12 Yıllık Esaret Filminde Gizli Öznenin Teşhiri: Solomonlar ve Solomonluk | Evren Demiryürek

Sınıfa.

“Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim insanını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.”

            Köleliğe, köleliğin yasal olduğu yıllara dair anlatılarda sıklıkla gözlemlenen kritik sorun, mevzunun köle ile sahip arasındaki ilişki ya da kölelerin mahkûm edildikleri korkunç koşullar üzerinden değerlendiriliyor olmasıdır. Söz konusu değerlendirmedeki başat unsur ise empatidir. İnsan, böylesi bir empati kurduğunda kölenin içinde bulunduğu durumla kendisini özdeşleştirir ve bir an için kölenin durumunda olmadığına şükreder. Benzer örneklerle birden fazla kez karşılaşıp bu tip bir empati kuran birey, “yeteri kadar” sömürülmediği için şükürcü bir tavrı içselleştirir.  Dolayısıyla isyana, öfkeye ve dirence dönüşmesi umulan empati; korkuya, şükürcülüğe ve arabeske dönüşür. Durum öyle yakıcıdır ki insan okuduğu, izlediği ve dolaylı şekilde tanıklık ettiği olaylar bütününde sahibe, köleye ve kölenin hak etmediği zulme odaklı bir düşünceye hapsolup radikal değişim ufkunun zahmetli sürecinden kendini arındırır. Ortaya çıkan tablonun yarattığı derin etki, ondan başka bir meseleyi düşünmeyi olanaksız kılar sanki. Tüm bunların sebebi belki de artık konusunun kapandığına inandığımız ya da inanmak istediğimiz bir öyküye rastlamamızdır. Sonuçta kölelik bir zamanlar yasa koyucu marifetiyle verili koşul(!) hâline getirildiğine ama neyse ki insanlık bu hatasının farkına vardığına göre geriye incelenebilecek tek şeyin sahiple köle arasındaki egemenlik ilişkisi ile hepimizi tarihimizden utandıran koşullar olduğu varsayılır. Ne var ki o kritik sorun tam da buradadır. Çünkü böyle bir bakışla üzeri örtülen gizli ve esas özne diğerleridir; ne sahip ne de köle olan fakat onlarla aynı havayı soluyan diğerleri: Solomonlar.

Kölelik söz konusu olduğunda, yazının devamında “Solomonlar” olarak ifade edeceğim diğerleri üzerine yapılacak bir inceleme, belki de geriye kalan tüm incelemelerden daha anlamlı sonuçlara gebedir. Peki, kimdir bu Solomonlar? İşte şimdi 12 Years a Slave (12 Yıllık Esaret) filmini okumaya geçebiliriz.

            Filmin aslında ne üzerine olduğuna dair tezimi en başta belirtmem yerinde olacak: Yönetmen Steve McQueen; geçmişi, hatta köleliği bile değil, 1800’lü yıllardan günümüze kadar değişmeyen ve hâlen güncel olan Solomonluk sorununu kahramanı üzerinden lanetlemektedir. Özü itibarıyla bir orta sınıf eleştirisi söz konusudur. Yönetmen, bir zamanlar insanların derilerinin rengi yüzünden neler yaşandığını göstermekten ibaret bir derdin ötesindedir yani. Gerçekten de bu filmde köle de, kölelik de, tarihin bir döneminde yaşanmış olan gerçekler de dekordur. Esas mesele Solomon ve –Oblomovluk’a atıfla– Solomonluk illetidir. Evet, bu bir illettir.

            Film, zamansal açıdan hayatın olağan akışında olduğu gibi başlangıçtan sona doğru, yani düz bir çizgide ilerlemez. İzleyiciler olarak Solomon karakterini geçmişe dönülen anlarla çözeriz. Bu bağlamda ilk önemli sekans, Solomon’un kaçırılıp bir gemideki diğer kölelerle birlikte New Orleans’a getirildiği bölümde gerçekleşen geçmişe yolculuktur. Gemi demir attığında, vücutları işkenceyle dağlanmış ya da uzuvları steril bir ameliyathanede değil de işkence veya ceza amacıyla kesilmiş köleleri/siyahileri izler Solomon. Sonra bir anda onun “özgür” olduğu geçmiş günlere dönülür. Filmin yirmi altıncı dakikasında başlayan bu sekansta ailecek kasaba merkezine inilmiştir, Solomon’un saygıyla (insanca) karşılandığı bir dükkânda karısına çanta bakılmaktadır.

Derken efendisinin yanından ayrılan bir köle de içeri girer. Dükkân sahibi onu “özgür” bir siyahi sanıp “Hoş geldiniz efendim.” der. Çok geçmeden efendisi peşinden gelip tıpkı insanları rahatsız eden köpeğini çağıran birisi gibi “Jasper!” diye seslenir, içeridekilerden özür diler, ardından “Dışarı!” diyerek onu dükkândan çıkartır. Solomon bunu görür. O limanda böyle bir olayı anımsaması, pişmanlık ya da o güne kadar fark etmediği duyarsızlığına dair bir aydınlanıştan değildir asla. Jasper ile eşitlendiğini, başka bir deyişle Jasper’ın “düştüğü” yere kadar düştüğünü, o an onunla aynı noktada olduğunu kavrayıp buna içerler esasında.

Nitekim Solomon’un diğer kölelerle oraya getirilene kadarki süreçte sergilediği tavırlardan da onun esas meselesinin ne olduğuna dair ilk ipucunu yakalarız. Zincirlenmiş şekilde bir zindanda uyandığı, sonrasında tanımadığı bir beyazın içeri girip aralarındaki “statü” farkını belli etmek için ona “boy”, yani “oğlum” diye hitap ettiği sahnede Solomon’un ilk tepkisi New York, Saratogalı özgür bir adamı orada tutmaya haklarının olmadığı yönündedir. Burada açığa çıkan şey; Solomon’un köle statüsündeki diğer siyahilerin varlığını bildiği, onun o anki durumunun diğerleri söz konusu olduğunda anlaşılabileceği ama kendisinin diğer siyahilerden farklı olarak “özgür bir Amerikalı” statüsüne sahip olduğu ve yanlış bir anlaşılmadan ötürü hata yapıldığı düşüncesidir. Yani Solomon, orada da sırf renklerinden ötürü insanlara neler çektirdiklerine, nasıl muamele edildiğine dair bir aydınlanma yaşamaz. O güne kadar durumun içler acısı hâlini bilmiyormuş da orada öğrenmiş değildir. Solomon her şeyi bilmektedir; onun tek iddiası, kendisine kölelerle aynı muamelenin yapılmasının bir hata olduğudur. İlgili sekans, sırtında kırılan bir tahtayla işkenceye uğraması ve zindanın parmaklıklarına doğru yardım çığlığı atmasıyla son bulur.

