Toplumsal yapıda meydana gelen değişim ve dönüşümü anlamak ve açıklamak için ortaya çıkan sosyoloji, modern toplumun yaşam formları üzerine çalışmalar yapmış ve modern toplum etrafında teorilerini geliştirmiş bir sosyal bilim dalıdır. 19. yüzyılda doğan sosyoloji, günümüzde de ilgiyle takip edilen bir disiplin olmuştur. Bu bağlamda çağdaş sosyolojinin önde gelen isimlerinden Peter L. Berger’in Sosyolojiye Çağrı: Hümanist Bir Perspektif başlığıyla yayımladığı bu eser, sosyolojiye ilgi duyan her okuyucu için önemli bir kaynaktır. Fakat kitabın isminden de anlaşılacağı üzere bu kitap yalnızca sosyolojiye ilgili olanlar için yazılmamıştır. Aksine kitabın isminin Sosyolojiye Çağrı olmasının önemli bir anlamı vardır; hem sosyolojiye tutkuyla bağlananlar, sosyolojiyi merak edenler hem de sosyolojiye mesafeli olanlar ve sosyolojiyle henüz tanışmamış olanlar için de sosyoloji üzerine konuşmaya, düşünmeye ve tüm insanları sosyolojiyle ilgilenmeye davet eden Berger, sosyolojinin herkes için olduğuna inanmıştır.
Sosyolojiye Çağrı kitabında Berger’in üzerinde durduğu temel sorular şunlardır; sosyoloji nedir, ne değildir, sosyolog kimdir, sosyoloji ne işe yarar, sosyolojik perspektife sahip olmak insana ne kazandırır? Berger için bu soruların cevaplarının tanıdık olduğumuz sosyoloji kitaplarından biraz daha farklı olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu farklılık kendisini, tercih edilen terminolojiden hemen hissettirmektedir. Çünkü yazar, okuyucuyu sosyolojinin katı terminolojisiyle boğmadan yazarın deyimiyle; geniş bir kesime hitap edebilmek amacıyla yazıldığı için daha anlaşılır ve açık bir üslup kullanılmıştır. Bu bağlamda sosyolojiyle yeni tanışacak olan okurlar için de bu kitap, güzel bir başlangıç olacaktır.
Kitap, İletişim Yayınları tarafından basılmış ve ikinci baskısını 2018 yılında yapmıştır. Sekiz ana bölümden oluşan ve sosyolojiye dair bir bilinç oluşturmayı amaçlayan bu eser, sosyoloji literatürüne önemli bir katkıdır. Berger, birinci bölüme “Bireysel Bir Uğraş Olarak Sosyoloji” başlığı ile başlamıştır. Bu bölümde sosyolojiye dair tartışılan temel meseleleri ele almış ve sosyolojinin ne olduğu ve sosyologların “ne işe yaradığı” gibi temel iki soru üzerine odaklanmıştır. Bunun yanı sıra Berger’in bu bölümde üzerinde durduğu nokta; sosyolojinin bireysel bir uğraş alanı olarak algılanabileceğidir. Çünkü onun için sosyoloji bir tutkudur, sorularının peşinde ısrarla giden ve ne ile karşılaşacağını bilmeden ısrarla devam edebilen kişi ancak sosyolojiye tutkuyla bağlanabilmiş kişidir. Bu yüzden de Berger bu bölümde sosyolojiyle ilgilenmenin bir koşulu olarak merak duygusuna dikkat çeker. Ona göre “kapalı kapılar ardından bir çekim hissetmeyen, insana dair bir merakı olmayan, nehrin öbür yakasındaki evlerde yaşayan insanlar hakkında bir merakı olmaksızın salt manzarayı izlemekle yetinen insanlar da muhtemelen sosyolojiden uzak durması gereken kişidir” (s.37). Bundan dolayı toplum üzerine çalışmalar yapan bir sosyolog gerçekliğin çok katmanlı olduğunu yadsımayarak gözlemlerini yapar ve toplumsal olarak kabul görmüş veya toplumsal olarak reddedilmiş birçok sosyal gerçekliğe soru işaretleri ile yaklaşır. Çünkü sosyolog hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bilir ve Berger’in deyimiyle “sosyolojik keşif” aracılıyla bu sorularına yanıtlar arar. Bu bölümde dikkat çeken önemli bir diğer nokta ise sosyologların çok yönlü birer araştırmacı olmaları gerektiği fikridir. Ona göre bir sosyolog tek bir alanla kendini sınırlandıramaz çünkü topluma dair herhangi bir çalışma yapmaya başladığı zaman o dönemin siyasal, ekonomik, dini ve tarihi koşullarını da odaklanmak zorundadır. Bu yüzden de gerçek bir sosyolog, çok yönlü bir entelektüel olmalıdır.
