Giriş
Lefebevre, devrim üzerine fazlaca düşünülen 20. yüzyılda yönümüzü kentlere dönüp ‘kent’ üzerinden bir devrim teorisi çıkarmak için düşünceyi kentlere ve kentlerdeki gündelik yaşama bakmaya davet etmişti. Kentler, modern insanın varoluşunu oluşturan, onun varoluşuna dair yerlerdi (Kurtar, 2013). Kapitalizmin üretimi ve bu üretime bağlı olan dönüşümlerin en somut deneyim alanı kentlerdi. Dolayısıyla, kentlere bakmak kapitalist modern insanın gündelik yaşamda yapıp ettiklerine bakabilmekti. Kentin yapılandırdığı insanın yapıp ettikleri esasında bize kapitalizmin ne olduğunu canlandırıyor ve anlatıyordu. Kentin dinamiği onun daima bir oluş halinde olduğunu da göstermekteydi. Bu daima oluş halinde olma durumu her şeyin kentte kesintisiz bir biçimde değişerek yeniden yapılandırılmasına da neden olmaktaydı (Kurtar, 2013). Kapitalizm de kenti kendi mekânı yaparak kentteki oluş haliyle genişlemesini mekanlaştırıyor ve kentin içindeki modern insan ile özneleştiriyordu. Lefebvre’nin teorisi bu noktada bize devrim için bakmamız gereken yeri de işaret etmiştir. Kentin kesintisiz değişimi ve daima bir oluş halinde olması, bu olurken öznelerin bu oluş halinde yapılanmaları ve kenti tekrardan yapıp etmeleriyle aynı zamanda oluşturmaları kapitalizmin farmakonu niteliğinde. Zira, oluş sürecinde kentteki örgütsel bir başkaldırı kapitalizm-dışı, devrimci bir yeniden yapılandırmanın da temel taşlarını oluşturabilir. Lefebvre’ye göre iktidar ve sermaye kentsel tüm işlevleri gasp ederek kenti talan etmektedir (Kuran, 2016). Bu noktada, kentin gaspına karşı oluşan ‘kent hakkı’ bir kıvılcım oluşturacaktır (Kuran, 2016). Bu kıvılcım, kentin oluş hali içerisinde yeniden yapılanma sürecinde artık kenti iktidar ve sermayenin tahakküm ve sömürü mekânı olmaktan çıkararak devrimci bir yeniden yapılandırmaya sürecine sokacaktır.
Kentin oluş halindeyken yapılanan dinamiğini tahakküm altına alarak gasp eden iktidar ve sermaye organizasyonları iken kentin hakkını savunacaklar ve bu gaspı engelleyecekler ise kentin oyuncuları olan kent özneleridir. Dolayısıyla, bu öznelerin anti-kapitalist bir örgütlenme sürecine nasıl geçebileceklerini düşünmek için Lefebvre, kentteki gündelik yaşama dair önemli tespitlerde bulunmuştur. Gündelik yaşam bir tiyatrodur ve bu tiyatro bütün bir yaşamın temsiliyetini içerir (Lefebvre, 1991). Ne var ki, kentte gündelik yaşam homojen ve yekpare bir biçimde değildir, sınıfsal olarak farklı dinamiklerde var olur. Proletaryanın gündelik yaşamını anlamak kentte oluşacak bir devrimin kıvılcımının kaynağına bakmak olacaktır. Bunun nedeni, proleterin gündelik yaşam ve çalışma pratiğindeki konumuyla ilişkilidir. Proleter olmak bir yanıyla çalışma faaliyetiyle ezilmeyi içerirken diğer yanıyla bu faaliyetle birlikte doğayla ve gerçeklikle temas kurarak yaratıcı olmaktır. Dolayısıyla, proleterin üretimi yaratıcılık faaliyetini oluşturup ona gerçeklik duygusunu verecektir (Lefebvre, 1991). Öyleyse, yaratıcı özne, proleter, talan edilen emeğini, kapitalizm-dışı ve ona karşı bir noktadan harekete geçirmeye başladığında emeğini sömürüden kurtaracak ve onu sisteme karşı bir silaha çevirecektir. Gündelik yaşam sahnesinde gündelik yaşam faaliyetinin bu dönüşümü mekânın oluşunda da bir dönüşüm yaratacak ve kent devrimci bir yapılanmaya giderek devrimin mekânı haline gelecektir.