Yine gemide geçen bölümde hiçbir şeyin limana vardıktan sonra yaşanacak şeylerden daha kötü olamayacağını söyleyerek diğer köleleri örgütlemeye çalışan siyahiyle Solomon arasındaki uzaklık da bir veridir. Bu uzaklık; bir beyaz yakalının, bir memurun ya da öğretmenin, işçi ve dolayısıyla işçi sınıfına mensup olmadığına inandığı için işçi sınıfının temsilcisi olan örgütlerle arasına koyduğu mesafeye benzer. Solomon’a göre o köle değildir, ortada bir yanlış anlaşılma vardır, o yüzden olası bir isyana kalkışarak veya katılarak konforunu riske atması akıllıca bir karar olmayacaktır. –Ne de olsa bir gün çok çalışıp zengin olacağına inanan ya da şu an asgari ücrete talim etmediği için kendini şanslı sayan insanların konforlu sandıkları için kaybetmeye korktukları koşullarını anımsayalım.– Solomon, bu konforlu alandan beyaz bir adamın siyahi bir kadını son derece olağan şekilde tecavüz amacıyla uyandırışına, siyahi kadının ise itiraz etmeden ona boyun eğişine tanık olduğu anlarda bile çıkmaz. –Bu noktada da çalışma arkadaşlarının uğradığı mobbingi bilmesine, görmesine, duymasına ya da insanların “kullan-at” rahatlığıyla işten kovulabildiği bir atmosferde soluk almasına rağmen isyan etmeyenleri, edemeyenleri anımsayalım.– Solomon’un her şeye rağmen korumayı başardığı umudu, karada “özgür” birisinden isteyeceği yardımdadır. Sonra her şey eski –ve yalnızca kendisi gibi özgür statülüler için güzel olan– hâline kavuşacaktır; umudu bireysel ve dolayısıyla bencilce bir umuttur. Nihayet gemi limana demirlediğinde, Clemens isimli köle efendisine doğru koşarken Solomon’un onun ardından bağırışı da ortadaki yanlış anlaşılmayı düzeltmek adına Clemens’in sahibiyle iletişim kurma amacına dayanır. Sahip, New York’taki yetkililere ulaşacak, Solomon’un durumunu haber verecek ve Solomon kurtulacaktır. Ancak Clemens onu umursamaz. Yukarıda detaylandırılan geçmişe dönüş de bu umudun sonlanışıyla başlar.

İlk kurtuluş umudu söndükten sonra, satılık kölelerden birinin de Solomon olduğu köle pazarı sekansı başlar. Köleleri pazarlayan tüccarın tavırları, sözleri, deyim yerinde ise “satış stratejileri” tam da mal pazarlarındaki kişiler gibidir. Çoğu çıplak olan kölelerin kalçalarına, yüzlerine vurarak ve at muayene eder gibi onların dişlerini muayene ederek “ürünlerini” pazarlamaktadır tüccar.

Öyle sınırsızdır ki dört, beş yaşındaki bir kız çocuğunu düzgün hatları sayesinde çok para getirecek bir “ürün” gibi nitelemekte bile beis görmez. Solomon işte tüm bunlara şahit olur orada. Onun bakışları, ifadesi, bir türlü akmayan yaşlarla dolu gözleri dokunaklı gelir insana ama o ifadeyi yaratan asıl his kendine acıma duygusudur. Acımanın, “bir insanın layık olmadığı duruma düştüğünü gördüğümüzde oluşan duygu” şeklindeki tanımını hatırlarsak eğer, o pazarda “layık olmadığı duruma düşen kişinin” de yine Solomon’a göre kendisi olduğu açıktır. Yüzündeki ifadenin alametifarikası budur; ortamın mide bulandırıcı atmosferi, olağan kabul edilen alçakça muameleler, kendini insan olarak tanımlayan hiç kimsenin onaylayamayacağı yaklaşımlar değildir asla, sadece ve sadece kendine acımadır.

