Kalkınma Kavramının Ortaya Çıkışı ve Gelişim Süreci | Uğur Karaoğlan

0
3713

Özet

Her ülke gelişmek ve buna bağlı olarak dünyada kendisini kanıtlamak ister. Bunun yolu ise toplumun ihtiyaçlarına kesin reçete sunan sosyal, kültürel, politik ve ekonomik olarak ilerlemekten geçer. Ülkeler bunu bazen kendi imkânlarıyla bazen de gelişmiş ülkelerden alınan destekler aracılığıyla gerçekleştirirler. Tarihsel anlamda ilk olarak kalkınma iktisadi olarak tanımlanmış olup; özellikle Soğuk Savaş süreciyle birlikte insani ve toplumsal gelişme de kalkınmanın olmazsa olmazı olarak ele alınarak günümüze taşınmıştır. En genel anlamıyla kalkınmayı açıklayacak olursak; sosyal, ekonomik ve refahı yükseltmek adına gerçekleşen planlı stratejiler olarak ifade edebiliriz. Çalışmamızın son bölümünde kalkınmanın gelişme süreçlerine değinirken özellikle Türkiye’de ve dünyadaki kalkınma geçmişini odağa alıp Rostow’un tarihsel aşamasına yer vererek kalkınma tanımlarını desteklemek istedik. Rostow, ülkelerin gelişim evresini beş aşamada açıklamış ve her ülkenin farklı aşamada farklı biçimlerinin olduğunun altını çizmiştir.

Anahtar Kelimeler: Kalkınma, Rostow, Batılılaşma, Modernleşme

Giriş

Kalkınmanın felsefesini birçok teorisyen Batının bir okuması olarak tanımlamıştır. Modernleşme ve sanayileşmeyle özdeş tutulan kalkınma, II. Dünya Savaşı sonucu politik kimliğiyle ortaya çıkmıştır. Savaş sonrası giderilmek istenen kriz ve tahribat yeniden onarım olarak kalkınma stratejilerini beraberinde getirmiştir. Azgelişmiş ülkelere modern ülkeler gelişmişliğin bir ölçütü olarak sunulmuş; gelişmiş ve azgelişmiş ülke tanımları bu kriterde şekillenmiştir. Bu gelişmeler göz önüne alınarak özellikle Soğuk Savaşla birlikte dünya Doğu ve Batı bloğu diye ikiye ayrıldıktan sonra diğer bağımsız ülkeleri yanlarına çekmek adına (özellikle ABD, NATO ülkelerini SSCB’ye kaptırmamak için böyle bir politika sürdürmüş ve ülkemizde Truman Doktrini ve Marshall Yardımları bu çerçevede gerçekleşmiştir.)  Merkez-çevre paradigması yerini bir nevi postmodern sömürgecilik anlayışına bırakmış olup; eskisi gibi doğrudan işgal ve sömürgeciliğin yerini gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere kendi sistemlerine uygun projeler ve paradigmalara bıraktığı bazı Batı eleştirmenleri tarafından iddia edilmektedir. Dolayısıyla ülkelerin vermiş oldukları mücadele modern anlamda bir kalkınma mücadelesidir.

Kalkınma, ilk yıllarında sadece ekonomik çerçevede yorumlanmış; özellikle 1950’li yıllarla birlikte sadece kalkınmanın Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) ile eş anlamlı olmadığı, insani ve sürdürülebilir bir kalkınma projesi dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. Böylece iktisadi yapının yanı sıra toplumsal yapıdaki bir ilerleme de kalkınmanın bir modeli olacağı görüşü ifade edilmiştir. Tüm bunlar sonucunda artık kalkınma, özellikle 1970’lerle birlikte bir yaşama tarzı olarak faaliyet göstermeye başlamıştır. İnsanın eğitim seviyesi, demokrasiye bakışı, kitle iletişim araçlarına erişebilme imkânı gibi nedenler de kalkınmaya konu olacağı savunulmuştur.

1. Kalkınmanın Tanımları:

Ülkeler, nüfuslarının refahı ve huzuru için sahip oldukları doğal kaynakları verimli şekilde kullanmak isterler. Bu, bazen kendi imkânlarıyla bazen de kalkınma adına gelişmiş ülkelerden aldıkları destekler vasıtasıyla gerçekleşir. Bunun faaliyet kazanması elbette süreç gerektiren bir durum olarak karşımıza çıkar. Devletler ekonomik anlamda ivme kazanmak adına ve gelişmişliğini kanıtlamak maksadıyla üretim için hangi malların sağlanması gerektiğini, gerçekleşen üretimin ne kadar olması ölçülülüğünü, teknolojinin ne derece verimli kullanılmasına olan kararlılığını ve bunlara bağlı olarak nasıl bir iş bölümünün şekillenmesi gerektiğini belirlemek için yol haritası çizerler. Kalkınma projeleri ve sistemleri de bunu kapsamlı bir şekilde yerine getirir.

