyan içerisinde Türkçülük fikriyatının önde gelen isimleri liberal görüşlerden sıyrılmış ve Avrupa’nın ‘ötekisi’ olarak geç sanayileşen, bu yüzden liberalizme cephe alıp ulusal bir sanayileşme planı öngören Almanya’yı örnek almaya başlamışlardır. Alman romantizminin etkisiyle bireycilik arka plana itilmiş ve devlet bir bütün olarak görülmeye başlanmıştır. Evrensel bir iktisat anlayışı olamayacağı, tarihsel sürecin ve ülkesel farklılıkların göz önünde bulundurulması gerektiği ve İngiltere’nin de liberal siyaset öncesinde uzun bir korumacı dönem ile ‘bebek sanayilerini’ büyüttükten sonra dışarıya açıldığını söyleyen Friedrich List, Türkçülerin yeni gözdesi haline gelmişti. Kendisine “İktisadi Bismarck” deniyordu. Bismarck nasıl Alman siyasi gücünü sağlamışsa Friedrich List de Alman iktisadi gücünü sağlamıştı.[36]

Bu dönemde Milli İktisat anlayışının yayın organı olarak ortaya çıkan İktisadiyyat Mecmuası, ilk sayısında Türklerin Almanları örnek almaları gerektiği belirtiliyor ve Friedrich List’ten övgü ile bahsediliyordu. Dergi, Alman hayatının her yanında olduğu gibi iktisadi alanda da milliyetçiliğin baskın olduğunu dile getiriyor ve bizim de hızla ilerleyebilmemiz için onlar gibi milli bir ekonomi anlayışı uygulamamız gerektiğini belirtiyordu. Bu satırların sahibi ve derginin başyazarı Türkçü düşünür Tekin Alp, İttihatçıların iktisadi ideologlarındandı.

Dönemin bir diğer önemli düşünürü Ziya Gökalp’tir. Gökalp de Yeni Mecmua’da yazdığı kimi yazılarda Türklerin “Alman İttihatçılığından” öğrenecek şeyleri olduğunu söyler ve Alman yöntemi izlenerek bir ulus devlet kurmak gerektiğinden bahseder. Ona göre Almanlar, “harsi birlik, iktisadi birlik ve siyasi birlik” olarak sınıflandırdığı üç aşamadan geçmiştir. Kültür alanında, özellikle edebiyatta kendini göstermiş olan Türkçülük, Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa gibi isimlerin önderliğinde vuku bulmuştu. Şimdi ise yapılması gereken iktisat alanında milliliği sağlamaktı.[37]

Esasen Gökalp’in görüşlerinde ve hatta genel olarak Milli İktisat anlayışının özünde yabancılara bağlı “komprador” kapitalistler yerine İmparatorluğa bağlı “milli” kapitalistler yetiştirme özlemi vardır.[38] Ancak Gökalp sınıf analizine girmez. Kendisi milleti kaynaşmış bir kitle olarak görür ve tüm meslek gruplarının birbirlerini desteklediği, bir nevi “romantik” bir solidarist korporatizm önermektedir.

Gökalp’in analizine göre Türkler, kendi ülkelerinde azınlıkların, dışarıda ise 20. yüzyıl tekniğinin ve kapitülasyonların tutsağıdır. Milletin can damarları yabancıların elindedir ve Türkler bir çeşit sömürge hayatı yaşamaktadır. En ufak bir yatırım bile alacaklılardan izinsiz gerçekleştirilememektedir. Gökalp’in odaklandığı başlıca konular ise: kapitülasyon düşmanlığı, milli sermaye yandaşlığı, yabancı mallara boykot, esnaf övgüsü ve köylü sevgisi olmuştur. İktisadi görüşleri bunlarla özetlenebilecek olacak Gökalp, Tarık Zafer Tunaya’ya göre: “şiirseldir, fakat bilimsel olamamıştır.”[39]