Şimdi günümüz gerçekliğine kısa bir dönüşle somutlaştıralım: Solomon’un pazardaki durumu; bir doçentin, bir insan kaynakları müdürünün ya da bir cerrahın aniden kimliksizleştirildiği bir kurguda kendini Yeşilçam filmlerinden hatırlayacağımız gündelik işçi pazarında bulmasını andırır. Onun kendine acıma duygusunun merkezde olduğu sonsuz kederi ise onca insanın gündelik iş için sıraya girdiği, birisi tarafından seçildiği, neresinden bakarsak bakalım mecburiyetin insanı ittiği kötü koşullara, kimsenin hak etmediği yoksulluğa yönelik değildir. Bir doçent, bir müdür ya da bir cerrah olmasına rağmen orada o gündelik işçilerle aynı muameleyi görmeyi hak etmediğine duyduğu inançtan doğan bir keder vardır onda. İşte Solomonluk budur! Kimilerinin insanca kimilerinin ise insanlık dışı şartlarda yaşadığı bir düzene bilerek ya da bilinçsizce meşruiyet kazandıran bu düşüncededir. Lafı biraz uzatmak pahasına; hepimiz bir kasa kuyruğunda, bir kebapçıda ya da bir giyim mağazasında “hizmet personeli” olarak adlandırılan kişilerin çok kötü koşullarda (örneğin tüm gün ayakta) ve bir kuralmış gibi dayatılan asgari ücret karşılığında çalıştığını biliriz. Orada bugün birçok insanın sığındığı ama nihayet artık geçerliliğini yitirmeye başlayan düşünce şudur: “Okumadıkları için başlarına geleni hak ediyorlar.” Böyle söze dökülmez elbette ama “Okusaydı…” diye başlayan her cümlenin arkasında yatan düşünce budur. Devamında, vicdanlarda başlayan yangını tamamen söndürmek için “Ben boşuna dirsek çürütmedim.” şeklinde söze dökülen, böylece karınca ile ağustosböceği hikâyesinin onaylandığı bir düşünce de belirir. Bugün hepimize “gerçek hayat” diye dayatılan kapitalist kurguyu biricik kurgu zannetmek hastalığından ötürü gözleri ve algıları körleşmiş insanların verdiğim örneğe getirebilecekleri itirazları tahmin etmek güç değil. Bu nedenle tüm gedikleri kapatmak adına şunları hatırlatmak durumundayım: Gelir adaletinin, mutlak fırsat eşitliğinin, bölgelere göre değişmeyen yaşam standartlarının hüküm sürdüğü koşullarda yaşamış olsaydık orada bu “okumuş – okumamış” ayrımına belki bir ihtimal anlamlılık atfedebilirdik. Ancak konu bağlamında; ister anasınıfı olsun ister üniversite, fark etmez, tek bir özel okulun varlık zemini bulabildiği yerde böyle bir anlamlılıktan söz etmenin imkânsızlığını ve 2001 ile 2005 yılları arasında “Haydi Kızlar Okula!” kampanyasının yapıldığı şartlardan geldiğimizi unutmamamız gerekir. Eğer bu gerçekleri unutursanız, siz, “Ben yokluklar içindeydim ama yine de okudum!” cümlesini, dünyaya bir kız çocuğu olarak geldiği için okumaması gerektiği kararı alınan ve okutulmayan kişiye söyleyebilen, kendinizi onunla kıyaslayabilen bir pozisyona düşersiniz. Dolayısıyla “okumuş – okumamış” şeklindeki ayrımın günümüz koşullarında aslında ahlâksızca bir ayrım olduğu gerçeği, ne türlü yokluklar içinde yine de okumuş kişilerin biricik ölçüt mertebesine yükseltilmesiyle savuşturulabilir ne de onların emeğini değersizleştirir. Belli alanlarda yetkin hâle gelmiş kişilerin konumlarını da tehdit etmez bu, o insanları yetenekleri olmayan başka alanlarda zorla çalıştırmak gibi düşüncelerin kapısını da aralamaz. Buradaki tuzağı kaba bir benzetmek üzerinden görmek zorundayız: Yoksulluk, imkânlara eşit şekilde erişememek bir yangına benzetilebilir ise, her türlü zorluğa rağmen kendini eğiten ya da belli bir noktaya ulaşabilen insanlar da o yangından canını kurtaranlardır diyebiliriz. Ne var ki onlar canını kurtardı diye yangın aklanamaz, basitleştirilemez. Her yangında, evet, kurtulanlar vardır ama hiçbir günahı olmamasına rağmen yananlar da vardır. Kurtulanları işaret edip kurtulamayanları akılsızlıkla yahut alını kullanmamakla mahkûm etmeye kalkmak ise yangını çıkartan faillere yönelik bir soruşturmayı engellemek ve dolayısıyla onları aklamak gibi bir tuzağa düşmeyi beraberinde getirir. Öyleyse mesele, tıpkı Solomon gibi, bizim de her gün her yerde karşılaştığımız insanların şartlarını, durumlarını, köleden hallice denebilecek koşullarda yaşamaya çalıştıklarını görüyor, biliyor ama yine de hayatımıza devam ediyor oluşumuzdur. Bu devam edişin kaynağı ise, Solomon için “özgür statü” ne ise bizim için de “okumuş olmak” ve benzeri gerekçelerdir. Solomonluk, bir gün kendimizi bir gündelik işçi pazarında ya da bir market kasasının arkasında bulduğumuzda “Boşa dirsek çürüttüm!” diye kendimize acımamız, dolayısıyla diğerlerinin yaşadığı şartları meşrulaştırmamıza hizmet ettiği için bir illettir.

İlgili bahsi yazının sonunda derinleştireceğiz. Şimdi tekrar filme dönelim. Filmi, Solomon’un kölelik serüveninin başlangıcından itibaren iki bölüme ayırabiliriz: Benedict Cumberbatch’in canlandırdığı William Ford bölümü ve Michael Fassbender’ın canlandırdığı Edwin Epss bölümü.

William Ford Bölümü

            William Ford, her hâliyle “iyi huylu bir efendi” niteliğine sahip gibidir. İş aralarında kölelere İncil’den bölümler okuyan bu dindar efendi izleyicide de iyi olmaya çalışan bir insan izlenimi uyandırır. Onun aslında kim ve ne olduğunu anlamak için önce başka bir karakteri incelememiz gerekiyor:  Paul Dano’nun canlandırdığı John Tibeats karakteri. Bu bölümde sahip ile köle arasındaki egemenlik ilişkisi, John Tibeats ile diğer köleler arasındaki ilişkide belirgin şekilde gözlemlenir.