Lefebvre bu perspektifi ortaya attığı dönemler ya da hemen öncesinde de ‘kent’ devrimciler açısından da üzerine düşünülen bir fenomendi. Kentin dönüştürücü gücü farklı devrimci gruplar tarafından fark ediliyor ve pratikleri kentlere doğru kayıyordu. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), metinlerinde emperyalizmin metropollerde yoğunlaştığını ve bu yüzden metropollerde olacak mücadelelerin sistemin sinir uçlarına dokunacağını söylüyordu (Debray & Steiner, 2000). Keza, eylem pratikleri de kent gerillacılığı üzerine olmuştur. Mahir Çayan keza kentin devrim için önemli bir nokta olduğunu fark etmişti. Çayan’a göre kentlerde başlayacak bir öncü savaş, Türkiye’de kırlarındaki savaşın temelini oluşturacaktı (Göztepe, 2022). Latin Amerika’da da benzer biçimlerde şehirde mücadelenin önemi daha çok görülmeye başlanmıştı. Latin Amerika mücadelelerine ilham kaynağı olmuş foco stratejisinin bir parçası olan politikleşmiş askeri savaş stratejisi de şehirlerde gelişen gerillaların kır gerillasını yaratmaya başlayacağını ön görüyordu (Göztepe, 2022). Avrupa, ABD ve Latin Amerika ülkelerinde farklı biçimlerde de olsa 1970’lerde devrimci mücadele kendisini sık sık kentlerde ve kentin özneleriyle (öğrenci, proleter, beyaz yakalı emekçiler, devrimci militanlar) performe etmiştir. Kenti bir mücadele alanı olarak baz alan Mahir Çayan’ın kesintisiz devrim tezi de devrim stratejisinde kentin ‘kesintisiz’ oluş süreciyle bana kalırsa bir paralellik içermekteydi. Çayan’a göre Türkiye’de devrim herhangi bir aşama stratejisi izlenmeden kesintisiz bir biçimde izlenmeliydi. İlk olarak emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine karşı bir mücadele yürütülerek ulusal-demokratik bir devrim olacak; bu süreç tamamlandığında herhangi bir durma yaşanmadan işçi sınıfı öncülüğünde sosyalizme geçiş ve daha sonra da sosyalizmin gerekleri olan sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun inşası başlanacaktı (Çayan, 2003). Mahir Çayan’ın geçiş aşamalarında kesintisiz devrimle sosyalizmi hedeflemesi, kentlerdeki yeni oluşun iki yüzüyle bağlantılıydı. Nitekim, kent, kendisini her daim yapılandıran ve farklı sınıf ve grupların her zaman kendilerini performe ettiği bir alandı. Dolayısıyla, örneğin, ulusal demokratik devrim bir aşama olsa ve bu süreçte beklenirse Türkiye sosyalizme giden bir süreçten ziyade kapitalizme yeniden eklemlenme, kendisini yeniden yapılandırmaya doğru giden bir ülkeye dönüşecekti. Zira, kentlerde kapitalist üretim ‘yerli burjuvaziyle’ devam edecek ve burjuvazi kentte hegemonyasını yeniden tesis ederken kentteki her öznenin gündelik hayatında tahakkümünü yeniden yapılandıracaktı. Çayan’ın kesintisiz tezi, kentin kesintisiz oluşumunu ele geçirme stratejisiydi.
Bütün bu kente dair perspektifler ve stratejiler yalnızca mekânın işgalinden ibaret değildi. Devrimciler de Marksist ya da farklı perspektiflerdeki anti-kapitalist düşünürler de mekânda performe ettiğimiz hayatlarımız üzerine düşünüp bu hayatları nasıl devrimci bir dönüşümde örgütleyeceğimiz üzerine pratikte ve teoride farklı perspektifler üretmişlerdir. Bu durum da farklı gruplardan farklı devrimci organizasyonlar çıkmasına vesile olmuştur.