Kalkınma kavramı ilk olarak ekonomik literatürde II. Dünya Savaşı’ndan sonra ivme kazanmış olup; daha sonra 1970’lerden itibaren iktisadi popülistliğini kaybetmiştir. Bir başka ifadeyle, savaş sonrası krizler, bunalımlar ve uluslararası sıkıntılar iktisadi kalkınmanın temelini atmış ancak ihmal edilmiş olan insanı ve kültürel kalkınma kavramına olan arayışlar nedeniyle 1970’lere kadar tanımını sürdürmüştür (Erbay & Özden, 2013: 5). Ayrıca kalkınma, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere bir ölçüt olarak sundukları paradigmayı açıklar. Kalkınma planı kavramı, Batı tipi demokratik düzenin bir önkoşulu olarak çoğu kez idrak edilir (Kongar, 2016: 363). Kalkınma, toplumların üretim kapasitelerini geliştirerek hem niteliksel açıdan hem de daha üst seviyelere çıkardıktan sonra ekonomik anlamda görevini ifa etmiş olup toplumsal hayatta da niceliksel olarak bir takım iyileştirme ve dönüştürme faaliyetlerini gerçekleştirerek yaşam standartlarının da üst seviyede tutulması adına prensip ve kaideler içerir (Burtan Doğan, 2011: 42). Diğer bir tanımla kalkınma, bölgelerarası ekonomik, toplumsal ve kültürel farklılıkların giderilmesini amaçlayan politikalardır (Ökten & Çeken, 2008: 13).  Kalkınmanın temel gayesi, bireylerin yapabilirlik seviyelerinin genişlemesine ve insanın sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamına topyekûn “iyileştirme”sine katkı sunar (akt; Ökten & Tüysüz, 2017: 383). Kalkınma, bir ülkenin milli gelir düzeyindeki sürekli artışa paralel olarak iktisadi, sosyal ve politik yapısında değişimleri içeren bir süreç olarak nitelenir. Diğer bir deyişle kalkınmanın asıl gayesi, bir toplumdaki farklı alanların, bireylerin ve toplumların yaşam koşullarını daha gelişmiş, müreffeh bir konuma gelmesini içerir (Ökten, 2007: 110; Ökten & Tüysüz, 2017: 383).

İktisadi kalkınma, üretim miktarındaki artış ile beraber sosyokültürel yapıda meydana gelen değişimleri de içeren geniş bir anlam taşımaktadır (Ökten & Çeken, 2008a:108). Kalkınmanın iktisadi olarak hedefini gerçekleştirebilmesi için bazı kriterleri yerine getirmesi gerekir. Bunlar; sürdürebilir büyüme, üretim ve tüketim kalıplarının yapısal değişime uğraması, teknolojik ilerlemeyi içermesi, sosyal, siyasal ve kurumsal açıdan fonksiyonlarının modernleşmesi ve yaşam standartlarının geniş çaplı olarak iyileştirilmesi gerekir (akt; Burtan Doğan, 2011: 49). Aslında kalkınma, ulusal pazarın bütünleştirilmesini hedef belirleyen, entegrasyon ve sürdürebilirlik ilkesine dayalı bir gelişimi ifade eder (Ökten, 2006: 24).

Kalkınma kavramının tanımı üzerinde belirli bir mutabakatın sağlandığı söylenemez. Çünkü modernleşme, çağdaşlaşma, sanayileşme ve benzeri toplumsal değişimi ifade eden kavramların kullanımında görüldüğü gibi, kalkınma kavramının tanımı da toplumların değişim veya gelişim çizgilerinin açık, anlaşılır ve tek düze olmamasından dolayı herkes tarafından kabul edilebilir bir özellikte değildir. Çünkü kalkınma kavramı, toplumsal değişime etki eden faktörlerin etkililik derecesine göre içerik kazanmakta ve toplumsal değişimlerin neden ve sonuçlarını inceleyen iktisatçı, sosyolog ve tarihçilere göre kavrama farklı anlamlar yüklenmektedir. Marx, kalkınmayı tarihsel şartlar bağlamında açıklarken, Milner dönemin hükümet faaliyetlerinin bir parçası olarak değerlendirir (akt; Erbay & Özden, 2013: 4-5).

Kalkınmanın üç elemanı bulunmaktadır. Bunlar; ekonomik kalkınma, sosyal kalkınma ve insanı (human) kalkınmadır. İktisadi kalkınmanın amacı, insanların gereksinimini karşılamak maksadıyla mal ve hizmetlerin gelişmiş bir ekonomik yapı içerisinde üretilmesiyle birlikte bireyin refahı ve mutluluğunu arttırmaktır. Sosyal kalkınma, yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yapılan ve ağırlıklı olarak hizmet yönü ağır basan kalkınma konularını içerir. Örnek olarak, sağlık, eğitim, altyapı, şehirleşme veya kentleşme, çevre sorunları gibi konuları içeren kalkınma türünü ifade eder. Son olarak belki de üzerinde en fazla durulması gereken bir yapısal unsur olan insani kalkınma ise, bireysel ve toplumsal olarak tüm insanların sahip oldukları yeteneklerin gelişmesi adına toplumun bireylerinin eğitilmesinin ehemmiyetine vurgu yapan bir kalkınmadır. Bu üç tanımında birleştiği nokta aslında modernleşme sürecine atıf yapmaktadır. Modern toplumların kalkınmış toplumlar olarak nitelenmesi bu ölçütlere dayanarak belirlenmektedir. Bu açıdan çoğu sosyal teorisyen tarafında modernleşme ve kalkınma kavramları ayrıntısıyla incelenerek birbiriyle özdeş olduğu savı doğrulamaktadır. Modernleşme kavramı incelendiğinde sanayileşmeyle birlikte demokrasi, seküler/rasyonel normların kültüre yayılması ve toplumun ödeme gücünü arttırılması konuları egemen olmuştur. Çünkü sekülerleşme bir çağdaşlaşma savıdır. Bu unsurlar toplumsal yapıyı etkileyerek iktisadi kalkınma öncülüğünde kurumların ve sistemlerin gelişimi modernleşme bağlamında kalkınmanın kaynağını oluşturduğu düşünülmektedir. Bu üçü arasında münasebetler bulunmaktadır. Diğer bir tanımla iktisadi anlamda kalkınma, sanayileşme ve kentleşmeden ayrı düşünülemez. Çünkü aralarında karşılıklı, kopması mümkün olmayan bir ilişki vardır. Tüm bu üçlü süreç modernleşmeye bağlı olarak aslında sürdürülebilirlik ilkesini de içerdiği ölçüde kalkınmanın devamlılığını idame eder. Sürdürülebilir kalkınma, geleceği, çevresel korumayı, eşitliği, yaşam stantlarının yüksekliğini, katılımın devamlılığını içinde barındıran bir kalkınma stratejisidir. Başka bir ifadeyle, sürdürülebilir kalkınma, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarıyla küresel doğal çevrenin uzun vadeli korunmasını kapsayan bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir  (Tolunay & Akyol, 2006: 119; Erbay & Özden, 2013: 7-8; Burtan Doğan, 2011: 62; Eröz, 2014: 343; Berkes, 2018: 18; Giddens&Sutton, 2016: 121).