John Tibeats’in en başta yaptığı eylem, karşısına dizdiği kölelerle arasındaki farka yönelik net bir çizgi çekmektir: “Bana ‘efendi’ diye sesleneceksiniz!” O toplantının sonunda, kimin efendi kimin köle olduğunu daha da belirginleştirmek ve kölelerin aklından kaçma fikrini atmak için Run, Nigger, Run (Koş, Zenci, Koş)[1] adlı şarkıyı ritim tutmaya zorladığı kölelere karşı söyler. İlgili bölümde kayda değer olan birkaç sahneden söz etmek yeterli olacaktır. İlki, Solomon’un çiftlikteki işlere yönelik nakliye masraflarını azaltmak için yaptığı önerinin gerçekleştiği sahnedir. Bu sahnede John Tibeats, Solomon’a “Sen bir mühendis misin yoksa zenci misin?” diye sorar. Söz konusu soru, özgürlerle köleler arasındaki ayrımı ama daha da önemlisi “zencilerin” hayata nasıl başladıklarını ortaya koyduğu için önemlidir. Tıpkı kız çocuklarının okutulmaması gibi, siyahilerin de belli fırsatlara ulaşmasının en baştan engellendiği bir sistem söz konusudur. Diğer yandan burada yine aynı iki durum için geçerli olan bir kafa yapısının izleri de bulunmaktadır: Bir insanın diğerini kategorik olarak aşağı görmesi, onun belli bir eğitim olanağından yararlansa da gelişim gösteremeyecek türden canlı olduğunu içselleştirmiş olması. Yani John Tibeats, siyahilerin sırf siyahi oldukları için eğitim olanaklarından yoksun bırakıldıklarını bilen ancak “efendiler” ile “köleler” ayrımını norm kabul ettiği için o soruyu yine de sorabilen bir mahlûktur. Tam da bu nedenle, iyi huylu efendi izlenimi uyandıran William Ford’un, Solomon’un önerisini mantıklı bulup hayata geçirmesiyle birlikte John Tibeats ile Solomon arasındaki gerilim derinleşir. Böyle bir kırılmanın ardından John Tibeats bütün oyunu Solomon’a zulmetmek üzerine kurar ve en sonunda Solomon, John Tibeats’i yere serip yumruklar. Kölenin efendiye yönelik bu cüretkâr çıkışının arkasında William Ford’un verdiği güven ve bu güvenin yarattığı konforlu alanda hissetme duygusu vardır. Nitekim William Ford, Solomon’un keman çaldığını öğrenip ona keman verecek kadar “demokratik”, “sevecen” bir tavır sergilemektedir. İşte Solomun’u esas olarak bu yaklaşım heyecanlandırır. Solomon’un ilgili bölümdeki umudu, William Ford’a kendini beğendirmek, efendisinin gözünde parlamak, nihayetinde bir iletişim olanağı yaratmak ve böylece onun New York’a haber ulaştırmasını sağlamaktır. Kafasında hâlâ yalnızca kendi kurtuluşunu merkeze alan “ortadaki yanlış anlaşılmanın çözülmesi” düşüncesi vardır. O yüzden canla başla çalışır, öneriler sunar, yeri geldiğinde bir beyaza karşı koyacak kadar ileri gider. Onun heves ve azmi; kendini hiçe saymak ve kendinden farksızlara yapılan muamelelere körleşmek pahasına kariyer basamaklarını tırmanıp işçilikten patronluğa atlayacağını sanan günümüz insanlarının heves ve azimleriyle aynıdır. Sahibime/patronuma/siyasilere yeterince yaltaklanır da göze girmeyi başarırsam içinde bulunduğum koşullardan kurtulurum şeklindeki utanç verici inanca dayanır o heves ve azim.

İlgili bölümün en önemli sekansı, filmin otuz dokuzuncu dakikasını kırkıncı dakikaya bağlayan anlarında başlayan sekanstır. Yemek molasında, köle pazarından birlikte getirildiği Eliza, köle pazarında “hatları düzgün olan” dört, beş yaşındaki kızından zorla kopartıldığı için ağlamaktayken Solomon ona inlemeyi kesmesini söyler.

“Kendini böyle salarsan kederinde boğulursun.” diye devam eder Solomon, bir yaşam koçu edasıyla.

“Sen çocukların için ağlamayı bıraktın mı? Ağlamıyorsun ama kalbin onları unutacak mı?” diye sorar Eliza.

“Onlar benim kanım.” der Solomon, dokunaklı şekilde.

“Ağlamamdan kime ne o zaman?” diye çıkışır Eliza. “Sahiple, sahibeyi mi üzüyorum? Benim kederimden çok onların iyiliği mi umursadığın?”

“Sahip Ford iyi bir adam!” diye çıkışır Solomon.

Orada Eliza karşısındakinin körlüğü karşısında öfkeye kapılarak “O bir köle tüccarı!” diye bağırır.

“Mevcut koşullarda.” der Solomon.

“Mevcut koşullarda o bir köle tüccarı!” diye yineler Eliza.

Sonra Solomon’u William Ford’a yaltaklanmakla suçlar. İşte orada Solomon, Eliza tarafından faş oluşuna yönelik esas niyetini de belli eden şu savunmayı yapar: “Hayata tutunuyorum! Umutsuzluğa kapılmayacağım. Sahip Ford benden faydalanabilir. Özgürlük şansı doğana dek kendimi ayakta tutacağım!”

Solomon’un savunması neye benziyor? Örneğin bir havalimanında sırf bir bakan oradan geçip uçağa binecek diye sıraya dizilerek bakanı karşılamak zorunda bırakılan personellerin gün sonunda o eylemi kendilerine açıklamasına, “Neden bu kadar çaresizim?” diye sormak ve öfkelenmek yerine eylemlerine “ekmek parası” gereği meşruiyet kazandırmasına. Aynı zamanda; sırf kendi kurtuluşuna, sınıf atlayıp “zenginlerden olacağına” inandırıldığı için kendi kendini sömürmeye başlayan, kendini “işçi” gibi değil de “girişimci” sanan, bu nedenle Byung-Chul Han’ın sözleriyle “performans öznesine” dönüşen ve ortak eyleme geçeceği “biz”den kendini ayırıp “ben” olarak kurtuluş mücadelesi verilebileceğine inanan zavallıların “kişisel gelişim” nutuklarına. Elbette günümüz kapitalizminin koşullarıyla 1800’lü yıllardaki koşullar aynı değildir. Bugün “efendi” ve “köle”, “soylu” ve “serf”, “siyah” ve “beyaz” gibi “statüler” yoktur. Bugün yasalar karşısında eşit olan iki bireyin, yani patron ile işçinin arasında iş sözleşmesiyle dolayımlanan saf ekonomik sömürü vardır. Ancak burada gerek feodal koşullarda gerekse de günümüz koşullarındaki tuzağı ve ideolojinin inşa ettiği insan tipinin düşünce sistematiği arasındaki benzerliği yakalamak önemlidir. 1800’lü yıllardan bugüne neredeyse her şey değişmiştir ama sömürenle sömürülen arasındaki çelişkide bazı şeyler aynı kalmıştır. Yönetmenin bu durumu yakaladığını düşündüğüm için yazının başındaki “1800’lü yıllardan günümüze kadar değişmeyen ve hâlen güncel olan Solomonluk sorunu” ifadesini hatırlatmakta yarar görüyorum.

