Skip to main contentSkip to footer
GüncelSosyoloji

Sosyal Çürüme Söyleminin Eleştirel Bir Okuması | Ali Eren Demir

(Öncelikle, eğer haddim ise böyle bir yazı yazma ihtiyacı duyduğumu belirtmek isterim. Zeliha Burtek hocanın değerli, saygıdeğer ve hayvansever bir insan olduğunu, GalatasarayÜniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi gibi köklü üniversitelerde eğitim gördüğünü biliyorum. Onun önünde saygıyla, birkaç önerimi ve düşüncemi paylaşmak istiyorum. Eğer bu yazıda bir saygısızlık ifadesi varsa, affola.)

Zeliha Burtek’in “sosyal çürüme” söylemi, Türkiye kamuoyunda hızla yayılan ve geniş kitlelerce benimsenen bir teşhis olarak ortaya çıkmış durumda. Ancak bu kavramın popülaritesi, onun analitik gücünü veya açıklayıcılığını garanti etmiyor. Aksine, bu kadar kolay benimsenmiş olması, kavramın taşıdığı teorik belirsizlikler ve metodolojik zayıflıklarla birlikte düşünüldüğünde, daha ziyade kolektif bir nostalji ve ahlaki panik durumunun semptomlarını yansıttığını gösteriyor. Burtek’in sunduğu perspektif, esasen toplumsal değişimi patolojik bir süreç olarak kodlayan muhafazakâr bir eleştiri biçimi içinde konumlanıyor ve bu, sosyolojik analizin gerektirdiği tarihsel derinlik, yapısal kavrayış ve çok katmanlı nedensellik anlayışından uzak kalıyor.

Zeliha Burtek’in “sosyal çürüme” kavramı, Türkiye’nin güncel toplumsal gerçekliğini anlamlandırmaya çalışan milyonlarca insanın dilinde dolaşan, sokak sohbetlerinden sosyal medya platformlarına kadar her yerde referans verilen bir teşhis haline geldi. Aralık 2023’te viral olan bir sokak röportajında Burtek’in dile getirdiği bu kavram, sanki herkesin hissettiği ama bir türlü adını koyamadığı toplumsal rahatsızlığa isim vermiş gibi algılandı. Ancak bu hızlı ve yaygın kabul görme durumu, kavramın analitik gücünü sorgulamak yerine onu neredeyse dogmatik bir hakikate dönüştürdü. İnsanlar “evet, işte Türkiye’nin sorunu bu” derken, aslında neye evet dediklerini, hangi teorik zeminde durdukları açık olmadığı gibi, bu kavramın taşıdığı ideolojik yüklerin ve metodolojik boşlukların da farkında görünmüyorlar.

Burtek’in herhangi bir akademik makalesine, sistematik bir teorik gerekçelendirmeye veya ampirik veriye dayalı bir analize rastlamanın neredeyse imkânsız oluşu, bu durumun ilk ipucunu veriyor. Bir doçent unvanına sahip akademisyenin Google Scholar’da hakemli yayınlarının bulunamaması, onun entelektüel üretiminin akademik alandan ziyade kamusal alanda şekillendiğini gösteriyor. “Sosyal çürüme” söylemi, viral videolar, televizyon programları ve imza günleri üzerinden yayılırken, akademik titizlik, teorik derinlik ve metodolojik sağlamlık gerektiren eleştirel sorgulama süreçlerinden muaf kalmış gibi görünüyor. Dolayısıyla bu kavramın popülaritesi, onun doğruluğunun değil, toplumsal anksiyetelere hitap etme kapasitesinin ve basitleştirici açıklamaların çekiciliğinin bir göstergesi olarak okunmalıdır.

İlk olarak, “sosyal çürüme” kavramının kendisi problematik bir metafor taşıyor. Çürüme, biyolojik bir süreçtir ve organik bir bütünlüğün bozulmasını, bir canlının ölümü sonrası yaşadığı ayrışmayı ifade eder. Bu metaforu topluma uygulamak, toplumun bir zamanlar sağlıklı, bütünlüklü ve organik bir yapı olduğu varsayımını içeriyor. Ancak sosyolojik düşünce geleneğinde, özellikle çatışmacı perspektiflerden baktığımızda, toplumun hiçbir zaman böyle bir organik bütünlük taşımadığını, her dönemde iktidar ilişkileri, sınıfsal çelişkiler, kültürel hegemonyanın dayattığı normlar ve dışlanan grupların varlığıyla şekillendiğini görürüz. Burtek’in nostaljik göndermelerle örülü anlatısında, Türk edebiyatının, sinemasının ve tiyatrosunun “temiz” olduğu, mafya, göç, kara para gibi temaların bulunmadığı bir geçmişe atıf yapılıyor. Ancak bu iddia, hem tarihsel olarak yanlış hem de ideolojik olarak yüklü. Türk kültürel tarihinde her dönem marjinal unsurlar, suç, şiddet, yoksulluk ve toplumsal dışlanma temsiliyetler içinde yer almıştır. Bu temaların görünürlüğünün artması, toplumun “çürümesi” değil, hegemonik anlatıların çeşitlenmesi, alt kültürlerin temsil imkânı bulması ve kültürel alanın demokratikleşmesiyle de ilişkilendirilebilir. Burtek’in önerdiği bakış açısı, kültürel homojenliği ve tek bir yaşam felsefesini normatif olarak dayatırken, çoğulculuğu ve farklılığı tehdit olarak algılıyor.

