Suriye ekonomisi, özellikle ekonominin temel taşı konumda olan petrol sektörü, küresel kapitalizmin dinamikleri, emperyal güç yapıları ve kaynak kontrolüne dair jeopolitik zorunluluklar bağlamında değerlendirilmeden anlaşılamaz. Suriye’deki petrol ticareti, tarihsel olarak yalnızca ekonomik kâr üzerinden değil, aynı zamanda ideolojik ve stratejik üstünlük mücadelesi üzerinden de şekillenmiş bir çatışma alanı olmuştur. Tarihsel materyalizme dayalı bir analiz, Suriye’nin politik ekonomisini şekillendiren yapısal ilişkileri çözümlemek için güçlü bir bakış açısı sunar. Bu yaklaşım, çatışmaları ve geri kalmışlığı kültürel ya da dinsel farklara indirgemeye çalışan idealist yorumları reddeder. Bunun yerine, maddi üretim ilişkilerini, sınıf yapıları ve uluslararası sermaye akışlarını siyasi gelişmelerin temel belirleyicileri olarak ele alır. Bu makalede konuyu bu mercekten inceleyeceğim.
20. yüzyılın başlarından itibaren Ortadoğu’da petrolün keşfi, sömürgeciliğin yeni jeopolitik yönelimini belirledi. Suriye’nin petrol rezervleri Suudi Arabistan veya Irak’la kıyaslandığında mütevazı olsa da jeostratejik değeri onu emperyal güçler için sürekli bir ilgi odağı haline getirmiştir. Sykes-Picot Anlaşması doğrultusunda kurulan Fransız sömürge yönetimi, Suriye de dâhil olmak üzere bölgenin toprak açısından ve ekonomik açıdan parçalanmasının zeminini hazırladı. Rosa Luxemburg’un 1913’te belirttiği gibi “Uluslararası işbölümü, gelişmiş ülkelerde sermaye birikiminin daha az gelişmiş çevrelerin kaynaklarına ve pazarlarına erişimini gerektirdiği bir dünya ekonomisi yaratmıştır.” Suriye’nin küresel kapitalizme dâhil oluşu da bu mantık çerçevesinde gerçekleşti; ekonomisi, dış sermayenin ve yabancı denetimin ihtiyaçlarına bağımlı kılındı. Resmi bağımsızlıktan sonra bile Suriye’nin petrol sektörü, uluslararası yatırımlara, teknolojik uzmanlığa ve daha zengin, merkez kapitalist devletlerin kontrolündeki ihracat pazarlarına yapısal olarak bağımlı kalmaya devam etti.
Suriye’nin politik ekonomisi uzun süredir küresel enerji piyasasına entegrasyonu üzerinden şekillenmiştir, burada petrolün çıkarılması ve ticareti hem bir gelir kaynağı hem de emperyalist rekabetin bir sahası olmuştur. Ülkenin esas olarak kuzeydoğusunda yoğunlaşan hidrokarbon kaynakları, basit bir ekonomik varlık olmanın ötesinde, jeopolitik mücadelenin merkezinde yer alarak sömürgecilik dönemine kadar uzanan bağımlılık ve geri kalmışlık kalıplarını pekiştirmiştir. Suriye ekonomisinde petrolün rolünü anlamak için dış güçlerin erken 20. yüzyıldaki manda yönetimlerinden günümüzdeki yabancı müdahalelere kadar ülkenin politik ve ekonomik seyrini nasıl şekillendirdiğini irdelemek gerekir. Suriye petrolünün sömürüsü, kapitalist birikimin daha geniş dinamiklerinden ayrı düşünülemez; burada egemen devletler ve ulusötesi sermaye, çevreden merkeze doğal kaynakların sürekli aktarımını sürdüren hiyerarşik bir küresel sistemi dayatmaktadır.
Sömürge dönemi, Suriye’nin dünya ekonomisindeki bağımlı konumunun zeminini hazırladı. Fransız yönetimi altında, ekonomi metropol sermayesinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden düzenlendi; altyapı ve kurumlar, egemen bir sanayi gelişimini değil, kaynakların çıkarılmasını kolaylaştırmak üzere tasarlandı. Bu miras, resmi bağımsızlığın ardından da varlığını sürdürdü çünkü sömürge sonrası devlet, küresel kapitalist sistemin yapısal dengesizlikleriyle kuşatılmış bir şekilde var olmaya çalıştı. 20. yüzyıl ortalarındaki millileştirme çabaları, her ne kadar emperyal tahakkümle bir kopuş olarak sunulsa da ekonomik boyundurluğun kökleşmiş mekanizmalarını aşmakta yetersiz kaldı. Yabancı sermaye, dolaylı yollarla -finansal baskı araçları ve uluslararası piyasaların zorlayıcı gücü gibi yöntemlerle- etkisini sürdürdü. Bir başka analistin ifade ettiği gibi “Sömürgeciliğin biçimsel olarak sona ermesi, eski sömürgeleri bağımlı konumda tutan ekonomik hiyerarşileri ortadan kaldırmadı; yalnızca onları yeniden yapılandırdı.” (Harvey, 2003, s. 87).