Gökalp, Türklerin “rençber ve memurluk” çemberini kırıp sermayedar olmalarını desteklemekteydi. Gökalp’e göre Türklerin güçlü iktisadi sınıflardan yoksun oluşu güçsüz hükümetler doğuruyordu. Güçlü hükümetin şartlarından biri dayanılacak güçlü bir orta sınıftı. Memura dayanan hükümetler daima zayıftı çünkü işten el çektirilen memurlar tekrar iş başına geçmek, halihazırda çalışan memurlar ise daha yüksek mevkiler elde etmek için mevcut hükümeti devirmeye çalışırlardı. Tüccar, sanatkar ve iş adamı sınıfı ise kendi faydası için hükümetin güçlü olmasını isterdi. Aynı zamanda ona göre Milli İktisat anlayışı ancak sosyolojik açıdan ele alındığında anlam kazanabilirdi. Gökalp bu konuda da büyük oranda Fransız sosyolog Emile Durkheim’den etkilenmiştir. “Toplumsal İşbölümü” yapıtında savunulan “organik dayanışma” anlayışı Gökalp’te yansımasını bulmuştur.[40] Gökalp’in bu analizinden onun konuya sınıfsal veya bireysel açıdan bakmadığını kolayca kavrayabiliriz. Gökalp için aslolan, arasında çıkar çatışması bulunmayan kaynaşmış bir topluluk olarak milletin, işbölümü içerisinde büyümesi ve devletin de bu gelişme ile güç kazanmasıdır. Ne milletin kendi içerisinde ne devlet ve millet arasında bir çıkar çatışması söz konusudur. Buna uygun olarak da ulusal düzeyde örgütlenmiş bir esnaf korporasyonları öneriyordu.

Gökalp’in “Halkçılık” ilkesine göre sınıflı toplumlar devrini “meslek devri” izleyecekti. Meslek devrinde toplumsal halkçılık egemen olacak ve imtiyazlı hiçbir sınıf, zümre, aile veya birey olmayacaktı. Böylece toplum bir organizmaya benzeyecek ve her uzuv bir diğerine yalnızca fayda getirecekti.[41] Ferdiyet ve sınıflar reddedilmişti. Millet ise bir bütün içinde aynı kadere sahip bir organizmaydı. Kader ortaklığı içinde görülen bu topluluk ya birlikte var olacak ya da birlikte yok olacaktı. Açıkça Realist teorilere ait olduğunu söyleyebileceğimiz bu görüşlerde elbette dönemin ve sürekli savaşların etkisi olmuştur. Gökalp artık çatışmayı bireyler veya sınıflar düzeyinde değil farklı milletler arasında görmekteydi. Toplum içinde “kazan-kazan” diyebileceğimiz bu halkçılık anlayışı, başka milletlere karşı sıfır toplamlı oyuna dönmekteydi. Bunu Gökalp’in yazılarında açıkça görmekteyiz. Bir yazısında Gökalp: “Ecnebi kelimesinin manası yarın bize düşman olması muhtemel bulunan yabancı bir kuvvet demektir. Ecnebi bir sandığa parasını yerleştiren bir adam, müstakbel bir düşmanı kendi vatanı aleyhine teslih eden (silahlandıran) gafil hükmündedir.” der. ”Milli olmayan dil, vezin, edebiyat ve müzik olduğu gibi milli olmayan, hain ve vatan düşmanı paralar da vardır“ diyerek devam eder. Nihayetinde ”Milletin devleti nasıl milliyse, bankaları, şirketleri de öyle millidir.”[42] diyerek görüşünü tamamlar.