İkinci bölümde de yer yer bir sosyoloğun nasıl olması gerektiğine değinen yazar, ilk olarak “toplum” kavramının ne olduğunu açıklamaya çalışır. Bu kavram üzerine uzunca tartıştıktan sonra sosyolojik sorular sormanın önemi üzerinde durur ve kullandığı örneklerle bunun nasıl yapılabileceğini anlatır. Örneğin Amerikan toplumunda yapılan evliliklere değinerek bunun üzerine biraz düşünmemizi ister. Çünkü dışarıdan bir gözle bakıldığında gayet sıradan gelen bir eylem, aslında sosyolojik olarak incelendiğinde çok boyutlu bir hâl almaya başlar. Bu bağlamda Berger, “insanlar neden evlenir” sorusuyla okuyucuyu karşı karşıya bırakır. Sosyolojiyle hemhal olanlar için bu sorunun yanıtı kolayca cevaplansa da herkes için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü Berger’e göre sosyolojik bir perspektife sahip olan biri bu sorunun yanıtını çeşitli şekillerde açıklayabilmektedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde, evlilikte olduğu gibi bireysel yaşam içinde de yapmış olduğumuz tercihlerin birer anlamları vardır. Örneğin evlenecek çiftlerin sahip oldukları statüler, ait oldukları sınıflar, dini inançları bu evlilik sürecinde ve evliliğe karar verme aşamasında etkili olmuş birer faktördür. Bu bölümde Berger, verdiği örneklerle konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Ayrıca bu bölümde ele aldığı tartışmaları açıklarken de sosyolojinin önemli isimlerinden yararlanmıştır. Örneğin toplumun birey üzerindeki etkisini ve toplumsal düzenin nasıl işlediğini anlatırken Durkheim’ın İntihar adlı eserini örnek verir veya toplumu bir sistem olarak gören işlevselci yaklaşımdan yola çıkarak Robert Merton’nın kavramsallaştırmış olduğu “gizli” işlevlerin ve “aşikar” işlevlerin neler olduğuna değinir. Bunun gibi daha birçok önemli sosyologlara atıfta bulunarak konuları derinlemesine inceleyen yazar, bunların sonucu olarak sosyolojik bir bilincin nasıl oluştuğunu ve sosyolojik bir perspektifin ne olduğunu anlatmış olur.
Üçüncü bölüme yazar, “Arasöz: Yön Değiştirme ve Biyografi (Veya Derme-Çatma Bir Geçmişin Aslına Nasıl Ulaşılır?” başlığını vermiştir. Bu bölümde bireylerin biyografilerinde etkili olan süreçlerin önemine dikkat çekmiştir. Kitaba genel olarak odaklandığımızda bu bölümün diğer bölümlerden farklılaştığına hatta zihnimizde bir kopukluğa neden olduğunu söylemek mümkündür. Berger bu bölümde biraz daha felsefi bir sorgulamaya ve varoluşsal problemlere değinerek bunları çözme iddiasında olmasa dahi bu süreci daha anlamlı kılmak adına sosyolojiye ihtiyaç olduğuna değinerek bu bölümü noktalar.