Bağımlılık teorisi, bu dinamiği anlamak için kritik bir bakış açısı sunar; gelişmiş sanayi ekonomileri ile kaynaklara dayalı çevre ülkeleri arasındaki yapısal eşitsizlik ilişkisini, küresel işbölümünün bir sonucu olarak ele alır. Suriye’nin dünya pazarına petrol ihracatçısı olarak entegrasyonu, onu ham madde tedarikçisi konumuna iterken sanayi ürünleri ve ileri teknoloji üretimi kapitalist birikim sürecine eklenmiştir. Bu asimetrik ticaret ilişkisi, Suriye’nin kaynaklarından elde edilen kârın büyük ölçüde yabancı şirketler ve onların yerel aracılarının eline geçmesini sağladı; söz konusu gelirler çeşitlendirilmiş sanayi yatırımlarına dönüştürülmedi. Devletin petrol gelirleri üzerinde denetim kurma çabaları, yaptırımlardan örtülü istikrarsızlaştırma operasyonlarına kadar uzanan ekonomik sabotajlarla karşılandı; bu da egemen güçlerin, çevre ülkelerin bağımlılıktan kurtulmalarını aktif biçimde engellediğini gözler önüne serer.
20. yüzyılın sonlarında dayatılan neoliberal reformlar, devletin kapasitesini daha da aşındırarak kilit sektörlerin özelleştirilmesine ve Suriye’nin dışsal şoklara karşı kırılganlığının artmasına yol açtı. Bağımlılık kuramı, çevre ülkelerdeki yetersiz kalkınma eksikliğinin yapısal özelliklerine dikkat çekerek bu analizi temellendirir. Theotonio Dos Santos’un belirttiği gibi, “Bağımlılık, bazı ülkelerin ekonomilerinin, başka bir ülkenin kalkınması ve genişlemesi tarafından belirlenmesi durumudur.” (Dos Santos, 1970). Suriye’nin petrol gelirleri çoğunlukla dış borçların ödenmesine, temel tüketim mallarının ithalatına veya uluslararası kurumların taleplerinin karşılanmasına harcandı, bu gelirler yerel üretim kapasitesine yeniden yatırım olarak dönmedi. Her ne kadar yapısal uyum programları daha çok diğer Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilendirilse de Suriye ekonomik planlaması da dolaylı yoldan bu programlardan etkilenmiştir, özellikle bölgesel ticaret düzenlemeleri ve petrol fiyatlandırmasının IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar aracılığıyla belirlenmesi yoluyla. Devlet, petrol sektörünü millileştirme veya kamu işletmeleri aracılığıyla denetlemeye çalıştığında bile bu girişimler küresel piyasa koşulları ve emperyal güçlerin siyasi baskıları tarafından sınırlandırılmıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Suriye’deki petrol ticareti, emperyal mantıklarla iç içe geçmiş biçimde mevcudiyetini korudu. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ve ardından bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillenmesi, ulusal egemenliği koruma çabası içinde olan Suriye’nin Baas rejimi üzerinde derin etkiler yarattı. 2011’de patlak veren Suriye savaşı, yalnızca iç çatışmalar ve demokratik taleplerle açıklanamaz; bu savaş, petrol yolları, enerji koridorları ve bölgesel nüfuz mücadeleleri etrafında şekillenen jeopolitik çıkarlarla doğrudan bağlantılıdır. Ana akım anlatılar, çoğunlukla toplumsal huzursuzluk ve reform taleplerine odaklansa da materyalist bir analiz bu olayların arkasındaki derin yapıları ortaya koyar.
Suriye devletinin parçalanması, yeni aktörlerin -Kürt güçleri, İslamcı gruplar ve yabancı devletler gibi- petrol sahaları üzerinde kontrol sağlama imkanı yarattı. ABD ise terörle mücadele söylemini kullanarak petrol açısından zengin olan doğu Suriye’deki Deyrizor bölgesinde askeri varlığını devam ettirdi ve bu yolla fiilen kaynaklar üzerindeki hâkimiyetini sürdürme stratejisini pekiştirdi. ABD Başkanı Donald Trump’ın 2019’da açıkça “Petrolü elimizde tutuyoruz.” demesi, emperyal çıkarları dürüstçe itiraf eden bir söylemdi ve Lenin’in emperyalizmin ekonomik temellerine dair tezini bir kez daha doğrular nitelikteydi.