Dönemin bir başka önemli ismi ve önde Türkçü ideologlardan biri olan Yusuf Akçura da Milli İktisat görüşünün destekçilerindendi. Akçura, Gökalp’ten farklı olarak sosyolojiden çok iktisadi analize yakın görüşler öne sürmekteydi. Akçura sınıfları reddetmiyor, çağdaş bir ulus devlet olabilmek için devletin güçlü bir Türk burjuvazi sınıfı yaratması gerektiğini dile getiriyordu. Osmanlı’da burjuvazi çoğunlukla Türkler dışında kalan milletlerden oluşmaktaydı ve Türkler yalnızca asker, memur ve köylü gruplarını oluşturmaktaydı. Bu durumun düzelmesi için de milli burjuvazi yaratılmasını sağlayacak bir milli iktisat anlayışı gerekliydi.[43] Akçura aynı zamanda iktisaden güçsüz olan Türk milletinin, güçlü sermaye grupları karşısında ayakta kalabilmesi için kooperatifçiliği savunur. Buna göre küçük gruplar birleşerek “imece usulü” bir kooperatif şirket meydana getireceklerdir. Yine de Akçura bunun kesin ve etkili bir çözüm olmayacağını ancak var olan sıkıntıları bir nebze azaltacağını dile getirir.[44] Osmanlı’daki liberalizm anlayışını da eleştiren Akçura, Batı’da doğal bir süreç sonucu ortaya çıkan liberalizmin Türkiye’de “zamandan ve mekandan bağımsız, evrensel bir ilim” olarak algılanmasını sorgulamıştır. Ona göre Türkiye’nin şartları farklıdır. Ekonomi politik konusunda ülke şartlarının göz önünde bulundurulmasını savunan Akçura bu görüşleri ile Alman Tarihçi Okulu’na yakın tezler öne sürmektedir.

Nihayetinde görüleceği üzere özellikle dönemin Türkçü düşünürleri, Osmanlı devletinin kurtuluşunu milli bir iktisat anlayışında görmüşlerdir. İster sınıfsal çözümlemelere ister romantik bir “dışarısı-içerisi” ayrımına gidilsin, Türk devletinin yaşayabilmesi için iktisadi bir reform gereklidir. Bunun için de artık “İngiliz devletinin milli iktisadı” olarak görülen ve evrenselliği sorgulanmaya başlanan liberalizm yerine Almanya’nın bütünleşmesinin temellerinden sayılan “Milli İktisat” anlayışı önem kazanmaya başlamıştır.

4.  Vedat Nedim Tör: Bir Değerlendirme

Fikriyat kısmını bitirmeden önce, ekonomist ve Kadro dergisinin kurucularından olan Vedat Nedim Tör’ün Milli İktisat konusunda yazdıklarına kısaca değinmeyi gerekli görüyorum. Dönem içerisinde en sağlıklı değerlendirmelerden biri zannımca kendisine aittir.

Vedat Nedim, öncelikle “Milli İktisat” teriminin muğlaklığına değinir ve bu terimin her ağızdan başka bir mana ile çıktığından söz eder. Buna göre Milli İktisat terimi farklı ağızlarda: tüccar sınıfının millileştirilmesi, tamamen içe kapalı bir ekonomi modeli benimsenmesi, içte tamamen kendine yeterli bir üretim düzeyi tutturulması, yabancı sermaye düşmanlığı, üretilebildiği kadar fazla mal üretimi ve hatta Türklere ait bir iktisat ilmi anlamlarına gelecek şekilde kullanılmaktadır. Ancak Vedat Nedim, bunların yanlış olduğunu söyler.

Öncelikle ticaretin millileştirilmesini ele alan Vedat Nedim, ticaretin el değiştirmesinin ülke çapında ciddi bir gelişmeye neden olmayacağından bahseder. Tüccar kar odaklıdır ve kar ise millet çıkarı ile paralel olmak zorunda değildir. Bu görüşlerinden, liberalizmin temellerine bir eleştiri getirdiğini görüyoruz. Bireyin çıkarı ile toplumun (ulusun) çıkarlarının birbirlerini desteklemeyeceğini ön görüyor ve bir analiz düzeyi olarak milleti ortaya koyuyor.

İkinci olarak kendi kendine yeten bir ekonomi anlayışı olarak Milli İktisat anlayışını tartışıyor ve o günün şartlarında bunun mümkün olmadığını, Türkiye’nin kendi içine dönerek istediği her şeyi üretemeyeceğini, bunun bir hayal olduğunu söylüyor. Dünya iktisadi sisteminden kopamayacağımızı söylüyor. Bu da aslında kapitalizme ve dünya küresel sistemine bir alternatif yaratılmaya çalışılmadığını, yalnızca kendi içimize kapanarak “milli” fabrikalarımızı büyütmeye, güçlendikten sonra dünya ticaretinde devlet karşısına çıkmamız gerektiğine yorumlanabilecek bir görüştür. Daha önce değindiğimiz gibi bu bağlamda Milli İktisat görüşü kapitalizme karşı değildir, belirli şartlar altında liberalizme karşı olduğu söylenebilir.