Toplum, müreffeh bir gayeye ulaşma maksadıyla bir araya gelen insan gruplarından oluşur. Devletler ise bu oluşumu desteklemek gayesiyle toplumun ihtiyaçlarına çözüm sunacak politikalar; gelişmesi ve ilerlemesi adına kalkınma stratejileri yürütürler. Çünkü sosyal bir varlık olan insan, psikolojik, sosyolojik ve biyolojik olarak yaşamını sürdüren spritüel bir varlıktır (Tarhan, 2020: 691). Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere insan, gelişmeye açık, değişken, dinamik ve farklı formlar içerisinde sürekli şekillenen bir canlıdır. Kaynakların dağılımı, üretim teknikleri, kurumsal yapı, toplumsal değerler, insanların tutum ve davranışlarını değiştirmekte ve bu davranış kalıplarına bir yön vermektedir (Tolunay & Akyol, 2006: 118).

II. Dünya Savaşına kadar kalkınmanın temel parametresi, ulusal ekonomik varlıklar ve sermaye olarak görülüyordu. Lakin savaştan daha sonraki süreçle birlikte bu tanımlamaya ek olarak toplumsal faaliyetler ve insani gelişme koşullarının da eklendiği görülmektedir. 1990’lardan itibaren uluslararası sistemde yaşanan gelişmelerle birlikte açlık, yoksulluk, etnik ayrıklar ve doğal afetler dile getirilmeye başlanarak kalkınma sorunsalı büyüme merkezli anlayıştan “insan merkezli” paradigmaya geçilmiştir. Toplumsal değerler ve kültür önemli bir belirleyici olarak ele alınmıştır. Bir başka ifadeyle insan ile iktisadi kalkınma arasında karşılıklı bir ilişki mevcuttur. Ekonomik kalkınmayı yaratan, icat ve keşiflerde bulunan insanın kendisidir. İnsanı tanımak için onun yaşadığı toplumun yapısını ve mensup olduğu kültürü bilmek gerekir. Kültürel birikim, sosyal değişmeler için hazırlanan potansiyel; ülkelerarası geçen tesir ve temaslar ve yenilikçi şahsiyetlerin gayreti değişmenin hızlanmasına yol açtığı gibi insani ve sosyal kalkınmaya da katkı sunar (Burtan Doğan, 2011: 65; Eröz, 2014: 347-348).

1950’lerden bu yana gelişmekte olan ülkeler insani kalkınma potansiyelinde ilk sıralarda yer almaktadır. Bunun en bariz örneği, o ülkelerin nüfuslarındaki ortalama yaşam sürelerinde görülen hızlı artıştır. Gelişmekte olan ülkelerdeki bir diğer başarılı oldukları alan ise eğitimdir. Modern toplumlarda eğitim seviyesinde insan kapasitesi son derece gelişmiştir. Artık bugün toplumların temel gayesi sadece iktisadi gelişme değil onun yanında siyasi, sosyal ve kültürel gelişmeler de söz konusudur. Bu çerçevede eğitim yatırımları, iktisadi kalkınmanın ve büyümenin temel unsuru olan insan yetişmesinde önemli rol oynayan “sosyal yatırım”lardır. Eğitimle birlikte vasıflı insanlar yetiştirilip iktisadi faaliyetler mümkün kılınmaktadır. Elbette ki eğitimin gelişmesinin arka planında bilimsel ve teknolojik alanlarında hızlı ilerlemesinin katkısı vardır (Mıhçı, 1996: 76-77; Eröz, 2014: 356-357).

Kalkınma, dengeli ve dengesiz kalkınma diye iki önemli sürece ayrılır. Geri kalmış toplumların sorunlarıyla ilgilenen ilk grup teorilerini dengeli kalkınma başlığı altında toplayabiliriz. Dengeli kalkınma bir denge halini temel almaktadır. Yiyecek ile giyecek, tarımsal hammaddelerle endüstri mamulleri, sermaye malları ile tüketim malları, kamu yatırımları ile diğer yatırımlar, ihracat ile iç talep için üretim arasında kurulan bir denge durumunu ifade etmektedir. Böylece dengeli kalkınma, tamamlayıcılık ilkesine dayanır. Tamamlayıcılık fikri, dengeli kalkınmanın önemli bir unsuru olmakla birlikte dengeyi gerçekleştirmek için bir araç değil, bir yol göstericidir. Dengenin gerçekleştirilmesi için kullanılacak araç planlamadır (Yavilioğlu, 2002: 55). Dengeli büyüme kavramı, ekonomilerini modernize etmek için benimsenmiş özel bir stratejiye başvuran pek çok gelişmekte olan ülke için özel bir anlama sahiptir. Dengeli kalkınma modeli, azgelişmiş ülkelerde altyapının yetersizliği, düşük ücretler, kişi başına düşen düşük milli gelir ve bunların sonucunda pazarın darlığı görüşüne dayanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, sıralanan nedenlerden kaynaklanan talep yetersizliği tekil yatırımların verimli olma şansını ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla da müteşebbisi harekete geçirecek bir sosyoekonomik ortam oluşmamaktadır. Sonuçta müteşebbis yapacağı yatırım sonucu piyasaya süreceği mallara bir alıcı bulacağı konusunda kötümser olmaktadır. Bu durumda, biri diğerinin ürettiğinin müşterisi olacak biçimde birbirini tamamlayıcı sanayi ünitelerinin eşzamanlı olarak kurulması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır (Erbay & Özden; 2013: 10).