Burtek’in söyleminin bir diğer zayıf noktası, “etik yaşam felsefesi”nin kaybedildiği iddiasında yatıyor. Ancak etiğin ne olduğu, nasıl tanımlandığı ve kimin etiğinden bahsettiğimiz soruları yanıtsız kalıyor. Michel Foucault’nun çalışmalarından biliyoruz ki, etik ve ahlak her zaman iktidar ilişkileri içinde inşa edilir ve belirli öznellik biçimlerini üretir. Burtek’in kaybettiğini iddia ettiği etik, hangi tarihsel döneme, hangi sınıfa, hangi toplumsal gruba ait bir etik? Osmanlı’nın geleneksel toplum yapısına mı, erken Cumhuriyet’in modernist seküler projesine mi, yoksa 1980 sonrası neoliberal dönüşüme direnen bir kolektif belleğe mi gönderme yapıyor? Bu soru sorulmadığında, etik nostalji boş bir gösterene dönüşüyor ve farklı siyasal pozisyonlardan herkesin kendi yorumunu yapıştırabileceği muğlak bir ideal haline geliyor. Bourdieu’nün habitus kavramı, toplumsal pratiklerin ve yatkınlıkların tarihsel olarak üretildiğini, bireylerin içinde doğdukları sınıfsal ve kültürel alanlarda şekillenen pozisyonlara sahip olduğunu gösterir. Dolayısıyla bugün Burtek’in “çürüme” olarak adlandırdığı davranış kalıpları, aslında yeni toplumsal koşulların, ekonomik yapıların ve kültürel kodların ürettiği yeni habitusların ifadeleridir. Bunları ahlaki bir çöküş olarak okumak, yapısal dönüşümleri görmezden gelerek sorumluluğu bireylerin “karaktersizliğine” yüklemek anlamına gelir.

Bauman’ın akışkan modernite kavramsallaştırması, Burtek’in tanımlamaya çalıştığı durumu çok daha derinlikli bir şekilde açıklıyor. Bauman’a göre geç modern toplumlar, katı kurumsal yapıların, uzun vadeli bağlılıkların ve istikrarlı kimliklerin yerini akışkan, geçici ve sürekli değişen ilişkilerin aldığı bir döneme girmiştir. Bu dönüşüm, kapitalizmin esnekleşme, hızlanma ve öznelerin sürekli yeniden inşa edilmesi taleplerinden kaynaklanıyor. Burtek’in “etik kaybı” olarak okuduğu şey, aslında bu akışkanlığın yarattığı belirsizlik, güvencesizlik ve aidiyetsizlik halidir. Ancak bu, ahlaki bir çöküş değil, toplumsal örgütlenme biçiminin köklü bir değişimidir. Neoliberal politikaların Türkiye’de uygulanmaya başlamasıyla birlikte, sosyal devlet mekanizmalarının zayıflaması, işgücü piyasasının prekarize olması, kentleşme süreçlerinin hızlanması ve tüketim kültürünün her alana yayılması, bireylerin yaşam stratejilerini dönüştürmüştür. Bu dönüşüm içinde yeni hayatta kalma taktikleri, yeni dayanışma biçimleri ve yeni ahlaki kodlar ortaya çıkmıştır. Bunları “çürüme” olarak damgalamak, yapısal şiddetin ve eşitsizliğin yarattığı koşullarda hayatta kalmaya çalışan insanları suçlamaktan başka bir anlam taşımıyor.