Filme dönelim tekrar: Solomon’un savunması üzerine Eliza görmeye direnen körün gözlerini açmak için William Ford’un onunla ilgili gerçeği (Solomon’un aslında özgür bir siyahi olduğunu) fark ettiğini söyler. Durumu bildiğini ama hiçbir şey yapmadığını ve yapmayacağını vurgular. “Ödüllü hayvanlardan farksız davrandığı” şeklinde itham ettiği Solomon’a “Çağır onu (William Ford’u), daha önceki hayatını anlat, ne yapıyor gör bakalım!” diyerek meydan okur. Doğrudan Solomon’un umutlarına ve kahredici stratejisine yönelik gerçekleşen bu saldırı sonrasında Solomon Eliza’yı sertçe kavrar ve “Özgürlüğümü savunacağım derken sırtım yaradan geçilmez oldu, beni suçlama!” diye yalvarır ona. Ardından Eliza da bir özeleştiri sunar: “Hayatta kalmak için rezil şeyler yaptım ve sonra kendimi burada buldum. Hakkımı arasaydım daha kötüsü olmazdı.” Günümüze tercüme edelim: “Örgütlenmediğim, direnmediğim, isyan etmediğim için bu hâldeyim!” der.

            Yukarıdaki sekans, filmin aslında köleliği değil “Solomonluk illetini” anlattığına yönelik tezi güçlendirmesi açısından önemli. Burada Solomon artık çırılçıplaktır. Onun için biricik problemin, köle olmamasına rağmen köle muamelesi görmek olduğu ortaya konmuştur. William Ford’un “iyiliği”, Solomon için kendisiyle ilgili gerçeklerin ortaya çıkabileceği bir fırsattan ibarettir. Kölelik, muhtemelen istismar edilmek üzere annesinden ayrılan dört, beş yaşındaki kızın yaşayacakları, hemen önünde bir annenin kopartıldığı çocuğu için inlemesi Solomon’un temel motivasyonları değildir. Yalnızca kendini kurtarmak umuduyla körleşmiş insan prototipinin izdüşümüdür Solomon. Nitekim John Tibeats’i yere sermesinin bedelini ağaca asılıp infaz edilerek ödemek üzereyken kâhya tarafından kurtarılan Solomon, maceranın finalinde onu Tibeats’ten koruyan Ford’a yalvarıp son kozunu oynar: “Köle olmadığımı bilmelisiniz. Buraya gelmeden önce özgür bir adamdım.” Orada Ford’un, yani bir köle tüccarının gerçek yüzüyle tanışır. “Burada senin hayatın için çabalıyorum!” diye tersler onu “iyi huylu” Ford. Peki, bu neye benziyor? Ford kimi andırıyor? Onca insana ekmek verdikleri ve Cumhuriyet ideolojisiyle dertleri olmadığı izlenimi uyandırdıkları için kitle tarafından aklanan, Kemalist devrimden sonra palazlanmış “yerli” burjuvaziye. “Adaletli” olsun diye “bir sağdan bir soldan” asan 12 Eylül faşizminin liderine “Emrinize amadeyim!” diye mektup yazabilmiş Vehbi Koç’u ve onun onlarca insana ekmek verdiği, evet, verdiği gerekçesiyle aklanabildiği trajik yanılgının hâlâ daha nefes aldığını anımsayalım. Köle tüccarında “iyilik” aramak ve bulduğunu sanmak ne ise sermaye sınıfında iyilik aramak ve bulduğunu sanmak aynı şeydir diyebiliriz. Onların iyiliği, yalnızca sizin köle olarak kalmayı kabul ettiğiniz şartlarda “görünür” olur. “Ben aslında özgür bir insanım.” derseniz, “iyi huylu” sermayedarın gerçek yüzüyle siz de tanışabilirsiniz. Sonuçta William Ford, borçlarını Edwin Epps’e devrettiğini, kendini “zenci terbiyecisi” olarak niteleyen bu adamdan başka onu satacak birini bulamadığını, onun “özel bir zenci” olduğunu ama “ben aslında özgürüm” masalının ona bir fayda getirmeyeceğini ve artık Edwin Epps’in “malı” olduğunu söyler. İlgili bölüm, köleliğe atılan ilk adımda şartların nispeten iyi olduğu bir bölümdür. Yönetmenin kurguyu bu şekilde planlaması, hepimizin deneyimlediği yaşamla örtüşür. Hiçbir şey bir anda korkunç olmaz çünkü. Adım adım, alıştıra alıştıra derinleşir esaret.

Edwin Epps Bölümü

            Edwin Epps, gerçekten de “zenci terbiyecisi” nitelemesine hakkını veren, kırbacıyla dolaşan alkolik bir karakter olarak karşımıza çıkar. Kaba bir kıyaslama yapmak gerekirse; William Ford, 1960’lı yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin korkusundan yumuşamak ve nispeten “sosyal devlet” anlayışını benimsemek zorunda kalan kapitalist bir devlet ise Edwin Epps 1990’lı yıllarda ipini kopartan kapitalizmin açık sömürü koşullarına kavuşmayı başarmış biçimidir diyebiliriz. İlk başta karşısında topladığı kölelere İncil’den bir bölüm okuyup İncil’in kendisine “zencileri” kırbaçlama hakkı verdiğine yönelik bir yorum yapar. Bu, “Başınıza gelecekleri bilin.” demektir; kapitalizm artık açık sömürü koşullarına ulaşmış ve kartlarını korkmadan oynamaktadır. Epps, pamuk tarlasında ölümüne çalıştırdığı kölelerin günlük hasılatını ölçer her akşam. Genel performansa (bir kişinin ortalama kaç kilo pamuk topladığına), bir gün önceki performansla bir gün sonraki performans arasındaki farka (Düşüş olmuş mu yoksa bir önceki gün aşılmış mı?) bakan ve “sınıfta kalanları” ayırıp rutin kırbaç cezasına yollayan bir canavardır o. Açık şekilde yönetmenin Taylorizme yaptığı bir göndermedir bu.