Plan yapılarak yatay ve dikey bağlantıları oluşturulmadan kurulan bir endüstri, pazarın darlığı ve gelir seviyesinin düşüklüğünden dolayı ürettiği malları satamayacaktır. O halde, birbirlerinin müşterisi olacak şekilde tamamlayıcı sanayi ünitelerinin eş zamanlı olarak kurulması gerekmektedir. Sanayi ünitelerinin eş zamanlı olarak kurulmasının nedeni ise karşılıklı bağımlılık ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Bu bağımlılık üretimde olduğu kadar tüketimde de mevcuttur. Her üretim birimi çıktısına pazar bulmak zorundadır. Öyleyse, kesimlerin dengeli büyümesi ve birbirlerini tamamlamaları gereklidir. Söz konusu tamamlayıcılık sadece sanayinin alt sektörleri arasında değil, tarım ile sanayi arasında da kurulmalıdır. Dolayısıyla dengeli kalkınma sadece sanayi ile sınırlanmamalı, tarım ve aynı zamanda ülkenin değişik bölgeleri arasında da oluşturulmalıdır (akt; Yavilioğlu, 2002: 55-56).

Kısaca dengeli kalkınma modeli üç ayrı grupta özetlenebilir.

– Birincisi, ekonominin bütün kesimlerine yapılacak yatırımların bu kesimlerin aynı oranda bir büyüme hızına sahip olabileceği şekilde gerçekleştirilmesi olarak ele alınmaktadır.

– İkinci model ilk modele oranla daha ılımlı gözükmektedir. Buna göre bütün kesimler aynı anda büyüyemese de hepsinde aynı zamanlı bir gelişme olması beklenmektedir.

– Sonuncu modele göre ise, yatırımların kesimlere dağılımına dikkat edilmelidir. Çünkü bu dağılımın uygun şekilde olması hem ılımlılık derecesini arttıracak, hem de toplam arzın artan gelir tarafından massedilmesini sağlayacaktır (akt; Erbay & Özden; 2013: 11).

Dengesiz kalkınma düşüncesinin dayandığı temel ilke ise şudur: Azgelişmiş ekonomilerin kalkınmasında statiklik söz konusu değildir. Bu ülkelerde kalkınma daha sert başlangıçlarla ve durgun bir ekonomi ile gerçekleşmektedir. Dönem dönem yaşanan dalgalanmalar, ekonomik şoklar ve hareketlilikler, dinamik bir yapıda devam etmektedir. Dengeli kalkınma modelindeki her sektörün aynı anda kalkınması ve yatırımların arttırılmaya çalışılması bu süreci durağanlaştırmakta ve gelişme hızını düşürmektedir. İşte dengeli kalkınmadaki bu durgunlaştırma sürecinin giderilmesi için alternatif bir yol olarak ortaya çıkan dengesiz kalkınma modelinde; ekonominin bazı sektörlerine öncelik verilip, yatırımların bu sektörlere kaydırılması esastır (Erbay & Özden; 2013: 13).

Dengesiz kalkınma teorilerinin söz konusu düşüncelerinin temelinde yatan en önemli neden, geri kalmış ekonomilerde sermayenin kıt oluşudur. Onlara göre, kıt olan sermayenin eşit dağılımı düşük ölçekli işletme tiplerinin ortaya çıkmasına ve düşük verime neden olmaktadır. Bunu önleyebilmek için yatırımlar, ekonomide kalkınmayı gerçekleştirecek sürükleyici sektörlere kaydırılmalıdır. Bunu önleyebilmek için yatırımlar, ekonomide kalkınmayı gerçekleştirecek sürükleyici sektörlere kaydırılmalıdır (Yavilioğlu, 2002: 58; Erbay & Özden; 2013: 13).

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse dengesiz kalkınma teorisi en verimli sektörü bu şekilde tespit ederek ölçek ekonomisinden maksimum yararlanma yollarını açarken; diğer yandan da ekonominin geri kalanını değişken bir dışsal ekonomiler yelpazesinden yararlandırmayı amaçlamaktadır. Dengesiz kalkınma teorileri, dengeli kalkınma teorilerinin iddia ettikleri gibi, geri kalmış ülkelerde piyasa ve fiyat mekanizmasının üretim faktörlerinin uygun değer dağılımını gerçekleştiremediği görüşüne de katılmazlar. Aksine piyasa ve fiyat mekanizmasının kaynakları daha karlı alanlara yönlendirecek kadar etkin bir işleyişe sahip olduğunu kabul ederler. Dengeli kalkınma teorilerinde olduğu gibi dengesiz kalkınma teorilerinde de bir homojenlik bulunmamaktadır. Piyasaların etkinliği, fiyat mekanizmasının uygun değer kaynak dağılımı üzerindeki rolü, dışsal ekonomiler ve ölçek ekonomilerin oluşması ve tamlaşma gibi konularda görüşler farklılaşmaktadır (Yavilioğlu, 2002: 58).

2. Kalkınmanın Gelişimi:

Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan kapitalist süreç kalkınma tarihi adına bir milat olarak görülür. Devrimin baş döndürücü değişimleri on sekizinci yüzyılda başta İngiltere olmak üzere tüm kıta Avrupası ülkeleri etkisi altına almıştır. Artık ilerleme ve yenilik modernlikle eş anlamlı olarak görülmüş ve kalkınmayı bu ölçüde şekillendirmiştir.

Rostow, modern kapitalist ekonomiyi Batı oluşumu olarak tanımlamış ve sanayileşmeyi ise modernliğin simgesi ve sembolü olarak değerlendirmiştir. Bu çerçevede Batı dışı kalan toplumlar “Batılılaşma”, “Sanayileşme” ve “Modernleşme” çatısı altında Batı medeniyetinin ilerlemesinden nasibini almak için farklı isimler altında toplanmıştır. Bir başka anlatımla Horrod, Domar ve Rostow gibi önemli teorisyenler gelişme problemini ekonomik merkezli tanımlayarak Batılı gelişmeyi sanayileşme süreciyle özdeş tutarak azgelişmişliği endüstrileşmenin karşısına koymuşlar ve azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkeleri kendilerine ulaşılması gereken bir ölçüt olarak görmelerini ifade etmişlerdir. Dolayısıyla Batılılaşma, sanayileşme ve modernleşme kalkınmanın temel ölçütü haline gelmiş; ilerleme ve çağdaşlaşma kalkınmanın eş anlamlı olduğu savı desteklenmiştir (Mıhçı, 1996: 66; Altun, 2019: 65-66; Burtan Doğan, 2011: 47).