2011’deki ayaklanma ve ardından gelen savaş, yalnızca içsel bir siyasi kriz olarak değil, Suriye’nin küresel kapitalist düzende işgal ettiği bağımlı konumun bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Şiddetin hızla tırmanması, bölgenin politik ekonomisini kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirmek isteyen dış aktörler tarafından körüklendi. ABD ve müttefikleri, insani müdahale söylemi altında, enerji kaynakları ve boru hattı güzergâhları üzerinde stratejik hakimiyet kurmayı amaçlamış, bu doğrultuda rejim değişikliğini hedeflemiştir. IŞİD’in yükselişi sonrasında ABD destekli güçlerin Kuzeydoğu Suriye’deki varlığı büyük ölçüde bölgedeki petrol sahalarıyla ilişkilidir. Bu açık ekonomik yağma, askeri müdahalenin bir kaynak gaspı mekanizması olarak kullanıldığı sömürgeci uygulamaların sürekliliğini gözler önüne serer. Bir jeopolitik kuramcının da belirttiği gibi “Çevre ülkelerdeki savaşlar, çoğu zaman güvenlik ve demokrasi söylemi altında gizlenen, merkez ülkeler arasındaki ekonomik rekabetin mantıklı bir uzantısıdır.” (Amin, 2011, s. 54).
Suriye üzerindeki jeopolitik rekabet, Orta Doğu’daki egemenlik mücadelesinin daha geniş bir yansımasıdır; burada enerji kaynakları üzerindeki denetim hâlâ iktidarın belirleyici unsurlarındandır. ABD, Rusya ve İran’ın etkisini dengelemeye çalışarak bölgedeki hâkimiyetini sürdürmek isterken, Türkiye ve Körfez ülkeleri gibi bölgesel aktörler de kendi ekonomik ve stratejik çıkarlarının peşinden gitmektedir. Bu rekabet, Suriye’yi dış aktörlerin ajandalarına göre şekillenen, parçalanmış bir savaş alanına dönüştürmüştür. Ülkenin egemenliği yalnızca doğrudan askeri işgalle değil, aynı zamanda devletin işleyiş kapasitesini felce uğratmayı amaçlayan ekonomik savaş yöntemleriyle de sistematik olarak zayıflatılmıştır. Bu politikaların insani sonuçları -kitlesel yerinden edilmeler, altyapı çöküşü, yaygın yoksulluk- birer “talihsiz yan etki” değil, aksine baskı aracı olarak tasarlanmış kasıtlı uygulamalardır; egemen güçlerin taleplerine boyun eğmeyi zorlamak amacıyla devreye sokulmuşlardır.
Jeopolitik açıdan Suriye, Avrupa, Asya ve Afrika arasında kritik bir kavşakta yer alır; bu konum, ülkenin gerçek petrol rezervlerinden çok daha öteye geçen bir stratejik değer kazandırır. Suriye toprakları, Körfez’den Avrupa’ya uzanacak enerji hatları için -Hürmüz Boğazı ya da Süveyş Kanalı gibi siyasi açıdan istikrarsız geçiş yollarını devre dışı bırakarak- potansiyel bir transit güzergâh işlevi görebilir. Suriye rejiminin, Katar-Türkiye boru hattı yerine İran-Irak-Suriye hattını tercih ettiğine dair iddialar, enerji diplomasisinin jeopolitik çıkarlarla ne denli ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır. Şam’ın bu kararı salt ekonomik değil; aynı zamanda ABD destekli enerji rotalarına karşı bir ittifak beyanı niteliğindeydi. Bu tercihin, Esad rejimini devre dışı bırakmayı amaçlayan emperyal müdahalelerin aciliyetini artırdığı ileri sürülebilir -gerek doğrudan askeri müdahaleler gerekse vekâlet savaşları yoluyla. David Harvey’in de belirttiği gibi “Coğrafi manzara, sermaye birikimi ve emperyalist pratik yoluyla yeniden şekillendirilir”(Harvey, 2003). Petrolün coğrafyasında Suriye’nin oynadığı rol, onu küresel kapitalizm koşullarında sürekli kriz ve çatışma sahasına dönüştürmektedir.