            Filmin şiddet dozu en yüksek ve dolayısıyla en rahatsız edici bölümü olduğu için yalnızca önemli detaylar üzerinde durmak yerinde olacak. Solomon’un bu bölümdeki ilk umudu, Sahibe Epps’in onu kasabaya alışverişe yollamasıyla başlar. Bir ihtiyatsızlık yaparak kadının ona verdiği listeye okur gibi bakmış (yani okumuş), bu durum onun “okuma yazma bilen bir zenci” olduğunu ortaya çıkartmıştır. Ancak Sahibe Epps onu uyarmakla yetinmiştir. Solomon artık alışveriş için kasabaya gitmesine izin verilen köle olmuştur. O günlerden birinde kasabadaki dükkândan aldığı kâğıtlardan birini kendine saklar Solomon. Umut, New York’a ulaştırılacak mektuptur artık. Bir sezonluğuna Yargıç Turner adlı kişiye kiralandıkları süreçte, böğürtlen yenen bir gün, böğürtlenin kırmızı suyunu mürekkep gibi kullanabilme fikrine kapılır. Bir tahtayı bıçağıyla yontarak kaleme benzeyen aparat yapar. Ancak geceleri gizlice yazmaya kalktığında böğürtlenden elde ettiği kırmızı suyun işe yaramadığını görür. Yine de biliriz ki bu çabasına devam edecektir. Zaman akar…

Solomon’un umudunu yeniden canlandıran kişi, Edwin Epps’in çiftliğine geri döndüğünde karşılaştığı, beyaz olmasına rağmen kölelerle çalışan Armsby adlı karakterdir. Armsby, her gün insanları kırbaçlamanın ruhunda telafisi olmayan yaralar açacağı gerekçesiyle kâhyalıktansa pamuk işçiliğini seçtiğini söyler Solomon’a. Onun bu açıklamasından etkilenen Solomon gece yanına gider ve ondan kendisine bir mektup zarfı getirmesini ister. Yazmanın yolunu bulmuştur, kemancılık yaparken kazandığı ve saklamayı başardığı parası karşılığında mektubu postaneye götürecektir Armsby. Ancak Armsby, Solomon’u gammazlar.

Edwin Epps tarafından uyandırılan ve sorguya alınan Solomon, Armsby’nin bir yalancı olduğu konusunda ikna eder Epps’i. Epps’in yanıtı hoştur: “Özgür ve beyaz olmasaydı görürdü o.” Mektubu yakar Solomon, böylece umudunu da kaybetmiş olur.

            Solomon’un ilk ve sonra ikinci umudunu bulması, ardından ilk ve sonra ikinci umudunu yitirmesi arasında geçen süredeki tanıklıkları çok önemlidir. Çünkü bu tanıklılar, Solomonluk’tan doğan boş umutların insanı ne denli sınırsız bir noktaya sürüklediğini gösterir. Solomon bu süre içinde defalarca kırbaçlanmıştır. Alışverişe gittiği bir gün bir kölenin yargısızca asılarak infaz edildiğine şahit olmuştur. Edwin Epps’in, az sonra tanıtacağımız Patsey adlı, muhtemelen çocuk yaştaki köleye tecavüz edişine, Sahibe Epps’in, Patsey’nin yüzüne kristal viski karafı fırlatmak gibi şiddet eylemlerinden nefret eylemlerine kadar geniş bir yelpazedeki tutumlarına tanıklık etmiştir. Patsey yaşadığı zulme daha fazla dayanamadığı ama intihar da edemediği için Solomon’dan kendisini öldürmesini bile istemiştir. Edwin Epps’in bütün gün ölümüne çalıştırdığı köleleri bir de gece uyandırıp dans ettirdiği ritüellerinde keman çalmıştır Solomon. Yani köleliğe, kölelerin yaşadığı mezalime dair görülebilecek ne varsa hepsini hem görmüş hem de deneyimlemiştir. Çiftlik ortamını bir ülke, Epps’i de bir diktatör gibi düşünürsek eğer “tebaa” pozisyonundaki halkın görmediği, duymadığı, yaşamadığı zulüm kalmamıştır. İşte Solomon’un zihninin merkezinde yer alan bencilce plan, böyle ağır şartlarda bile yerinden kımıldamamış, yerini başka bir stratejiye bırakmamıştır. Başkaldırı veya radikal kopuş, bencilliği ve bireyselliği yenilgiye uğratıp merkezdeki seçenek hâline gelememiştir hâlâ. Solomon, efendisiyle sürtüşmeyi biraz olsun göze alsa da merkezde hâlâ aslında özgür bir siyahi olduğunun anlaşılacağı güne dair özlem ve umut vardır. Solomonluk illetini bir illet yapan da budur zaten; bireysel kurtuluş umudundan radikal şekilde kopamayış, onurlu bir tavır olarak böyle bir kurtuluşu en baştan reddediş, “biz” olamayış, hep birlikte kazanma ufkuna bir türlü uzanamayıştır.   

            İlgili bölümde Patsey karakterine de bir parantez açmak zorundayız. Patsey, günlük performans ölçümlerinde, ortalamanın doksan kilo olduğu bir ortamda iki yüz kiloyu aşkın pamuk toplamaktadır her gün. Edwin Epps onu “Tarlaların Kraliçesi” olarak nitelemektedir. “O da okusaydı!”, “O da çok çalışıp başarsaydı, yapan nasıl yapıyor!” diyemeyeceğimiz kölelerin koşullarını anlayalım diye, yönetmen, Epps’e “Tarlada doğdu, tarlada büyüdü.” dizelerini bilinçli şekilde okutmaktadır. Tarlada doğup tarlada büyüyen Patsey, pamuk toplama işi bittiğinde arada sırada bölgedeki başka bir çiftliğin sahibi olan Shaw karakterinin hanımıyla vakit geçirmektedir.