SPK ve ‘Hastalığın’ Örgütlenmesi
Kentin içerisinde farklı öznelerin farklı gündelik yaşam pratikleri ve bütüncül bir yaşamda konumlanmaları, ezilen her yaşam grubunun devrimci bir potansiyeli olup olmadığı gerek mücadele içerisinde gerekse entelektüel camiada sorgulandı. Proleterler sosyalist bir devrim için öncü görülürken beyaz yaka emekçilerin, öğrencilerin, işsizlerin, gecekonduda yaşayanların -içlerinde genelde proleterler olsa da ‘gecekondulu’ olarak ‘varoşlar’ın öznelerinin- mücadeleleri de kentteki büyük devrimci dönüşümün önemli parçaları haline geldi. Dolayısıyla farklı ezilen grupların nasıl tahakküme uğradıkları ve bu tahakkümden nasıl çıkabileceklerine dair eleştirel düşünceler 20. yüzyılda gelişmeye başladı. Bu tartışmalardan birisi de akıl hastalarıyla ilgiliydi ve ezilen olarak görülen akıl hastalarının karşısında tahakküm kurucu olarak psikiyatri görülmeye başlanmıştı. Bu bağlamda Goffman’ın temelini attığı bir anti-psikiyatri akımı gelişmişti. Anti-psikiyatri akımını ‘kentin oluşu’ ile bağdaştırarak açıklarsak, kentin dinamiğinde talan edilen psikolojik rahatsızlığı olan insanların ruh halleriyken psikiyatri bir kurum olarak insanların ruh hallerini gasp eden ve üzerlerinde tahakküm kurarak onları gündelik yaşamda konumlandırdığını iddia eden bir akım olduğu söylenebilir. Anti-psikiyatri akımının önemli isimlerinden Laing (2022), insan varlığının çok perspektifli olduğunu ve farklı bakış açılarından görülebildiğini iddia etmişti. Psikiyatri (60’lar ve 70’ler için en azından), insan varlığına semptom üzerinden bakarak semptomun arka yüzünü, öznenin o semptomu niçin ortaya çıkardığını atlayan bir alandı. Laing’e (2022) göre, akıl hastalarının karmaşık ve anlaşılmaz söylemleri dikkatle dinlediğinde bize bir öykü anlatıyor ve bu öykü semptomun nedenini açıklıyordu.
Anti-psikiyatri akımının bu temel argümanları daha sonra RAF’a militan olarak katılacak üyeleri de bünyesinde barındıracak Sosyalist Hastalar Kolektifi’ne (SPK) oldukça ilham kaynağı olmuştu. SPK, psikolojik rahatsızlıkları bulunan insanların hastalıklarını sisteme karşı bir silaha çevirmeye çalışan bir kolektiviteydi. Lefebvre, yabancılaşmanın çok daha bütüncül bir noktada olduğunu düşünerek onun her noktada kendisini var ettiğini iddia eder (Kurtar, 2013). SPK (1993) ise bu görüşe paralel olarak akıl hastalığının bir tür yabancılaşma olduğunu iddia etmiştir. Bu kolektiviteye (1993) göre, semptom yaşam ve ölüm çelişkisinin temel birimi konumundadır. Burjuvazi egemenliğinde belirlenen sağlık sınırlarında ‘sınır-dışı’ edilen, sınırın içerisindeki fonksiyonlara karşı bir disfonksiyon olarak ortaya çıkan semptomlar hastalık olarak nitelendirilir. SPK, hastalığın tamamen kapitalist iktidar tarafından üretilen bir sosyal olgu olduğunu iddia etmez. Ancak, hastalık kapitalizmin maddi koşulları içerisinde oluşan bir durum ve sonuçtur (SPK, 1993). Öte yandan, SPK (1993) hastalığın aynı zamanda bir protesto biçimi olarak devrimci bir üretim gücüne dönüşeceğini de savunmuştur. Bu bağlamda hastalık aslında Lefebvre’nin ‘oluş’a işaret ettiği noktada beliren bir fenomendir. Devamlı yeniden yapılandırılanda ortaya çıkan bir uyumsuzluk ve kriz durumudur. Dolayısıyla, potansiyeli yasaklanır, ötelenir ve gasp edilir. Hastalık, gelişmemiş haliyle bir engel ve ketlenme işlevi görürken onu yönetim, gözetim ve sömürüden kurtarırsak devrimci bir yönü açığa çıkacaktır (SPK, 1993). Dolayısıyla, mesele semptomun içsel bir hapishanede olan haldeyken onu kapitalist tahakkümden kurtararak özgürleştirmektir. SPK’nın psikolojik rahatsızlıklara karşı çabası da bu özgürleştirme pratikleriyle olmuştur.
SPK’nın Özgürleştirme ve Devrimcileştirme Pratikleri
SPK, hastaların semptomlarını giderme ya da dindirmeye yönelik bir pratik çabada değildi. Onun temel meselesi akıl hastalığını kapitalizmden kurtararak sömürülmüş ruh halini özgür bırakmak ve bu halin devrimcileşmesini sağlamaktı. Bu bağlamda, uygulamalarında ‘ajitasyon’ kavramı öne çıkmıştır. ‘Ajitasyon’ uygulamalarında amaç kolektifin öznelerini duygusal ve bilişsel olarak kışkırtarak bastırılmış öfke ve arzularını açığa çıkarmak ve onları böylelikle harekete geçirmekti (SPK, 1993). ‘Ajitasyon’ hem bir açığa çıkarma işlemi hem de politik bir eylem (actmedium) aracıydı (SPK, 1993). Politik eylem olarak çevrilebilecek actmedium, hastalığı oluşturan dışsal koşulların dönüşümünü içeren hem terapötik hem de eylemsel bir süreci anlatmaktadır. Yani, salt bir politik eylem ya da salt bir terapi yöntemi olarak anlaşılamaz. SPK (1993), actmedium’u grupça, kolektif bir biçimde yapmanın önemini vurgulamıştır. Dolayısıyla, actmedium bir grup terapisi de denilebilir. Ne var ki, bu terapi yalnızca bir odada toplanılıp kolektif üyelerinin birbirlerini dinledikleri bir pratik değildir. Birbirlerinde dönüşüme yardımcı olan içsel bir özgürleşme çabasıydı. Bu bağlamda, SPK üyelerinden RAF militanı olanlar da esasında örgütlenerek actmedium süreçlerini gerçekleştiriyorlardı.