Bir diğer görüş olan “her alanda tam koruma” görüşünü de eleştirir. Buna göre tam koruma, içerideki birkaç fabrikatörü mutlu edebilir ama milletin çıkarlarına uygun olacağını söylemek doğru olmaz. Ülke şartlarında hammaddesi ve tekniği yetiştirilebilecek bir sanayi korunabilir ve palazlandırılıp Avrupa pazarlarında rekabete çıkması sağlanabilir. Ancak bu şartları sağlayamayacak fabrikaları korumak gereksizdir. Bazı fabrikaların batması milletin hayrına olabilir. Bu yorumdan da anlayabiliriz ki bizde korumacılık, ilerde girişeceğimiz pazar rekabeti için sanayimizi palazlandırma aracıdır. Yani bu iktisadi uygulamalar aslen belirli bir zamana ve ülke şartlarına mahsustur.

Ardından “üretebildiğimiz kadar mal üretmek” anlamında kullanılan Milli İktisat anlayışını eleştirmiş ve bunun iktisadi anarşiyi doğuracağını, üretirken satış imkanlarını göz önünde bulundurmak gerektiğini söylemiştir. Yabancı sermaye düşmanlığının ‘saflık’ olduğun söylemiş ve mühim olanın yabancı sermayeyi bizim istediğimiz şartlarda yatırım yapmaya yönlendirmek olduğunu dile getirmiştir.

Son olarak ise kısa ama önemli bir madde ile eleştirisini bitirir. “Türklere ait bir iktisat ilmi olarak Milli İktisat” görüşünün ‘mistik bir düşünüş tarzı’ olduğunu belirtir ve iktisadın ‘ilim olarak her yerde aynı’ olduğundan bahseder. Yalnızca bizim ülke şartlarımız gereği iktisat siyasetimizin değişiklik gösterebileceğini dile getirir. İktisat ilminin evrensel kanunlarına uymadıkça her siyasetin çökeceğini söyler. Bu görüşte 19. yüzyıl pozitivizminin izlerini görmek mümkündür.

Bu eleştirilerin ardından Vedat Nedim, Milli İktisat’ın aslında ne olduğunu açıklamaya girişir: Buna göre Milli İktisat, planlı iktisat anlayışıdır. Millet olarak ilerlemek ancak plan ile olur. Plan için ise memleketi tanımak gereklidir. İktisadi plan, var olan durumdan hareket ederek istenilen duruma ulaşma yolunu çizecektir. Ancak Vedat Nedim, memleketi tanımıyor oluşumuzdan yakınır. Memleketi tanımak için karış karış gezmeyi değil nüfus sayımını, doğal zenginliklerini, yeraltı kaynaklarını ve diğer bütün iktisadi ve içtimai yönlerini araştırmak gerektiğini dile getirir. Ona göre “Milli İktisat” günlük siyaset işi değildir ve uzun bir süreç ister. Yani sosyalist iktisattaki planlı ekonomi bu kez sınıf siyaseti göz ardı edilerek bir bütün olarak millet özelinde harekete geçirilmek istenmektedir. Ancak nihayetinde istenen yine dünya ticaretinde etkin bir rol oynamaktır.[45]

5.  Fiiliyatta Milli İktisat

Milli İktisat düşüncesi Türkçüler arasında yeşermeye başlamıştı ancak Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu durum, İmparatorluğun bağımsız bir ekonomi politikası izlemesine müsaade etmiyordu. En başta kapitülasyonlar buna engeldi. İmparatorluğun nispeten daha bağımsız bir ekonomi politikası izleyebilmesi için Birinci Dünya Savaşına kadar beklemek gerekecekti.

