Yayın kurulu üyelerimizden Elif Kaşık ve Gönül Erhan’ın, Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar kitabının yazarı Prof. Dr. Gülay Toksöz ile yaptıkları söyleşiyi ilginize sunuyoruz:
Öncelikle röportaj teklifimizi geri çevirmeyerek bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar biz sosyal bilimci adayları için oldukça kıymetli bir kitap. İçerisinde sizin öğrencilik yıllarınızdan itibaren başlayarak emeklilik yıllarınıza kadar izini sürdüğünüz bir sürecin büyük birikimini barındırıyor. Dilerseniz şimdi kitaba ilişkin hazırladığımız sorulara geçelim:
Elif Kaşık ve Gönül Erhan: Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar adlı eserinizde, önemli toplumsal olgulardan biri olan göç olgusu üzerinden göçmen kadın emeğine odaklanarak kadınların çalışma yaşamındaki deneyimlerini anlatıyorsunuz. Bu bağlamda öncelikle “göçmen kadın emeği” kavramının sizce temel bileşenleri nelerdir?
Gülay Toksöz: Göçmen kadın emeği deyince temel bileşenler olarak öncelikle toplumsal cinsiyet, etnik köken ve sınıf konumlarına ve kapitalist üretim sürecinde ihtiyaç duyulan işgücünün özelliklerine bakmak gerekiyor. İnsanlık tarihi kadar eski göç olgusunun çok çeşitli nedenleri var ancak 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmiş kapitalist ülkelere yönelen emek göçü hareketlerinin talep çekişli olduğu belirtmeliyim. İkinci Dünya Savaşından büyük can kayıplarıyla ve ekonomik yıkımla çıkan Batı Avrupa ülkelerinin yeniden toparlanmak için işgücüne ihtiyacı vardı ve yerli işgücü bunu karşılamakta yetersiz kalmıştı. Göç literatürü ağırlıkla erkek işgücüne odaklanmakla birlikte bu dönemde çok sayıda kadın çalışmak üzere çevre ülkelerden Avrupa ülkelerine göç etti. Göçmen kadınların durumunu anlamak için onların içinden çıktıkları ve gittikleri yerlerde dahil oldukları patriarkal toplumsal yapıları ve cinsiyete dayalı ayrımcılıkları göz önüne almak gerekiyor. Aynı zamanda işçi sınıfının bir bileşeni olarak gittikleri ülkelerin işgücü piyasasındaki konumlarına, sınıf içindeki tabakalaşmaya, maruz kaldıkları ırkçılığa ve sömürü ve ırkçılığa karşı mücadelelerine bakmak gerekiyor. Bütün bunların içinde cereyan ettiği makro bağlamı anlamak için de kapitalizmin bir üretim ve birikim rejimi olarak ne tür evrelerden geçtiğini, dünyanın değişik bölgelerini nasıl farklı etkilediğini ve gelişmiş ülkelerin işgücü talebinin nasıl değiştiğini analize dahil etmek gerekiyor.
Elif Kaşık ve Gönül Erhan: Kitabınızda göçmen kadın emek göçünü 1945-1973, 1973 ekonomik kriz dönemi ve 2000’den sonraki dönem olmak üzere üçlü bir tasnif yapmaktasınız. Özellikle ilk iki dönemde göçmen emeğinin geçici bir niteliği olmasından dolayı “emanet emek” kavramını kullandığınızı belirtiyorsunuz. 2000 sonrasındaki göç sürecini ise beyin göçü ve çeşitli sebeplerden dolayı düzensiz olarak gerçekleşen mülteci akımları olarak ikiye ayırıyorsunuz. Beyin göçü yapmış göçmen kadınların iş gücü piyasasındaki konumlarını küreselleşme ve neoliberal ekonomi politikası sonucunda emeğin prekaryalaşmasından dolayı “emanet” olan emeğin nasıl bir değişim yaşadığını düşünüyorsunuz? Emek piyasasındaki bu değişim göçmen kadın emeğini nasıl etkilemiştir?