Sahibe Shaw, eski bir köledir, siyahidir. Bir kırbacın tadını unutalı yüz yıl olmuştur. Hizmetçi olduğu yerde artık ona hizmet ediliyordur. Bunun bedeli olarak da eskiden sahibi olan kocasının hovardalıklarına göz yumuyordur. Eski köle, yeni Sahibe Shaw, kendisini kölelikten kurtaran ve sahibe statüsüne yükselten yolu seçmesi için Patsey’yi de teşvik eder: “Gece canlı bir ziyaret, ertesi gün elinde bir kırbaç. Rahat ol Patsey, güzel Tanrım Epps’i yola getirecek. Hükümranlığında güzel Tanrım hepsini yola getirecek. Firavunların laneti, çiftçi sınıfını bekleyen lanetin yanında sönük kalırdı.” Bu edebî konuşmayı yalınlaştırmak gerekirse; Sahibe Shaw, Epps’i baştan çıkarttığı canlı gecelerin sonunda nihayetinde sahibe statüsüne kavuşacağını söylemektedir Patsey’ye. Neye benziyor bu? Üniversitelerdeki kariyer seminerlerinde sahneye çıkan “başarılı” insanların hepsi de birbiriyle aynı olan öykülerine. Sahibe Shaw kimlere benziyor peki? Mesai bittiğinde bile çalışmayı, sabahlamayı, kendini bir iş için hiç durmadan paralamayı ve hepsini de “işçilikten” “patronluğa, yöneticiliğe yükselmek” için yapmayı ve böylece “ayrıcalık” kazanmayı öneren, bir gün insanlık adına utanç başlığı altına isimleri yazılması gereken o kişilere, “performans öznelerine”. Aynı kişilerin “Kendinizi pazarlamayı iyi bilmeniz lazım.” türünden önerileri düşünülürse; bir kölenin sahibini baştan çıkartması ile “kendini pazarlamayı iyi öğrenmesi söylenen” kişilerin pozisyonlarının aynı olduğu da anlaşılabilecektir. Patsey, yaşı ve geliştiği koşullar gereği işte o seminerlerdeki taze, bilinçsiz gençler gibidir. Sistem böyle gelmiştir, böyle de gidecektir, öncesiz ve sonrasızdır, dolayısıyla ufuk, ezilmemek için ezmek ve bunu yapabilmek için de kendini iyi pazarlamayı bilmektir. Sahibe Shaw “çalışmış” ve “başarmış”tır, öyleyse Patsey de başarabilecektir. İlgili sekansta Patsey’nin Sahibe Shaw’a hayranlık dolu gözlerle bakması, başta ideolojik olmak üzere toplumsal açıdan da herhangi bir bilince ulaşmamış veya ulaşamamış taze gencin Elon Musk ya da Serhat Albayrak gibi canlılara takdirle bakmasıyla aynıdır. Sonunda bir gün Epps’in uyarılarına rağmen yine Sahibe Shaw’ın yanına giden Patsey oradan zorla getirilir. Kırbaçlanmak üzere soyulup ağaca bağlanır. Orada Epps, kırbacı ilk anda kendisi vuramayınca Solomon’u çağırır yanına ve Patsey’yi kırbaçlamasını emreder.

Bu sahne son derece ironiktir. Patsey, Sahibe Shaw’ın teşvik ettiği yolda “hizmetçisi olduğu evde hizmet edilen kişi hâline gelmek” gibi korkunç bir hayalle flört ederken Solomon onun hayal ettiği kişinin somut karşılığı hâline gelir. O anlarda Patsey’nin nasıl da utanç verici bir hayale kapıldığını karakterini kırbaçlatarak ortaya koyar yönetmen. Hizmetçi iken hizmet edilen kişi hâline gelmek demek, ilgili sahnede Solomon’la Patsey’nin yer değiştirmesi anlamına gelir çünkü. “Canlı bir gecenin” sonunda Patsey’nin kazanacağı ödül budur işte: Kırbaçlanmaktansa kırbaçlayan kişi olmak. Bugünün rekabet toplumunda bize vadedilen de bundan başka bir şey değildir. Solomon, merkezdeki planını terk edemediği için ilgili sahnede efendisine yönelik kararlı bir itirazda bulunmamıştır. Solomon reddetmemiştir Epps’in verdiği kırbacı. Evet, sebep aynıdır, “ortadaki yanlış anlaşılmanın” son bulacağına yönelik umut, yani Solomonluk illetidir.

Solomon’un yukarıdaki sahneden önce yeşeren son umudu, Brad Pitt’in canlandırdığı, Kanadalı Bass karakterinin ortaya çıkışıyla başlar. Bass, köleliğin hüküm sürmediği bir ülkeden geldiği için Edwin Epps ile kölelik üzerine açıktan tartışma yürütür ve onu onaylamadığını net şekilde belirtir. Tartışmaları çaktırmadan can kulağıyla dinleyen Solomon, bu sefer de Bass’ten yardım isteyebileceği, onun sayesinde ortadaki yanlış anlaşılmayı giderebileceği bir umuda kapılır. Kendisini kurtarabileceğine yönelik umudu güçlendiği için Patsey’yi kırbaçlayabilmiştir Solomon. Bu, Türkiye’nin 2020’li yıllardaki şartlarında yurtdışına veya memuriyete “kapak atabilmek” için gerekirse sizinle aynı şartlarda olduğunu bildiğiniz kişileri gammazlamanıza, hak etmediğiniz yerlere torpille yerleşebilmenize ya da sıra arkadaşlarınızla ders notlarını paylaşmamanıza benzer. “Solomon” tam da bu nedenle kendini kurtarmaya yönelik umudu güçlendiği anda kendisi gibi bir insanı, yıllarca aynı yerde, aynı koşullarda çalıştığı kişiyi kırbaçlayabilmiştir.

Kan görmek isteyen Epps’in buyruğuna teslim olacak kadar satar kendini ve biz ikinci partide Patsey’nin sırtından saçılan kanları görmeye başlarız. “Solomonluk illetinin” tekrar egemen oluşunun yarattığı sonuçtur izlediğimiz.

Gerisini biliyoruz. Şimdi, film ışığında bugüne bakalım.