Cihan Harbi ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu nispeten bir fırsat yakalamış oldu ve kapitülasyonlarla birlikte 1878 Berlin ve 1856 Paris Antlaşmalarını feshettiğini açıkladı.[46]  Borç ödemeleri ve Düyun-ı Umumiye faaliyetleri askıya alındı.[47] Yabancıların imtiyazlarına son verildi, vergide eşitlik sağlandı. Para basma yetkisi, İngiliz sermayeli Osmanlı Bankası’ndan alındı ve devlet para basmada daha serbest bir hale geldi. Gümrüklerdeki düzenlemeler ise yerli sanayiyi korumak ve sanayileşmeyi teşvik etmek amacı doğrultusunda belirlendi. Buna göre tarım alet ve makineleri gümrüksüz ithal edilirken yerli tarım ürünlerine, çimento ve dokuma gibi yerli sanayi ürünlerine ağır vergiler konuldu. İmtiyazlı yabancı kumpanyalara belirli bir sayıda Türk personel çalıştırma zorunluluğu getirildi. Ayrıca bu kumpanyaların yazışmalarını ve tabelalarını Türkçe yapmaları da zorunlu kılındı.[48]

Kalifiye Türk işçi ve girişimci yetiştirmek için çeşitli okullar ve kurslar açıldı. Birçok işçi ve öğrenci Almanya’ya gönderildi. Hıristiyan nüfus hızla çoğalırken savaşlarda heba olan Türk nüfusunu toparlamak adına nüfusu teşvik politikaları gündeme getirildi. Zirai Hizmet Kanunu ile tarım alanında ciddi çalışmalar yapıldı, parasız tohum dağıtıldı ve çiftçiye tarım eğitimi verildi. Kızılay gibi çeşitli dernekler çiftlikler kurdu. Tarım Kanunu ile kadınların ve askerlikten muaf erkeklerin tarımda zorunlu olarak çalıştırılması kabul edildi. Büyük çiftlik sahipleri askerlikten muaf tutuldu ve tarımda çalışanlara günlük 8 saat çalışma zorunluluğu, her çift öküz için 35 dönüm ekme şartı getirildi. Boş kalan köy ve kasaba topraklarının komşu köy veya kasabadakiler tarafından ekilebileceği söylendi. Ziraat Bankası’nın yetki ve faaliyet alanı arttırıldı.[49] Özetle tarımda adeta bir seferberlik başlatıldı.

Fikir adamları cephesinde adını anmadığımız Kara Kemal işin fiiliyat boyutunda önemli rol oynadı. İttihat ve Terakki cemiyetinden olan Kara Kemal, savaş döneminde öncelikle küçük esnafı örgütledi ve esnaf cemiyetleri meydana getirdi. Ardından bu cemiyetler ile İttihat ve Terakki cemiyeti arasında organik bağlar kurulmasını sağladı. Kemal bu oluşumlara Hıristiyanları almadı.[50] Zaten yapılmak istenen iş, sermayeyi gayrimüslimlerden Türk Müslümanlarına aktarma amacını taşıyordu. Kemal bu işi yalnızca tarımla sınırlandırmadı şehirlerde de ticareti gayrimüslimlerin ellerinden almak için kooperatifçiliği örgütledi.[51]

Milli sanayi teşvik edildi ve bunun için çeşitli muafiyetler tanındı. Devlet, fabrika kuracak olanlara 5000 metrekare arsa sağlayacağını taahhüt etti. Aynı zamanda girişimciye ücretsiz inşaat ruhsatı verileceğini ve sanayicinin 15 yıl süreyle vergiden muaf tutulacağını açıkladı. Çeşitli ithal ve ihraç mallarında girişimciden vergi alınmayacaktı.[52]

Cihan Harbi de çeşitli yönlerden ülkeyi iç ticarete yönlendiriyordu. Savaş öncesinde ticaretimizin büyük bölümünü oluşturan İngiltere ve Fransa artık düşmanımızdı ve Akdeniz sahillerimiz bu ülkelerin donanmaları tarafından ablukaya alınmıştı. İmparatorluğun, özellikle şehirli nüfusun ve ordunun beslenmesi büyük bir problem haline gelmişti.[53] Daha önce bahsedilen tarım seferberliğinin nedeni büyük oranda budur. Öncesinde İstanbul’a İç Anadolu’dan buğday nakletmek, New York’tan buğday ithal etmekten %75 daha pahalı olduğu için bu yol tercih edilmiyordu. Ancak şimdi mecburiyet, ülke içinde ticaretin gelişmesine fayda sağlıyordu. Bir yandan ulaşım yolları geliştirilirken diğer yandan artık köylü, büyük şehirler için üretir olmuştu.[54] Bu ticaret ise İttihat ve Terakki’ye, kendine yakın belirli tüccarları zengin etme fırsatını verdi. Kentin iaşe işi belirli ellerde toplandı. Böylece aslında sonradan görüleceği üzere Milli İktisat dönemi gelir sağlayan kesim yine sanayi müteşebbisleri değil ticaretten gelir elde eden savaş vurguncuları olacaktı.