Durkheim’ın “anomi” kavramı, toplumsal normların zayıfladığı ve bireylerin yönelim kaybettiği durumları tanımlar. Durkheim için anomi, modernitenin kaçınılmaz bir yan ürünü değil, toplumsal düzenleyici mekanizmaların yetersiz kaldığı geçiş dönemlerinin özelliğidir. Durkheim, organik dayanışmanın mekanik dayanışmanın yerini aldığı modern toplumlarda yeni bir ahlaki düzenin inşa edilebileceğine inanıyordu. Burtek’in söylemi ise bu dönüşümü geri dönülemez bir çöküş olarak tasvir ederken, herhangi bir yapısal çözüm veya kolektif yeniden örgütlenme önerisi sunmuyor. “Herkes kendi çürümesini sorunsallaştırsın” gibi bireyselleştirici bir çağrı, neoliberal öznelliğin tam da bireyi sorumlulaştırma ve yapısal sorunları kişisel başarısızlıklara indirgeme mantığını tekrar ediyor. Bu, Anthony Giddens’ın ontolojik güvenlik kavramıyla da ilişkilendirilebilir. Modern bireyin kimlik inşası, sürekli bir refleksif proje haline gelmiştir ve bu süreç, yapısal belirsizlikler karşısında bireyleri savunmasız bırakmaktadır. Ancak çözüm, bireylerin ahlaki özdenetiminde değil, güvenlik ağlarının, kolektif dayanışmanın ve demokratik katılımın yeniden tesisinde yatmaktadır.

Bir başka açıdan Weber, modernleşme sürecinin araçsal rasyonaliteyi (Zweckrationalität) ön plana çıkardığını ve değer rasyonalitesini (Wertrationalität) giderek marjinalleştirdiğini gösterdi. Kapitalist ekonominin mantığı, her şeyi hesaplanabilir, ölçülebilir ve karlılık kriterine tabi hale getirirken, geleneksel değer sistemlerini ve anlamlandırma çerçevelerini erozyona uğratıyor. Ancak bu süreç, belirli bir toplumun “çürümesi” değil, kapitalist modernitenin evrensel bir dinamiğidir. Burtek’in Türkiye’yi Güney Amerika ülkelerine benzeterek yaptığı karşılaştırma, küresel kapitalizmin yarattığı benzer yapısal sorunlara işaret etmesi açısından değerli olabilir, ancak bu benzerlik “çürüme” metaforuyla değil, bağımlı kapitalizmin, gelir eşitsizliğinin, devlet-mafya ilişkilerinin ve neo-otoriter yönetimlerin yarattığı koşullarla açıklanmalıdır.

Örneğin Gramsci, toplumsal rızanın nasıl üretildiğini, egemen sınıfların ideolojilerinin nasıl “sağduyu” haline geldiğini gösterdi. Burtek’in “sosyal çürüme” teşhisi, orta sınıfların ve kentli beyaz yakalıların yaşadığı statü kaybı, güvencesizlik ve gelecek kaygısını ifade eden bir dil sunuyor. Bu gruplar, neoliberal politikaların yarattığı ekonomik krizin ve toplumsal dönüşümün faturasını öderken, bu durumu anlamlandırmak için ahlaki-kültürel bir açıklama arayışına giriyor. “Sosyal çürüme” söylemi, yapısal nedenleri maskeleyerek, sorunu kültürel ve ahlaki bir alana kaydırıyor. Bu kaydırma, egemen sınıfların sorumluluğunu gizlerken, alt sınıfları, göçmenleri, prekarya kesimlerini ve “etik dışı” olarak kodlanan yeni yaşam biçimlerini hedef tahtası haline getiriyor. Burtek’in söyleminde, “etik yaşam felsefesi”ne sahip özne idealleştiriliyor ve buna uymayan öznellikler çürümeye indirgeniyorken, eşitsizlik ve ayrımcılık yeniden üretiliyor. Frankfurt Okulu düşünürleri, kitle kültürünün standartlaşma, manipülasyon ve yanlış bilinç üretme işlevlerini analiz ettiler. Burtek’in söylemi, ironik bir şekilde, kendi eleştirdiği kültürel çürümeyi besleyen popülist bir anlatı formuna dönüşmüş durumda. Viral sokak röportajı, televizyon programlarına konuk oluşlar, kitap imza günleri ve sosyal medyada dolaşan alıntılar, bu söylemi kültür endüstrisinin tüketim nesnesi haline getirmiş. İnsanlar bu söylemi tüketirken, kendilerini “bilinçli”, “eleştirel” ve “etik” özneler olarak konumlandırıyor, ancak yapısal değişim için herhangi bir kolektif pratiğe yönelmiyor. Bu, Debord’un gösteri toplumu eleştirisini hatırlatıyor: eleştiri bile bir gösteri nesnesine, tüketilecek bir imaja dönüşüyor ve gerçek politik mücadeleden uzaklaşıyoruz. Bu, Burtek’in söyleminin neden bu kadar farklı siyasal pozisyonlardan destek bulabildiğini açıklıyor. “Sosyal çürüme” muğlak ve dolgu malzemesi olarak işlev gören bir kavram olduğu için, muhafazakâr milliyetçiler kendi nostalji anlatılarını, liberaller piyasa ahlakının bozulmasını, sol bazı kesimler ise neoliberal yıkımı bu kavramla ifade edebiliyor. Bu eklemlenme kapasitesi, kavramın popülaritesini artırırken, analitik gücünü yok ediyor. Slavoj Žižek’in ideoloji eleştirisiyle düşündüğümüzde, “sosyal çürüme” söylemi bir “fantasmatic” işlevi görüyor: toplumsal gerçekliğin çelişkilerini, eşitsizliklerini ve yapısal şiddetini maskeleyerek, özneye tutarlı bir anlatı ve kimlik sunuyor. Bu anlatı içinde, “biz” etik özneyi, “onlar” ise çürümeyi temsil ediyor ve bu ikililik, gerçek politik antagonizmaları gizliyor.