Ajitasyon ile bastırılanın açığa çıkarılması ise esasında bilinçdışını özgürleştirme çabası olarak yorumlanabilir. O güne kadar dünyasının simgeseli sınırlandırılarak sınırın dışında kalan her şeyin bastırılıp yasaklanmasına karşı özneler ajitasyon adındaki süreçler ile kendilerinde yasaklananlarla tekrardan karşılaşarak actmedium ile onları politize ediyorlardı. Dolayısıyla gündelik yaşamın performe edilişi dönüşmeye uğruyordu. Örneğin, evinden çıkamayan anksiyeteli ya da depresif bir ruhsal yapılanmadaki insan, kolektif hareketle ve onda bastırılanı geri getirme ile evden çıkabilme özgürlüğünü hareket ile sağlayabiliyordu. Öyleyse, SPK’ya göre psikolojide tedavi ve dönüşüm öznelerin kendi bilişsel ve davranışsal dönüşümünden ziyade özneyi hasta eden egemen-olana karşı dönüştürücü gücün elde edilmesi ile alakalı bir meseleydi.
Sonuç
Kentin daima bir oluş halinde olması ve yeniden yapılanmayı sayısız kez tekrar etmesi onu iki yönlü bir mekân haline çevirir: bir yanıyla kapitalizmi tekrar tekrar üreten bir fenomen, diğer yanıyla ise kapitalizmin dışında devrimci bir gücü açığa çıkarabilecek denli büyük bir potansiyel olan devinim. Bu devamlı oluş hali ise öznelerden ve yapılardan bağımsız bir biçimde gelişen bir hareket değildir. Öznelerin gündelik yaşamları oluşu belirler. Dolayısıyla, kapitalizm kentlerdeki öznelerin gündelik yaşamlarını daima yapılandırarak tahakküm kurmaya çalışmıştır. Ancak, sistem, bu oluş halinin enerjisini daima tahakkümü altında tutamamış ve enerji zaman zaman dönüşümlere uğrayarak büyük devrimci mücadelelerin itkisi haline gelmiştir. Bu dönüşüm, ezilen her grubun gündelik yaşamını devrimci dönüşüme çevirmesiyle ilişkili olagelmiştir. Dolayısıyla, “Her yürek devrimci bir hücredir, hayal gücü iktidara!” söylemi bir sloganın ötesinde, her ezilenin kendisini dönüştürme ve devrimci bir tahayyül oluşturması için bir çağrı niteliği de taşır.
Referanslar
Çayan M. (2003). ‘Kesntisiz Devrim II-III’. Bütün Yazılar. Eriş Yayınları. Syf. 257-265
Debray L. & Steiner A. (2000). Kızıl Ordu Fraksiyonu (Çev. Ruşen Çakır). Metis Yayınları: İstanbul
Göztepe Ö. (2022). Elimiz Mahir’in Kavramlarına Uzanmalı. 1+1 Ekspress. https://birartibir.org/elimiz-mahirin-kavramlarina-uzanmali/
Kuran H. (2016). Kitap İncelemesi: Henri Lefebvre: Şehir Hakkı. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 2 (71), syf: 653-655
Kurtar S. (2013). Bir Şehir Filozofu Olarak Henri Lefebvre ve Gündelik Yaşam Sanatı. İdealkent, 10, syf.: 200-219
Socialist Patients’ Collective (1993). SPK: Turn Illness into A Weapon (Çev.: Wolfgang Huber). KRRIM: Heidelberg
Laing R. D. (2022). ‘Bir Kişiler Bilimi için Varoluşçu-Fenomenolojik Temeller’. Bölünmüş Benlik (Çev. Ergün Ahmet Akça), Alfa Yayınları: İstanbul, syf. 17-30.
Lefebvre, H. (1991). ‘The Knowledge of Everyday Life’, ‘Marxism as Critical Knowledge of Everyday Life’. Critique of Everyday Life, (Çev. John Moore), Verso: London, New York, syf.: 130-176