Her ne kadar geniş anlamda toplumların kalkınma/gelişme/büyüme arayışları insanlığın ortaya çıkışından beri var olmuşsa da çağdaş anlamdaki gelişmiş ve az gelişmiş ülke ayrımının kökleri sanayi devrimine kadar götürülmekte ve bu süreçte meydana gelen sosyal, siyasal ve iktisadî gelişmelerle izah edilmeye çalışılmaktadır. Gerçekten de ülkeler gerek bulundukları jeopolitik konumları itibariyle gerekse doğal kaynaklara yakınlık ve uzaklıkları nedeniyle gelişmelerinde farklılık göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Dünya ülkelerini gelişmiş ülkeler ve az gelişmiş ülkeler şeklinde ikiye ayırmak mümkün hale gelmiştir. Daha sonra Dünya Bankası bu ülkeleri diğer ülkeler karşısında daha az gurur kırıcı bir sınıflandırma olması için “Gelişmekte Olan Ülkeler” olarak değiştirmiştir (Burtan Doğan, 2011: 52).

Kalkınma çabalarının başlangıçta genellikle Avrupa merkezli/odaklı olduğu gözlemlenmekle birlikte, süreç içerisinde Dünya geneline yayıldığı ve bu çabalarda gerek ABD ve gerekse de Japonya’nın ilerleyen dönemlerde ön plana çıktığına şahit olunmaktadır. Bunun en önemli Batı dışı örneği Japonya’dır. Japonya’da 1868 yılında gerçekleşen Meiji Revülasyonu önemli rol oynamaktadır. Dinin ilerlemeye engel olduğunu savunan klasik modernite varsayımı yerine gelenek ve dinin harmanlanmasıyla oluşan Japon modernleşmesi Batı dışı modernliğin ilk örneğini oluşturur. Yeni rejim, Batı medeniyetini yakalayıp onun seviyesine yükselmek için 200 yıldan beri Avrupa ülkelerinde gerçekleşen gelişmeleri 30 yılda tamamlamıştır. “Güçlü devlet zengin ülke” sloganıyla yola çıkan Japonlar, donanma ve ticari marina konusunda İngiltere; ordu ve tıp konusunda Almanya; hukuk konusunda Fransa; ticaret ve iş metotları için ise Amerika’yı tercih etmişlerdir (Burtan Doğan, 2011: 52; Kaya, 2020: 56).

Batı dışı toplumların gelişmiş ülkelerden haberdar olmaları kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle gerçekleşmiştir. Bu doğrultuda gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin farklılıklarının bilincine varmalarına kitle iletişim araçları vasıtasıyla ulaşmış bunu ise BM tarafından bir takım bağımsızlığını kazanan ülkelere desteklerle tayin etmiştir (Mıhçı, 1996: 67).

Kalkınma terimi Türkiye tarihinde çok eskiye dayanmadığı görülmektedir. Modernleşme/Çağdaşlaşma hareketlerinin başladığı 18.yüzyılın başlarından bu yana Sened-i İttifak’tan 1982 Anayasasına kadar ki dönemin kült metinlerinde kalkınma sadece 1961 ve 1982 anayasısında yer bulmuştur. Türkiye, 1933-1937 yılları arasında ilk sanayi planını uygulayan ülke olarak modernleşme ayağını oturtmaya başlamış ancak cumhuriyet dönemi boyunca “muassır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmak paradigması 1960’lı yılların planlı dönemine denk geldiği görülmüştür (Erbay & Özden, 2013: 6; Ökten, 2007: 112).

Türkiye, cumhuriyet tarihinde kalkınma adına ilk olarak 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nde gerekli adımları atma yolunda politikalar sunmuş olup “Misak-ı İktisadi” bildirisi yayınlamıştır. Bu yayınlanan ilke de Türk toplumunun sadece ekonomik değil laiklik temel alınarak siyasi ve hukuksal yapılarında temeli atılmıştır. Genel olarak kalkınmacı, yerli ve yabancı sermayeyi ve piyasaya dönük çiftçiyi özendirici, ekonomik hayatın denetiminin “milli” unsurlarla kolaylaştırıcı ve korumacılığı ön gören bir kongre olarak cumhuriyet tarihine geçmiştir (Burtan Doğan, 2011: 47; Boratav, 2018: 48).

2.1. Rostow’un Tarihsel Aşamalar ya da Safha Aşaması:

Rostow’a göre toplumlar kendi kendisini besleyebilen bir ekonomik büyümeye ancak beş safhada erişebilir. Dünya üzerindeki tüm toplumlar gelişme sürecine birbirinden farklı olan beş aşamadan geçer. Bunlar; geleneksel toplum safhası, atılıma hazırlık veya geçiş safhası, kalkış veya atılım aşaması, olgunluk safhası ve kitle tüketim çağı.

2.1.1. Geleneksel Toplum Aşaması:

Bu aşamada mevcut kaynaklar sınırlı üretimleri dolayısıyla tarımsal alana aktarılır. Hiyerarşik yapı olarak dikey hareketlilik söz konusudur. Kadercilik anlayışının baskınlığı bulunan bu safha da büyük toprak sahibi olan kesim, egemen sınıf olarak kabul edilir. Ayrıca bu toplumların örgütsel yapıları içerisinde aile ve klan bağları önemli rol oynar. Ekonomik anlamda bakıldığında ise yatırımlar çok düşük ve bundan ötürü ülke genelinde bir durağanlık hâkimdir (Erbay & Özden, 2013: 15; Altun, 2019: 70-71).