Sömürgeci miras, yalnızca siyasi sınırlar biçiminde değil; ekonomik sömürü yapılarında ve sınıf oluşumlarında da yaşamaya devam etmektedir. Suriye’deki egemen sınıf -askeri elitler ve devlet yöneticileri dâhil olmak üzere- tarihsel olarak dış sermayeyle bütünleşmiş ve “komprador” olarak tanımlanan bir pozisyonda yer almıştır. Bu aktörler, küresel sermayeyle yerel toplum arasında aracılık eder; artı değerin dışarıya aktarımını kolaylaştırırken, kendi iktidar ve çıkarlarını küresel hiyerarşi içinde güvence altına alırlar. Kırsal ve kentsel emekçi sınıflar ise toprak mülkiyetinden veya güvenli istihdamdan mahrum bırakılarak adlarına yaratılan petrol zenginliğinden dışlanmıştır. Savaş, yaptırımlar ve abluka ile derinleşen bu dışlanma, nüfusun geniş kesimlerini ya hayatta kalma mücadelesine ya da göç yollarına itmiştir. Bu ekonomik yıkım, bir sapma değil; aksine, emperyal stratejinin ve kapitalist kriz yönetiminin öngörülebilir bir sonucudur. Samir Amin’in de belirttiği gibi, “Çevre, küresel kapitalist sistemin yeniden üretimini sağlamak amacıyla sürekli bir kriz ve bağımlılık hâlinde tutulur” (Amin, 1976).
Bu sömürünün uzun vadeli sonuçları, Suriye’nin ekonomik çözülmesinde açıkça görülmektedir. Bir zamanlar devletin başlıca gelir kaynaklarından biri olan petrol sektörü, büyük ölçüde yabancı aktörler tarafından ele geçirilmiş, böylece ülke yeniden inşa için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılmıştır. Savaş öncesinde zaten dışlanmış olan işçi sınıfı ve kırsal yoksullar, bu çöküşün en ağır yükünü taşımış; pek çoğu kayıt dışı ekonomilere itilmiş veya mülteci konumuna düşmüştür. Yıllarca süren çatışmalarla hız kazanan sistematik sanayisizleşme, Suriye’yi kalıcı bir bağımlılık konumuna kilitlemiştir; öyle ki temel ihtiyaçlar için bile ithalata ve dış yardıma muhtaç hâle gelmiştir. Bu durum merkez ülkelerdeki sermaye birikimini sürdürebilmek için çevre ülkelerin geri bırakılmasına dayanan kapitalist emperyalizmin mantıksal sonucudur.
Bu döngünün kırılması, yalnızca yabancı güçlerin ülkeden çıkarılmasıyla sağlanamaz; Suriye’nin politik ekonomisinin köklü biçimde yeniden yapılandırılması, sömürücü küresel piyasalara entegrasyon yerine egemen kalkınma önceliğinin benimsenmesini gerektirir. Tarihsel örnekler; millileştirmenin tek başına yeterli olmadığını, çekirdek kapitalist devletlerin yapısal tahakkümüne meydan okuyan daha kapsamlı bir anti-emperyalist stratejinin zorunlu olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Suriye’nin petrolü üzerindeki denetim mücadelesi, sadece yerel bir sorun değil; sömürülen uluslarla egemen güçler arasındaki küresel çatışmanın bir parçasıdır. Gerçek bağımsızlık, ancak ekonomik ilişkilerin radikal biçimde yeniden düzenlenmesiyle -kaynakların halkın demokratik denetimine verilmesi ve küresel sermayenin dayatmalarına direnilmesiyle- mümkün olabilir.
Kaynakça
Amin, S. (2011). Global history: A view from the South. Pambazuka Press.
Harvey, D. (2003). The new imperialism. Oxford University Press.
Smith, N. (2005). The endgame of globalization. Routledge.
Additional Suggested Sources (if needed for expansion): Arrighi, G. (1994). The long twentieth century: Money, power, and the origins of our times. Verso.
Frank, A. G. (1967). Capitalism and underdevelopment in Latin America. Monthly Review Press.
Wallerstein, I. (1974). The modern world-system I: Capitalist agriculture and the origins of the European world-economy in the sixteenth century. Academic Press.
Amin, S. (1976). Unequal development: An essay on the social formations of peripheral capitalism. Monthly Review Press.
Dos Santos, T. (1970). The structure of dependence. American Economic Review, 60(2), 231–236.
Harvey, D. (2003). The new imperialism. Oxford University Press.
Lenin, V. I. (1917). Imperialism, the highest stage of capitalism. International Publishers.
Luxemburg, R. (1913). The accumulation of capital. Routledge & Kegan Paul.
Luxemburg, R. (1913). Die Akkumulation des Kapitals: Ein Beitrag zur ökonomischen Erklärung des Imperialismus. Vorwärts-Verlag.
Marx, K. (1867). Capital: A critique of political economy (Vol. 1). Penguin Classics.