Milli İktisat anlayışı, savaşta uygulanan belli başlı iktisadi ve siyasi politikalar neticesinde gayrimüslim sermayeyi belirli Müslüman Türk unsulara aktarmayı başarabilmişse de bu sermaye ülkenin kalkındırılması amacına hizmet edememiştir. Ülkede istenenin aksine güçlü bir sanayi sermayesi meydana gelememiş, Türk sermayedar da ticaret burjuvazisi olarak kalmıştır. Toplumsal yapıda eşitsizlikler ve pre-kapitalist bağımlılık ilişkileri yaşamaya devam etmiştir.

Sonuç

Öncelikle anlaşılacağı üzere Milli İktisat anlayışı belirli tarihsel olayların bir ürünüdür. 19. yüzyılın başlarında bir yarı sömürge veya başka bir deyişle ‘çevre ülke’ haline gelmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki aydınlar, parçalanmaya bir tepki olarak bu iktisadi görüşü dile getirmişlerdir. Jön Türk ekolü olarak bildiğimiz aydın tipi, sınıf veya birey mücadelesinden çok “geri kalmışlığımızı nasıl yok eder, Batı ülkeleri ile arayı nasıl kapatırız?” sorusuna cevap aramışlardır. Bu fikriyat doğrultusunda kurtuluş topyekün ve devlet – millet birliği içinde gelişecektir. Ayrıca Batı ile İmparatorluk arasındaki orantısız iktisadi ilişkileri tarihsel bir geri kalma olarak algıladıkları için tutarlı (ve hatta tutarsız) bir emperyalizm kavramı üretememişlerdir. Öncelikle liberal dönem ile Batı’dan doğru teknikleri alıp onların seviyesine ulaşma amacı güdülmüştür. Bunda fayda görülemeyince Almanya’nın kalkınma yöntemine gözler çevrilmiştir. Dünya Savaşı ise bu fikirleri hayata geçirebilecek olağanüstü şartları yaratmıştır.  Diğer yandan dönemin tarihsel şartları içerisinde Milli İktisat anlayışı, Türk ulusu yaratma projesi ile paralel ilerlemiştir. Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle “amaç proletaryayı patrondan kurtarmak değil Türk ulusunu yaratmaktır”. Zaten görüleceği üzere Milli İktisat anlayışının teorisyenleri aynı zamanda Türkçülük cereyanının önde gelen isimleridir.

Politik Ekonomi açısından incelediğimizde Milli İktisat görüşü Realist teoriler içerisinde yer edinir. Analiz düzeyi devlettir. Sürekli tehdit olarak görülen diğer devletleri güçlendirmek yerine ülkenin kendi iktisadını güçlendirmesi gerekli görülür. Milli İktisat anlayışı kapitalizme direkt olarak karşı değildir, liberalizme dönemsel olarak karşıdır. Dünya ticaretinde yarışabilecek kapasiteye gelene kadar yerli sanayiyi ve sermayeyi koruma amacı güder. Yani korumacılık bir amaç değil bir araçtır. Belirli bir dönem için kullanılır, bir geçiş sürecidir. Bebek sanayilerin büyütülmesinin ardından ülke tekrar liberalizme dönebilir. Uluslararası sisteme kökten bir karşı çıkış değildir, güç kazanma istencidir. Ziya Gökalp liberalizmi “İngiliz milli iktisadı” olarak nitelendirirken aklındaki şey budur denebilir. Liberalizm güçlü İngiliz sanayisi ile birlikte İngiltere’nin yararına işleyen bir sistemdir. Bu açıdan bakarsak Türkiye de yeterli güce kavuştuktan sonra liberal bir “milli” iktisada yönelebilirdi. Burada kıstas, uygulanan iktisadi politikanın ülke çıkarına uygun olmasıdır.