Dördüncü bölüme ise toplumun içinde yaşarken bizi yönlendiren faktörlerin neler olduğuna değinerek başlar. Bu yüzden de öncelikle çocukluk evresine değinir, kimlik oluşumunda önemli bir evre olan çocukluk evresi genellikle büyüklerin yönlendirmesiyle gelişmiştir. Ait olduğumuz çevre, yaşadığımız mahalle, ailemizin kültürel ve dini inanışları çocukluktan itibaren birey üzerine etki eden birer unsur olmuştur. Başka bir deyişle Berger, bu konuyu şöyle açıklar; “Bir kimse büyüklerinden oluşan gerçek dünyaya kendisine bir adres edinerek karışır” (s. 87). Bu adres belirlidir ve doğduğumuz sosyal çevre bu adresin ta kendisidir. İlerleyen sayfalarda toplumu bir kontrol aygıtı olarak tanımlayan Berger, bu kontrol aygıtının dışında kalmanın sizi “hasta” olarak etiketleyebileceğine değinir. Çünkü toplumdaki her kod belirlenmiştir buna göre belirlenenin dışına çıkmak “tehlikeli” olarak görülür. Bunların yanı sıra toplumsal konumun ne olduğunun daha iyi anlaşılması için Berger, iki tür sınıflandırma yapar. Bunlar; “sosyal kontrol” ve “sosyal tabakalaşma”dır. Sosyal kontrol kavramı üzerinde uzun uzadıya duran Berger, hiçbir toplumun sosyal kontrol olmadan var olamayacağını iddia eder ve sosyal kontrol araçlarının neler olduğuna değinir. Öte yandan toplumsal konum için önemli olan bir diğer kavram “sosyal tabakalaşma”dır, bu kavram “her toplumun ayrıcalık veya prestij gibi nedenlerle birbirine farklı düzeyde üstünlük ya da tabiiyet ilişkisi –ki buna iktidar da denebilir- içermesine gönderme yapar” (s.101). Buradan hareketle tabakalaşma teorisinin sosyoloji için önemli fakat bir o kadar da karmaşık olduğunu düşünen Berger, her toplumun birbirinden farklı olduğuna dikkat çekerek tabakalaşma sisteminin de değişkenlik gösterebileceğini şu ifadelerle vurgular; “geleneksel bir Hindu kast toplumunun tabakalaşma şemasında bireyin konumunu belirleyen faktörlerle modern bir Batı toplumundaki açık ki oldukça farklılık gösterecektir” (s. 101). Dolayısıyla bu bölüme genel olarak baktığımız zaman “toplum” kavramının üzerinde durulduğunu ve toplumun bireyler üzerindeki etkisinin ne derece etkili olabileceği üzerine tartışmaların olduğunu söylemek mümkündür. Burada dikkat çeken önemli bir diğer nokta ise Berger’in toplumu tamamen bireyin karşısında ve birey üzerinde otorite kuran bir gerçeklik olarak ele almasıdır. Bu sayfaları okurken yazılan satırların karamsarlığı okuyucuyu kasvetli bir havaya sokmaktadır. Çünkü Berger’in betimlediği “toplum” karşısında bireyin rolü neredeyse hiç yoktur. Berger’in toplum tanımı şu şekildedir; “toplum kendimize dışsaldır. Bizi kuşatır, yaşamamızın her yanını içine alır. Toplumun içindeyizdir, sosyal sistemin belirli sektörleri için de konumlanmışızdır. Bu konumlanma, dilden görgü kurallarına, sahip olduğumuz dini inançlardan intihar etme olasılığımıza kadar neredeyse yaptığımız her şeyi önceden belirler ve tanımlar” (s.116). Berger’in bu sözleri neredeyse tüm toplumbilimciler için kabul edilen bir düşüncedir fakat Berger’in çok daha genelleyici ve toplum karşısında bireyi sessiz ve çaresiz bir şekilde tasvir etmesi onu diğer toplumbilimcilerden ayırarak daha karamsar bir çerçeve ile karşı karşıya getirmektedir. Nitekim tüm bunlara en iyi örnek bu bölümü bitirirken kullandığı şu ifadelerdir: “Kısacası toplum, tarihin içindeki tutsaklığımızın duvarlarıdır” (s.116). Bu iddialarına beşinci bölümde de aynen devam eden yazar, topluma dair daha derinlemesine bir incelemeye gerek duyarak toplumun bireylere nasıl nüfuz ettiğini detaylı bir şekilde anlatır.