Filmdeki sahipleri, ne köle ne de sahip olan diğerlerini ve köleleri bugün belli gruplara benzetmek mümkün. Örneğin patronlar, milletvekilleri, bakanlar, genel müdürler, kısacası hepimizin bildiği, ya bir maaşı yirmi işçinin maaşına denk ya da dört, beş yerden maaş alanlar, filmdeki sahipler sınıfına benzemektedir. Orta sınıf, beyaz yaka, memur, akademisyen, öğretmen gibi kategorilerde değerlendirdiğimiz; bu grup içindeki mücadeleci ve bilinçli azınlığın dışında kalıp sınıf atlama yalanıyla kandırılan ve o tatlı hayalle uyuşturuldukları için kendilerini işçi gibi hissetmeyen yığın Solomonlardır. Bir mağazada ya da kafede haftanın altı günü, bütün gün ayakta ve bir kuralmış gibi asgari ücrete çalışan ya da sokakta hep denk geldiğimiz kâğıt işçileri ise filmdeki köle sınıfını andırmaktadır.

Solomonluk, bugün; çoğu insanın kâğıt işçilerini, okulda olması gereken saatlerde trafikteki araçların camını yıkamaya çalışan ya da dilenen çocukları, hizmet personellerini, emeklilerin mahkûm edildikleri koşulları, kuryeleri, hem kuryelik yapıp hem de üniversite eğitimini tamamlamaya çalışanları, “öğle yemeği” niyetine bir tam beyaz ekmeğin verildiği madencileri görüyor, biliyor olmasına ama yine de hayatına sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi devam etmesidir. Ajitasyon değildir bunlar, ya her gün tanık olduğumuz ya da bir kere tanık olduktan sonra hafızlarımızdan silinmeyen gerçeklerdir. Kim, bir gece vakti çöp atmaya çıktığında kâğıt işçisi bir babayla oğluna çöpün orada denk gelmemiştir? Kim market kasiyerlerinin, tezgâhtarların, tornacıların, madencilerin çalışma koşullarından bihaberdir? Ankara Kızılay’da ya da ülkenin başka yerlerinde başımıza bela olabilir diye kaçındığımız ilkokul çağındaki çocuklarla arasında bir deneyimi olmayan kaç kişi vardır? Solomon, nasıl ki kendisi gibi siyahi olan kişilerin köle statüsünden ötürü neler yaşadıklarını kendisi köleleştirilmeden önce de biliyorsa biz de her şeyi biliyoruz. Her şeyin farkındayız. Solomon’un müzisyenliğine, “statüsüne” sığınması ve “ayrıcalığını” oradan devşirmesi gibi, kendini ait olmadığı ve neredeyse kesinlikle de olamayacağı bir sınıfın yedek adayı gibi gören yığınlar da diplomalarından, bir alandaki yetkinliklerinden devşiriyor ayrıcalığı. Solomon’un “özgür” olduğu günlere geri dönüş sahnelerini anımsayın. O sahnelerde Solomon hayatından çok memnundur. Yüzünde, hiçbir zaman eksilmeyeceği izlenimi uyandıran bir gülümseme vardır. Mutludur, neşelidir. Köleliğin belli ve geniş bir coğrafyada, üstelik sadece kendisi gibi siyahi olanları kapsayacak şekilde hüküm sürdüğünü bilir ama bununla bir derdi yoktur ya da bu dayanılmaz gerçekten bilinçli şekilde kaçmaktadır. On iki yıl süren köleliği boyunca Solomonluk garabetinden kurtulamaması, kolundaki altın bileziğe, yani “bir farkı”, dolayısıyla “bir ayrıcalığı” olduğuna duyduğu güvendendir.

Bugün Türkiye’de Solomonluk; etik kaygıyı öldürmek pahasına memuriyete kapak atmak, yurtdışında iş bulmak, kariyer basamaklarını tırmanmak arzusunda ve “Ben sıfırdan, tırnaklarımla kazıyarak bir yerlere geldim/geleceğim.” masalında nefes almaktadır. Solomonluk, herkesin insanca yaşadığı bir toplum tahayyülünden ve ufkundan, “diğerlerinden farkınız olduğu” gibi bomboş, temelsiz ve utanç verici bir inancı gerekçe gösterip kaçmanızdır. Bugün altın bilezik; diplomadır, torpildir, kendini kendi gibi olanlardan farklı saymaktır, gerçek anlamda karıncaya dönüşüp kariyer uğruna ve insanlıktan çıkmak pahasına çalışmaktır: “Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim, eskrim yaparsan, vb., o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun.” Yine anımsayalım Marx’ı: “Cimri aklını kaçırmış bir kapitalisttir, kapitalist ise aklı başında bir cimri.” Tüm bunlar, şu an birçok insan için yaşamın tabir yerinde ise berbat bir hâl aldığı gayet iyi bilinirken gerçekleşmektedir. Adı ister akademisyen olsun, ister beyaz yakalı, ister memur, fark etmez; bireysel kurtuluş umuduna kapılıp sınıfla arasına mesafe koymuş her insan, Solomonluk illetinden kurtulmak zorundadır. Hayat koşullarını iyileştirme yönünde çaba sarf eden bir işçinin, öğretmenin ya da memurun çabasını kategorik olarak lanetlemek gibi bir sonuç da çıkmaz buradan. Elbette nitelikli bir yaşam mücadelesi onurlu bir mücadeledir ama bu mücadele bireysel kurtuluşu merkeze alan ve başkaca bir ufku reddeden türde olduğunda, mevcut koşullarda tıpkı Solomon gibi “bizden olana” duyarsızlaşmayı, “bizden olmayana” yaltaklanmayı beraberinde getirmektedir –Ne halklar arasında savaş ne sınıflar arasında barış mottosunu bir daha unutmayacak şekilde hatırlayalım. Sınıf, Solomonluk illetinden kurtulmazsa, William Morris’in de dediği gibi, “geriye dönüp baktığımızda, şu an yaşadığımız hayata ne kadar uzun süre rıza gösterdiğimize inanmakta zorlanacağımız” utanç dolu senelerdir bizi bekleyen.


[1] Bu şarkı, sahiplerinden kaçan kölelere yönelik bir önlem olarak hayata geçirilen “köle devriyeleri” ile siyahilerin mücadelesini konu alır. “Koş zenci koş, devriyeler seni yakalayacak (…) Beyaz adam koşar ama zenci daha hızlı koşar” şeklinde giden, tekerlemeyi andıran sözlere sahiptir.