Kaynakça

  • Avcıoğlu, Doğan. Türkiye’nin Düzeni, 1. Basım. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015.
  • Aydemir, Şevket Süreyya. Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa (Cilt.1), 3.Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983.
  • Başkaya, Fikret. Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, 3. Baskı. Ankara: İmge Kitabevi, 2000.
  • Boratav, Korkut. Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, 20. Baskı. Ankara: İmge kitabevi, 2015.
  • Brewer, Anthony. Marksist Emperyalizm Teorileri ”Eleştirel Bir Analiz”, 1. Basım. İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2011.
  • Pamuk, Şevket. Osmanlıdan Cumhuriyete Küreselleşme, İktisat Politikaları ve Büyüme, 3. Basım. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012.
  • Pamuk, Şevket. Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 9. Basım. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018.
  • Tekeli, İlhan ve Selim İlkin. Cumhuriyetin Harcı Köktenci Modernitenin Doğuşu. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
  • Toprak, Zafer. Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918). Ankara: Yurt Yayınları, 1982.
  • Tunaya, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938) (Birinci kitap), 4. Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016.
  • Tunaya, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Partiler (Cilt.1), 1. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları, 1998.
  • Tunaya, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Partiler (Cilt.3), 1. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
  • Milli İktisat”a İlişkin bir Belge. (Çev.: Arıkan, Z.). (http://ataturkilkeleri.deu.edu.tr/pdf/cilt2sayi4.5/c2_s4-5_belgeler-_zeki_arikan.pdf) [22.12.2018]

Dipnotlar

[1] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, Ankara, 2015, sf.19.

[2] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler (Cilt.3), İstanbul, 2000, sf.408.

[3] Şevket Pamuk, Osmanlıdan Cumhuriyete Küreselleşme, İktisat Politikaları ve Büyüme, İstanbul, 2012, sf.30.

[4] Pamuk, a.g.e., 31.

[5] Pamuk, a.g.e., 32.

[6] “Düvel-i mütehabbe (dost devletler) dahi bu usulün inşallahü taalâ ilelebet bekasına şahit olamak üzere Dersaadetimizde mukim bilcümle süferaya dahi resmen bildirilsin.” Aktaran: Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, sf.84.

[7] “Bâbıâli bu babda ittihaz olunan tedbirleri muayyen zamanlarda devletlere bildirecek ve devletler bu tedbirlerin icrasına nezaret eyleyeceklerdir.” Aktaran: Avcıoğlu, a.g.e., sf.84.

[8] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, İstanbul, 2015, sf.84.

[9] Kavalalı Mehmet Ali Paşa şöyle demektedir: “Her şeye el attım, ama bu, her şeyi prodüktif kılmak içindi. Bunu ben yapmasam, kim yapabilirdi ki? Gerekli avansları kim yapacaktı? Uygulanacak yöntemleri kim gösterecekti? Kim yeni bitki çeşitlerini getirecekti? Sanır mısınız ki, bu ülkeye pamuk, ipek ve meyve ağaçlarını getirmeyi düşünecek kimseler çıkacaktı?” Aktaran: Avcıoğlu, a.g.e., sf.81.

[10] Avcıoğlu, a.g.e., sf.81,82.

[11] <<Portekizce bir sözcük olan ”Comprador” alıcı ve acente anlamına geliyor. Latince ”Comprar”dan türemedir. 1840’lı yıllardan sonra, İngilizce’de, Uzak Doğu’da, özellikle Çin’de yabancı firmalar hesabına çalışan yerli acente anlamında kullanılıyordu. Daha sonraları sömürgeci ve yeni sömürgeci güçlerin çıkarlarına hizmet eden (yerli ve yabancı) tacirler grubu anlamını içeriyordu. Komprador sermaye (Comprador Capital) ve komprador burjuvazi kavramları ile birlikte, yabancı çıkarların bekçiliğini yapan yerli yöneticiler anlamında da kullanılmıştır.>> Kaynak: Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Ankara, 2000, sf.175-176.