2.1.2. Geçiş veya Hazırlık Aşaması:

Bu toplumlar gelenekselden moderne doğru bir geçiş süreci yaşarlar. Diğer bir anlamla, Rostow bu aşamasında feodalizm ya da geleneksel aşama ile kalkış arasındaki aşamayı geçiş safhası olarak tanımlamıştır. Bu safha, genellikle on yedinci yüzyılın sonları ile on sekizinci yüzyılın başları arasındaki Batı Avrupası’nda kendisini göstermektedir. Modern bilim ile birlikte gerek tarımsal anlamda gerekse endüstriyel anlamda gelişen yeni tekniklerin ve üretim sistemlerinin gündeme gelmesi bu döneme denk düşmektedir. Bu aşamada ekonomik kalkınma tek başına bir kalkınma aracı olarak görülmeyip aynı zamanda bir zorunluluk olarak değerlendirilmekte ve ulusal saygınlık başta olmak üzere özel mülkiyet ve yaşam standardının yükselişi de ekonomik ilerlemenin olmazsa olmazı arasında yer almıştır (Erbay & Özden, 2013: 15; Altun, 2019: 71-72).

Hazırlık aşamasında siyasal erkin işlevi önemli bir etken olarak karşımıza çıkar. Ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, geleneksel örgütlemeleri büyük oranda yıpratan ulusalcı anlayışın gündeme gelmesi ve sömürgeciliğin ortaya çıkması en önemli iki siyasal gelişme olarak kendisini gösterir. Ayrıca toplumun kalkınmasında iktidara önemli vazifeler de düşmektedir. Hükümetlerin aktif ve pasif tutumu kalkınmanın kaderini de tayin eder. Aktif iktidarlı hükümetler, bilgili, tecrübeli ve memleket hayrına kalkınma işine gönül veren planlı yöneticilerin raporları doğrultusunda iktisadi kalkınmayı gerçekleştirirler. Bunun tersi durumunda ise, yani ihtilallerin, ayaklanmaların, anarşi hareketlerin baskın olduğu toplumda iktisadi hayat tamamen felç durumuna mülhemdir (Eröz, 2014: 352-353; Altun, 2019: 72).

Bu aşamada genel olarak aşağıda sıralanan değişimlere rastlanmaktadır:

– Tarımın öneminin azalmaya başlaması ve sanayi ve ticaret kesiminin gelişmesi

– Tarımda ve sanayide verimliliğin artmaya başlaması

– Altyapının gerçekleştirilmeye başlanması

– Doğum oranının düşmeye başlaması

– Sosyal, ekonomik ve siyasi yapının genişlemeye başlaması

– Toplumda modern bilimi uygulayacak yeni bir sınıfın ortaya çıkması (akt; Erbay & Özden, 2013: 15).

2.1.3. Kalkış veya Atılım Aşaması:

Bu aşamada ekonominin modernleşmesiyle siyasi birliktelik sağlanmıştır. Modern toplumların tarihinin en önemli aşaması olarak değerlendirilen atılım safhası, düzgün bir gelişmeye karşı çıkan ve engellerin tamamen son bulduğu evredir. İktisadi gelişme bu aşama da kendisine yer bulur.Toplum yapısı da artık değişime ayak uydurmakta, büyüme kavramını benimsemekte ve daha sonraki yıllar için gelişmişliğin temelini atmaktadırlar (Erbay & Özden, 2013: 15; Altun, 2019: 73).

2.1.4. Olgunluk Aşaması:

Olgunluk safhasında, sektörel gelişmeler açısından yeni bir yapılanma görülür. Bu aşamada ekonomi kendisini uluslararası konumda bulmuştur. Yeni değer ve kurumların yarattığı toplumsal konsensüs sağlanmış, büyümeyi ve ilerlemeyi gerçekleştirmek adına önceki dönemin kurumları yeniden düzenlenmiş ve önceki dönemlere ait değerler yeniden gözden geçirilmiştir. Rostow bu aşamaya varılabilmesini tahminen 60 yıl olduğunu ifade etmiştir. Olgunluk safhasında teknolojik olarak karmaşık bir süreç vardır. Artık ağır sanayi üretiminden makine parçalarına, kimyasal madde ve elektrik donanımlarının üretimine geçiş gerçekleşmiştir (Erbay & Özden, 2013: 16; Altun, 2019: 74).

2.1.5. Kitle Tüketim Çağı:

Bu aşamanın temel paradigması başlıca sektörlerin kendi tüketicilerinin taleplerini karşıladığı üzerinedir. İşgücünün yapısı değişerek sadece kentli nüfus özelinde değil büro ve bilgi gerektiren işlerde çalışan insanlar üzerinde de gelişim göstermiştir. Kısaca, kitle tüketim çağına erişmiş olan her ülke, refah devleti; dayanıklı tüketim malları üretimi; dış politika ve askeri alanlarda üstünlük sağlamak gibi üç amaç arasında kendi koşullarına ve tercihlerine göre bir denge kurmaya çalışmaktadır (Erbay & Özden, 2013: 17; Altun, 2019: 75).

1970’lerle birlikte ekonomik yapının gelişmesi olarak nitelendirilen kalkınma tanımı genişleyerek ve dönüşerek insan merkezli; insani ve sosyal münasebetleri de tanımının dahiline alan çok disiplinli bir model olarak karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla, artık ekonomik etmenlerin ekonomik olmayan etkenleri üzerinde durulmaya başlandı. Çevresel şartlar, ailesel yapı, yasal formlar ve eğitim şekli de kalkınmayı birebir etkilemektedir. Kültürün kalkınma üzerindeki önemi tartışılmayacak derecede merkezi konuma gelmiştir. Kültüründe modernleşme ve kalkınma üzerinde etkisinin önemli olduğu dönemin teorisyenleri tarafından ifade edilmiştir (Altun, 2019: 79-80).