Berger, altıncı bölüme önceki iki bölümde değindiği konuların okurlar üzerinde nasıl bir etki yarattığının bilincinde olduğunu değinerek başlar. Sonrasında, yazdığı bu bölümden dolayı kendisine gelebilecek eleştirilere cevap verir ve olası tüm seçenekleri ele almaya başlar. Bu sayfalara kadar toplum karşısında bireyin çaresizliğine vurgu yapmış olsa da bu bölümde konunun tam merkezine bireyi koyarak toplumla ilişkisini anlatır, toplum karşısında elbette bireyin de bir rolünün olduğunun altını çizer fakat toplumun o katı duvarlarını aşmanın da bir birey için sanıldığı kadar kolay olmadığını da ifade ederek karamsarlığını bir nebze de olsa devam ettirir. Tüm bunların yanı sıra bu bölümde felsefi tartışmalara da yer verir. Örneğin “özgürlük” kavramı üzerine birçok filozofa atıfta bulunarak bu kavramdan ne anlaşıldığı ve esasen ne olduğu üzerine tartışmalar yapar. Kendisinin deyimiyle sosyolojik olarak özgürlük olgusunun nasıl ele alınabileceğini anlatmıştır.
En son bölümü “Hümanist Bir Disiplin Olarak Sosyoloji” başlığıyla sonlandırır. Sosyolojiye hümanist bir disiplin olarak yaklaşan Berger, sosyolojinin ve sosyoloğun birebir insana dokunan ve insanla doğrudan bir ilişkisi olduğunu vurgulayarak önyargısız olabilmenin altını çizer. Kitabın son sayfaları olarak kabul edebileceğimiz bu satırlarda Berger, şimdiye kadar anlattıklarını yer yer hatırlatarak önceki bölümlerle bağlantı kurar. Burada güncel tartışmalara da değinen Berger, akademide sosyolojinin nasıl olması gerektiğini ve o rekabetçi ortamda sosyoloji disiplinin ne şekilde yer edinmesi gerektiğini anlatır. Kitabın en son sayfasına da “kaynakça ve yorumlar” başlığı eklenmiştir. Bunun en önemli amacı metin içerisinde kullanılan kaynakların ya da başvurulan önemli isimlerin kim olduğuna dair daha derinlikli ve açıklayıcı bilgiler verebilmektir. Başka bir deyişle, metin içerisinde fikirlerinden yararlanmış olduğu düşünürlerin metin sonunda biraz daha uzun değinerek ve sosyolojiye yaptıkları katkıları, ele aldıkları eserlerinin neler olduğunu açıklayarak okurlara daha derinlikli bilgiler sunmak amaçlanmıştır. Bu çerçevede düşündüğümüz zaman bu eser üzerinde titizlikle çalışılmış ve daha çok kişiye hitap edebilmek amacıyla olabildiğinde teorik anlatımlardan uzak kalınmıştır.
Son olarak, kitabın eksik yönlerini söylemek benim açımdan zordur, çünkü sosyolojiye dair çok önemli tartışmalara değinerek okuyucunun ufkunu açan, onu düşündürmeye sevk eden ve sosyolojiye dair bir perspektif kazandırabilen bir kitaptır. Burada değinemediğim ama kitapta üstünde özenle durulmuş daha birçok önemli noktalar, tartışmalar vardır. Din sosyolojisi ve bilgi sosyolojisi üzerine çalışmalar yapmış olduğunu bildiğimiz yazar, kitapta da vermiş olduğu örneklerle bu alanlara ne kadar hakim olduğunu göstermektedir. Özetle; konusuna çok iyi odaklanmış olan Berger, “toplumun içindeki insanı, insan içindeki toplumu” anlatabilmeyi çok iyi başarmıştır. Özellikle tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs sebebiyle yaşanan toplumsal izolasyon bize gösterdi ki bu ve benzeri durumlarla karşı karşıya kalan toplumlarda meydana gelebilecek olası toplumsal sonuçları tahmin ve analiz edebilecek olanlar yine sosyal bilimcilerdir. Dolayısıyla toplumsal hayatın her alanına nüfuz eden bu salgınla mücadele etme noktasında özellikle de sosyologlara da önemli bir sorumluluk düşmektedir. Bu bağlamda böyle bir süreç içinde daha çok anlam kazanan “sosyoloji” disiplininin ne denli önemli olduğunu bir kez daha gözlemlemiş olduk. Berger’in bu kitabı da tam olarak sosyolojiye ve sosyologlara kulak verilmesi gerektiğini vurgulayan bir eser niteliğindedir ve bu anlamda da sosyolojiye dair yapılan bir “çağrı”dır.
Berger, P. (2018). Sosyolojiye Çağrı: Hümanist Bir Perspektif. (A. Koca, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.