[12] Bu kişiler: Arapgirli Abdullah Cevdet, Ohrili İbrahim Temo, Diyarbakırlı İshak Sükuti, Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali Turan. (Kaynak: Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa (Cilt.1), İstanbul, 1983, sf.163-164.)

[13] Avcıoğlu, a.g.e., sf.160.

[14] İttihat ve Terakki hareketinin oluşumunda Selanik‘in etkisi hakkında detaylı bir araştırma için: (Bkz: İlhan Tekeli – Selim İlkin, ”İttihat ve Terakki Hareketinin Oluşumunda Selânik’in Toplumsal Yapısının Belirleyiciliği”, Cumhuriyetin Harcı Köktenci Modernitenin Doğuşu içinde.)

[15] Avcıoğlu, a.g.e., sf.174.

[16] İlhan Tekeli – Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı Köktenci Modernitenin Doğuşu, İstanbul, 2010, sf.48.

Aynı kaynağa göre, bu sebepten dolayı Makedonya üzerine yazılan pek çok kitapta Yahudiler “Türkofil” olarak nitelendirilmişlerdir.

[17] Türkçeleştirilmiş özetini aktaran: Avcıoğlu, a.g.e., sf.175. Orijinal metin için: Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara, 1982, sf.419-421.

[18] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler (Cilt.1), İstanbul, 1998, sf.36-37.

[19] Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara, 1982, sf.19.

[20] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938) (Birinci kitap), İstanbul, 2016, sf.134-135.

[21] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye‘de Siyasal Partiler (Cilt 3), İstanbul, 2000, sf.401.

[22] Tunaya, a.g.e. (Cilt 3), sf.429.

[23] Tunaya, a.g.e. (Cilt 3), sf.402.

[24] Anthony Brewer, Marksist Emperyalizm Teorileri ”Eleştirel Bir Analiz”, İstanbul, 2011, sf.37-68.

[25] Avcıoğlu, a.g.e., sf.167.

[26] Avcıoğlu, a.g.e., sf.167.

[27] Tunaya, a.g.e. (Cilt.3), sf.404.

[28] Boratav, a.g.e., sf.25.

[29] Toprak, a.g.e., sf.24.

[30] Tunaya, a.g.e. (Cilt.3), sf.406.

[31] Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Ankara, 2000, sf.51.

[32] Cavit Bey, yabancı sermaye ile ilgili bir yazısında şöyle der: ”Ecnebî sermayelerinden müstagnî kalamayacağımız tayin ve tahakkuk etmiştir. Bunlardan mahrumiyet vesâit-i medeniyyeden mahrumiyettir.” Aktaran: Zafer Toprak, a.g.e., sf.370-371.

[33] Tunaya, a.g.e. (Cilt 3), sf.405.

[34] Tunaya, a.g.e. (Cilt 1), sf.40.

[35] Toprak, a.g.e., sf.19.

[36] Toprak, a.g.e., sf.20-28.

[37] Toprak, a.g.e., sf.28.

[38] Avcıoğlu, a.g.e., sf.180.

[39] Tunaya, a.g.e. (Cilt 3), sf.403.

[40] Toprak, a.g.e., sf.32-33.

[41] Toprak, a.g.e., sf.35.

[42] Toprak, a.g.e., sf.389-390.

[43] Toprak, a.g.e., sf.33.

[44] Toprak, a.g.e., sf.394.

[45] “Milli İktisat”a İlişkin bir Belge. (Çev.: Arıkan, Z.). (http://ataturkilkeleri.deu.edu.tr/pdf/cilt2sayi4.5/c2_s4-5_belgeler-_zeki_arikan.pdf) [22.12.2018]

[46] Tunaya, a.g.e. (Cilt 3), sf.421.

[47] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul, 2018, sf.171.

[48] Avcıoğlu, a.g.e., sf.184.

[49] Avcıoğlu, a.g.e., sf.185.

[50] Tunaya, a.g.e. (Cilt 3), sf.410.

[51] Avcıoğlu, a.g.e., sf.185.

[52] Avcıoğlu, a.g.e., sf.185.

[53] Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul, 2018, sf.169.

[54] Boratav, a.g.e., sf.28.