İlk kuruldukları zaman Üçüncü Dünya’nın büyümesini ve kalkınması kendilerine amaç edinmiş olan Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi kuruluşlar 1980’lerden sonra “yapısal uyum politikaları”nı dünya çapında uygulayan ve dayatan kurumlar olmuştur. Bu kuruluşlar Üçüncü Dünya ülkelerinin iç politikalarına müdahale eden Uluslararası Para Fonu, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan sabit döviz kuru standartını korumak amacıyla kurulmuş, 1970’lerden bu yana da dış borçlarını ödemekte zorlanan Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne krediler vermeyi kendine amaç edinmiştir. Ekonomik açıdan zor durumda bulunan ülkeler özellikle iki nedenden dolayı IMF’ye yönelmek zorunda kalmıştır: Birincisi, bu ülkeler ihracat ve diğer kaynaklardan elde ettiği gelirleri ile dış borçlarını ödemekte zorlandıkları zaman acil ödemelerini karşılamak amacıyla IMF’den kredi almaktadırlar; ikincisi, bu ülkelerin IMF ile kredi anlaşması olmaması durumunda, borç veren özel kurumlar ile Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kamu kuruluşları onlara borç vermeye yanaşmamaktadır. Dünya Bankası da 1944 yılında, savaş sırasında yerli bir olan Avrupa’nın yeniden inşası yardım etmek amacıyla kurulmuş, daha sonraki dönemlerde de Üçüncü Dünya’nın kalkınma çabasına yönelik desteği kendisine amaç edinmiştir. Alt yapıların, yolların, santrallarin, kömür işletmelerinin kurulması gibi projelerin gerçekleştirilebilmesi için Üçüncü Dünya’ya kaynak aktarmıştır (Köse, 2008: 4-5).  Başka bir ifadeyle, Dünya Bankası, nüfusunun önemli bir kısmı yoksulluk sınırının altında bulunan ülkelere kaynak, teknik yardım ve politika önerisi sağlayan kalkınma amaçlı bir kurumdur. Temel misyonu yoksulluğu ortadan kaldırmak olan Banka binasına girildiğinde “Hayalimiz, yoksulluğun olmadığı bir dünyadır.” şeklindeki yazı dikkati çekmektedir. Ancak, Banka’nın izlediği politikaların yoksulluğu ne ölçüde azalttığı konusunda çok farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Banka’nın yoksullukla ilgili politikaları özellikle yapısal uyum programları açısından eleştirilmektedir. Bazı iktisatçılar ise yapısal uyum programlarının büyümeyi meydana getiremediğini ve yoksulların bu programlardan marjinal biçimde yararlandığını öne sürmüşlerdir. Öte yandan bazı iktisatçılar da, 1980’li yıllardan beri IMF ve Dünya Bankası tarafından gelişmekte olan ülkelere sunulan bu programların, yüz milyonlarca insanın yoksullaşmasına neden olduğunu ve yapısal uyum programlarının büyük oranda ulusal paraların istikrarsızlaşmasına ve gelişmekte olan ülke ekonomilerinde olumsuz etkilere neden olduğunu iddia etmektedir (Memiş, 2014: 154).

Özellikle, 1980’lerden sonra küreselleşme sürecinin dinamiğini oluşturan neoliberal politikalar, dünya çapında yoksulluğun yaygınlaşmasında ve derinleşmesinde büyük rol oynamıştır. Bu süreçle birlikte, işsizlik, sosyal adaletsizlik, kamu hizmetlerinde kısıtlamalar, gerek ülkeler arasındaki gerekse ülke içindeki gelir dağılımındaki adaletsizlikler artmış ve yoksulluk gitgide büyüyen bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Bu istikrarsız ve dengesiz dağılım kalkınma sürecini de etkilemiştir (Köse, 2008: 1). Kalkınmanın meyvelerine en erişemeyen kesim özellikle kırsal yaşamda kadın olarak görülür. Bu ise bir kadın yoksulluğu olarak kırsalda kendisini belirir. Kadın yoksulluğunun nedenleri oldukça karışık yapıya sahiptir. Önemli öğelerden biri hem ev içindeki hem de ev dışındaki toplumsal cinsiyet iş bölümüyle ilgilidir. Ev işlerinin yükü, çocukların ve akrabaların bakımının sorumluluğu orantısız bir biçimde bugün de kadınların üzerindedir. Bunlar, onların ev dışında çalışma yetenekleri ve istekleri üzerinde önemli bir etkiye sahiptir (Giddens, 2012: 394). Yine Ökten ve Tüysüz’ün (2017), gerçekleştirmiş oldukları saha araştırmasında kırsal kalkınma da görece bir yoksulluğun özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin olduğunu ve elde edilen bulgular çerçevesinde kadının herhangi bir gelirinin, toprağının veya arsasının, mülkiyetinin veya işletmesinin, sermayesinin yokluğundan bahsedilmiş; kadının emeğinin hiçe sayıldığını, kırsalda yaşayan kadının kalkınma politikalarına erişim güçlüğünden ötürü dezavantajlı bir konumda olduğunu ve kalkınmanın adil dağılımının gerçekleşemediği için böyle bir neticenin oluştuğunu çalışmada ifade etmişlerdir.

Sonuç ve Değerlendirme

Kalkınma, Batılılaşma ve modernleşmeyle özdeş bir tanım olarak karşımıza çıkar. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere ve azgelişmiş ülkelere kalkınma adına bir model olarak sunulmuştur. Kalkınmanın ilk yıllarında iktisadi boyut ele alınırken daha sonraki safhalarda iktisadi kalkınmanın tek başına yetersiz olduğu ve insani kalkınmanın da toplumların ilerlemesine, gelişmesine ve büyümesine katkı sunacağı görüşü egemen olmuştur. Bu görüş özellikle Rostow, Domar ve Horrod gibi teorisyenlere yöneltilen eleştiriler üzerinden şekillenmiştir. Artık toplumsal olan ve kültürel boyut kalkınmanın merkezindedir ve bu merkezin dinamiği ise insandır.