Sosyolojik metodoloji açısından bakıldığında, Burtek’in tezi herhangi bir ampirik veriye, karşılaştırmalı analize veya sistematik gözleme dayanmıyor. Bu, popüler entelektüelizmin tehlikeli bir örneği: karizmatik bir anlatıcı, toplumsal kaygıları dillendiren güçlü bir retorikle, bilimsel titizlik gerektirmeden geniş kitlelere ulaşıyor ve “uzman” olarak kabul ediliyor. Mills’in sosyolojik hayal gücü kavramı, kişisel sorunlarla toplumsal meseleler arasındaki bağlantıyı kurmayı, biyografik olanla tarihsel olanı ilişkilendirmeyi gerektirir. Burtek’in söylemi, bu bağlantıyı kurmak yerine, toplumsal meseleleri kişisel ahlaki başarısızlıklara indirgeyen bir yönelim sunuyor. Bu, sosyolojik analizin değil, ahlakçı vaaz geleneğinin bir uzantısıdır. Sonuç olarak, “sosyal çürüme” söyleminin popülaritesi, toplumsal gerçekliğin karmaşıklığını basitleştiren, yapısal nedenleri gizleyen ve ahlaki panik üreten bir anlatının cazibesiyle açıklanabilir. Bu söylem, akademik bir analiz olmaktan ziyade, belirli bir tarihsel konjonktürde ortaya çıkan kolektif anksiyetenin ifadesidir. Eleştirel sosyoloji, bu tür popüler söylemleri sorgulamalı, altında yatan ideolojik işlevleri ortaya çıkarmalı ve gerçek toplumsal dönüşüm için yapısal, tarihsel ve çok boyutlu analizler sunmalıdır.

Sözü Geçen Çalışmalar

Adorno, T. W., & Horkheimer, M. (2010). Aydınlanmanın diyalektiği: Felsefi fragmanlar (N. Ülner & E. Öztarhan Karadoğan, Çev.). Kabalcı Yayınları.

Bauman, Z. (2018). Akışkan modernite (S. O. Çavuş, Çev.). Can Yayınları.

Bourdieu, P. (2015). Ayrım: Beğeni yargısının toplumsal eleştirisi (D. F. Şannan & A. G. Berkkurt, Çev.). Heretik Yayınları.

Debord, G. (2006). Gösteri toplumu (A. Ekmekçi & O. Taşkent, Çev.). Ayrıntı Yayınları.

Durkheim, É. (2013). İntihar: Sosyolojik bir inceleme (Z. Z. İlkgelen, Çev.). Pozitif Yayınları.

Durkheim, É. (2006). Toplumsal işbölümü üzerine (Ö. Ozankaya, Çev.). Cem Yayınevi.

Foucault, M. (2011). Özne ve iktidar (I. Ergüden & O. Akınhay, Çev.). Ayrıntı Yayınları.

Giddens, A. (2010). Modernliğin sonuçları (E. Kuşdil, Çev.). Ayrıntı Yayınları.

Gramsci, A. (2014). Hapishane defterleri (A. Cemgil, Çev.). Belge Yayınları.

Mills, C. W. (2016). Sosyolojik tahayyül (Ö. Küçüköncü, Çev.). Hil Yayınları.

Weber, M. (2011). Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu (Z. Aruoba, Çev.). Hil Yayınları.

Žižek, S. (2011). İdeolojinin yüce nesnesi (T. Birkan, Çev.). Metis Yayınları.

 

Etiketler : Ali Eren Demir, Sosyal Çürüme, Zeliha Burtek

Yazarın Diğer Yazıları

Kategoriler
Herhangi bir sonuç bulunamadı.