Gülay Toksöz: Göç makro ekonomik, politik değişimler ve işgücü piyasası dinamikleri tarafından belirlense de kuşkusuz bireylerin arzuları, kararları ve bu kararları gerçekleştirme potansiyelleri önemli. Genelde vasıfsız işlerde çalışmak üzere göç edenler belirli bir birikim yaptıktan sonra dönmeyi hedeflemekle birlikte çoğu kez bulundukları ülkelerde kalış sürelerinin uzamasına, çocuklarının orada eğitime başlamasına bağlı olarak yerleşikleştiler. Bu hangi dönemde gittikleri ve gidilen ülkenin göçmenlere yönelik yasal düzenlemeleri ile yakından ilgili idi. Vasıfsız işgücünün göçü ve göçmenlere ülkede uzun süreli ikamet izinlerinin verilmesi günümüzde neredeyse mümkün değil. Buna karşılık beyin göçü olarak adlandırılan yüksek eğitimli ve vasıflı işgücünün göçü teşvik ediliyor. Artık dijitalleşme çağı diye adlandırılan bu dönemde başta bilişim sektörü olmak üzere, mühendislik, fen bilimleri ve sağlık sektöründe yetişmiş insan gücüne olan talep artıyor. Neoliberal politikalara bağlı olarak emeğin güvencesizleşmesi, bir diğer deyişle prekaryalaşma tüm dünyada işgücü açısından çok ciddi bir sorun olmakla birlikte vasıflı işgücü sahip olduğu becerilere dayanarak kendisinin pazarlık gücü olduğunu düşünüyor. Göç kararı alırken kendi ülkesindeki olumsuz koşullarla: düşük ücret düzeyleri, kariyer imkanlarının sınırlılığı, hiyerarşik otoriteye dayanan yönetim anlayışı, akademik özgürlüklerin yokluğu, siyasi baskı ve istikrarsızlıklar vb. kıyasladığında gidilen ülkede güvencesiz olarak, örneğin ‘freelance’ olarak çalışmanın bir sorun yaratmayacağını düşünüyor. Gittiği yerde kalıcı olmayı hedefliyor ve bu durum kadınlar veya erkekler açısından fark etmiyor.
Elif Kaşık ve Gönül Erhan: Özellikle kitabınızda hem göçmen hem de kadın olunduğunda yaşanan dezavantajların neler olduğuna odaklanarak göçmen kadınların iş gücü piyasasında karşılaştıkları eşitsizlikler ve haksızlıkları ortaya koymakta ve onların birer “kurban” değil özne olarak görülmesi gerektiğini vurgulamaktasınız. Sizce bu değişimi yaratacak gelişmeler neler olabilir? Bunun için göçmen kadınların örgütlenmesi ya da işverenlerin adil davranması yeterli mi?
Gülay Toksöz: Göç araştırmalarında uzun süre baskın olan göçmen kadın imajı, çalışmak üzere gelen işçi kadınlar yerine aile birleşmesi kapsamında gelen eğitimsiz, kocasına veya ailesine bağımlı çok çocuk sahibi eşler, anneler olan kadınlardı. Bu kadınlar çalışma hayatının dışında, yardıma muhtaç ve baskıya tabi olan şeklinde sunuluyordu. Kadınlar kocalarının, ülkelerindeki patriarkal geleneklerinin ve gittikleri ülkedeki yabancı düşmanlığının kurbanı olarak görülüyordu. Özellikle İslam ülkelerinden gelen kadınların kurban olarak sunulmasının ve göçmen kadınların ezilmesinden esas sorumlu olarak İslamiyet’in görülmesinin, Batılı Hristiyan kültürün kadınların özgürleşmesine imkan tanıyan alternatif olarak sunulmasını mümkün kıldığını belirtmek gerekir. Oysa göçmen kadınlar geldikleri ülkelerin ekonomik, siyasi, kültürel, tarihi ve kurumsal geçmişinin çeşitliliğine bağlı olarak ve aynı ülkeden gelseler bile eğitim düzeylerine, kır veya kent geçmişlerine, etnik kökenlerine bağlı olarak kendi içinde çeşitlilik gösteriyordu. Kadınların 1970 ve 80’li yıllarda işyerlerindeki hak arama eylemleri, sendikal mücadeleye katılımları bu kurban imajının sarsılmasında önemli idi. 1980’lerden itibaren göçmen kadınların kendi örgütlerini kurmaları, ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı mücadele etmeleri, bir diğer deyişle eylemlilikleri onların özne konumunu güçlendirdi. Günümüzde göçmen kadınların haklarını savunan, ayrımcılığa, eşitsizliklere ve şiddete karşı mücadele eden örgütlerin varlığı anahtar niteliği taşıyor.