Kalkınmayı oluşturan üç sacayağı vardır. Bunlardan biri ekonomik kalkınma; ikincisi sosyal kalkınma ve son olarak üçüncüsü ise insani kalkınmadır. Bu üçü bir araya gelerek kalkınmanın işlevini harekete geçirir. Ama bunların olmazsa olmaz bir şekilde faaliyet göstermesi için mutlaka sürdürülebilirlik ilkesi yer almalıdır. Çünkü sürdürülebilirlik politikasıyla kalkınmanın devamlılığa katkı sunarak gelecek nesillere müreffeh bir toplum yaşamaya da imkân tanır.

Kalkınmanın bazen adil kullanılmaması ve dağıtılmaması bazı sorunları da beraberinde getirir. 1940-1960 yılları arası yoksulluk ve sefalet gibi toplumsal sorunların ekonomik kalkınmayla giderilebileceği anlayışı devam etmişken; 1970 ve sonrası olan süreçte bu anlayış dönüşüme uğrayarak salt ekonomik etkenin buna çözüm olmayacağı hatta kalkınmanın dengesiz şekilde harcama gerçekleştirerek, adil dağılımın gerçekleşmemesiyle gelir uçurumunun oluşarak işsizliği de arttıracağı fikri benimsenmiştir. Bu ise doğrudan yoksulluğu arttıracak bir neden olarak dünyada görülmesi muhtemel bir netice olarak değerlendirmeler üzerine çok sık gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle kırsal yaşamda toplumsal cinsiyet bağlamında kadına yüklenen anlamların ve kadın emeğinin görmezlikten gelinmesi kalkınmanın kırsalda kadın yoksulluğunu beraberine getirdiğini aktaran birçok araştırma gerçekleştirilmiştir. Kalkınmaya erişimin fazla yeterli olmaması veya adil dağılımın dengesizliği nedeniyle çıkan bu sonuç, kalkınmanın cinsiyet üzerinden yoksulluk boyutunu gözler önüne sermiştir.

KAYNAKÇA

Altun, Fahrettin (2019); Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş, İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

Berkes, Niyazi (2018); Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, 26. Baskı, İstanbul.

Burtan Doğan, Bahar (2011); “Kalkınma İktisadının XX. Yüzyıldaki Gelişim Süreci, İktisat Politikalarına Etkisi ve Son On Yıllık Konjonktürün Disiplininin Geleceğine Olası Etkileri”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (22), 2, Kocaeli.

Boratav, Korkut (2018); Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2015,İmge Kitabevi, 23. Baskı, Ankara.

Erbay, E. Recep & Özden, Miray (2013); “İktisadi Kalkınma Kuramlarına Eleştirel Yaklaşım”,Namık Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Bilimler Metinleri, No: 3, Tekirdağ.

Eröz, Mehmet (2014); İktisat Sosyolojisine Başlangıç,Ötüken Yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul.

Giddens, Anthony (2012); Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, Yayına Hazırlayan; Cemal Güzel, İstanbul.

Giddens, Anthony&Sutton, Philip W.(2016); Sosyolojide Temel Kavramlar, Çev: A. Esgin,Phoenix Yayınları, 2. Baskı, Ankara.

Kaya, Mahmut (2020); Aşiret Modernleşmesi, Çıra Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

Kongar, Emre (2016); 21.Yüzyılda Türkiye: 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, 48. Baskı, İstanbul.

Köse, Begüm (2008); “Yoksulluğun Küreselleşmesi”, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Sayı: 2/4, Antalya.

Memiş, Hasan (2014); “Küreselleşme ve Yoksulluk İlişkisi”, Akademik Yaklaşımlar Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, Malatya.

Mıhçı, Hakan (1996); ”Kalkınma: Bir Terim Neyi Anlatır?”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 23, Ankara.

Ökten, Şevket (2006); “GAP Bölgesi’nin Sosyo-Kültürel ve Yapısal Özelliklerinin Aile Yapısına Etkileri”, Aile ve Toplum Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 9, Ankara.

Ökten, Şevket (2007); “Doğal ve Sosyal İmkânların Zaman-Mekân Boyutunda Eşitsiz Dağılımı ya da Bölgesel Eşitsizlikler”, Verimlilik Dergisi, Cilt:1, Sayı: 4, Ankara.

Ökten, Şevket & Çeken, Hüseyin (2008); “GAP Projesinin Türkiye’nin Kırsal Kalkınma Politikaları İçindeki Yeri ve Önemi”, Tarım Ekonomisi Dergisi.

Ökten, Şevket &Çeken, Hüseyin (2008a); “Şanlıurfa’nın Turizm Pazar Potansiyeli ve GAP Bölgesi Kalkınmasındaki Önemi”, Verimlilik Dergisi, Sayı: 1, Ankara.

Ökten, Şevket & Tüysüz, Sabiha (2017); “Kırsal Kalkınma ve Kadın Yoksulluğu: Şanlıurfa Harran Örneği”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi,  Cilt: 19, Sayı; 2, Edirne.

Tarhan, Nevzat (2020); “Küresel Salgın Sonrası İnsan İlişkileri: Yeni Dünyada Yeni Doğrular”, TÜBA Akademi, Küresel Salgının Anatomisi ve İnsanın Geleceği, Ankara.

Tolunay, Ahmet & Akyol, Ayhan (2006); “Kalkınma ve Kırsal Kalkınma: Temel Kavramlar ve Tanımlar”, Süleyman Demirel Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi, Sayı: 2, Isparta.

Yavilioğlu, Cengiz (2002); “Geri Kalmışlık Olgusu ve Ekonomik Kalkınma Teorileri”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, Sivas.