Elif Kaşık ve Gönül Erhan: Kitabın bir bölümünde özellikle 80 sonrası ev ve bakım hizmetlerinde çalışmak üzere Almanya’ya gelen göçmen kadınların birçoğunun vasıfsızlaştırıldığından, esasında farklı mezuniyetleri, meslekleri ve yetkinlikleri olsa dahi kendi uzmanlık alanları konusunda değil ev ve bakım hizmetleri için istihdam edildiğinden söz ediyorsunuz. Benzer şekilde beyin göçünü ele aldığınız son bölümde de İsviçre’ye göç eden Latin Amerikalı kadınların meslek sahibi olsalar dahi göç ettikleri ülkede mesleklerini yapamadıkları, özellikle evlilikten sonra iş yaşamında kendilerine yer bulamadıklarından veya yarı zamanlı olarak vasıfsız işlerde çalıştıklarından ya da ev içi işler ile ilgilendiklerinden söz etmektesiniz. Bu bağlamda göç etmiş olsun ya da olmasın genel itibariyle kadınların toplumsal hayatta kendilerine yer bulmalarının önündeki en büyük engelin ataerkil normlar olduğunu söyleyebilir miyiz?
Gülay Toksöz: Özellikle 1990’lardan itibaren ev ve bakım hizmetlerinde çalışmak üzere çoğunlukla eski Doğu bloku ülkelerinden gelen göçmen kadınların eğitim düzeylerinin yüksek olduğunu, ancak ülkelerinde yaptıkları mesleklerin gittikleri Avrupa ülkelerinde bir karşılığının olmadığını görüyoruz. Bu olguyu Türkiye’ye ev ve bakım hizmetlerinde çalışmak üzere gelen göçmen kadınlarda da gözlemek mümkün. Bunun başlıca nedeni, işgücüne ihtiyaç duyulan ev ve bakım hizmetlerinde çalışmak üzere gelmelerine göz yumulması ve bu işler için herhangi bir vasfın aranmaması. Dolayısıyla vasıfsızlaşma bu istihdam tarzında yer almanın bir sonucu. Ancak ev ve bakım işlerinin kadın işi olarak görülmesinin patriarkal güç ilişkilerine ve cinsiyete dayalı işbölümüne dayandığını söylemeliyiz. Evlilik ve aile birleşimi kapsamında gelen yüksek eğitimli kadınlar açısından da vasıfsızlaşma gözlenebiliyor. Burada da diplomaların denkliği bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Yukarıda sözü edilen beyin göçünden farklı olarak ihtiyaç duyulan bilişim, sağlık, mühendislik gibi alanlarda değil de, sosyal bilim alanlarında eğitim görmüş kadınlar açısından özellikle gidilen ülkenin diline yeterli düzeyde hakim değillerse, daha önce çalıştıkları mesleklerde iş bulmak mümkün olmuyor ve vasıflarının altındaki işleri kabul etmek durumunda kalıyorlar. Elbette çocuk sahibi olduklarında onların bakımını üstlenmeleri öncelikle kadınlardan bekleniyor ve kadınlar işgücü piyasasında kabul etmek durumunda kaldıkları düşük vasıflı işlerden daha kolay vazgeçebiliyor. Kamusal çocuk bakım hizmetlerinin yokluğu ölçüsünde kadınlar evde kalıyor ve işgücü piyasasından uzaklaşıyor. Kadını ev ve bakım işlerinden sorumlu gören patriarkal normların gelişmiş ülkelerin benimsemiş olduğu refah devleti modeliyle de bağlantılı olarak gücünü koruduğunu, yerli kadınların işgücüne katılmaları ölçüsünde boşluğun göçmen kadın emeği ile doldurulduğunu görüyoruz. Buna karşılık bakım hizmetlerinin esas olarak kamu tarafından üstlenildiği refah devleti modellerinde, ör. İskandinav ülkelerinde kadınların karar mekanizmalarında daha yaygın temsiliyle birlikte patriarkal normların kısmen sarsılmasından söz etmek mümkün.