Life is Sweet: “Durun, siz kardeşsiniz!” | Evren Demiryürek

Mike Leigh’nin senaryosunu yazıp yönettiği Life is Sweet filmi; kendine has kusursuz bir mizahı, çok başarılı bir kurgusu olan leziz bir filmdir gerçekten. Ancak bu filmi sıradan bir aile dramı gibi ele almak da filme hak ettiği değeri göstermemekle birlikte yönetmenin esas derdini de gözden kaçırmakla sonuçlanabilir. Mike Leigh, doksanlı yıllarda işçi sınıfının durumuna, “orta sınıfa” bakmış ve uyarısını bu film üzerinden, komediyle harmanlanmış şekilde yapmıştır. Şüphesiz, doksanlı yılların başında dünyadaki solcuların nasıl bir noktada olduğunu zamanında veya şimdi yakından takip etmiş/eden insanlar daha fazlasını bulacaklardır filmde, benim gördüklerim ve bugünle paralellik kurulabilecek saptamalar ise –19 Mart 2025’te İstanbul Üniversitesi’nde gençler barikatı yıkmadan önce ülkesine dair tüm inancını yitirmiş ve bariz bir aşağılık kompleksine kapılmış seküler tayfayı da kapsayacak şekilde– aşağıda.

Evin huysuz kızı Nicola o dönemin “okuyan/okumuş” solcularının bir temsili. Anne, baba ve kardeş ise işçi sınıfının temsilcileri. Sadece bu kurgunun bize söylediği, yönetmenin basitçe vurguladığı şey şu: Solcu, işçi sınıfının çocuğudur. Diğer yandan işçi sınıfının çocuğu olan kişilerin işçi sınıfıyla arasına koyduğu mesafenin saçmalığının bir hatırlatıcısı olarak da ikiz kardeş Natali vardır filmde. Olay sınıfsaldır, kendini solcu/özgürlükçü gören ama ilginç şekilde işçi sınıfından da kopartan öznenin çabası beyhudedir yani; onun birebir kopyası/kopyaları, aynı koşullardan gelen yığınla insan da işçi sınıfına aittir. Nicola, atıyorum, çok param olsun, bu kahrolası işçi takımından sıyrılayım gibi hayallere sahip değildir. Nicola, hiçbir şeyi beğenmeyen ve aslında ne istediğini bilmeyen bir karakterdir. Önemli bir detay, eğer kendisi parayı bulmak gibi bir hayale sahip olsaydı filmi başka türlü okumak gerekirdi. Bu hâliyle Nicola tam bir “okuyan/okumuş solcu”dur, bizim topluma uyarlarsak eğer sözgelimi 1 Mayıs’ta halay çeken lise mezunu teyzelere, dayılara bakıp “Artık bu halay olayını bitirmek lazım.” diye düşünen, yani esasında “işçi sınıfının” imajıyla ve ileride ayrıntılarını sunacağımız şekilde ona “sekter” gelen tutumlarıyla derdi olan kişidir. Önerdiği yeni bir hayat yoktur, savaşmamaktadır, o sadece eleştirmekte ve insanları yaftalayıp durmaktadır: Sen seksistsin, sen kapitalistsin, sen şusun, sen busun… Bence yönetmenin asıl başarısı, o dönemin, 90’lı yılların solcularının 2000’li yıllardaki rüzgârla nereye doğru savrulacaklarını öngörebilmiş olmasıdır. 2000’li yılların ilk on beş yılını domine eden, Türkiye’de “yetmez ama evetçi” olarak ortaya çıkan, “statüko yıkılıyor” heyecanıyla oportünizmi kucaklayıp akepenin kayığına neşeyle atlayan kahır belaların hepsi yirmi beş yıl öncesinin Nicola gibi solcularıdır. Her neyse, bunlara belki sonra yine gireriz. Devam edelim. Bu filmde bakmamız gereken şey, o dönemde solcular ne yapıyordu, buna karşılık “İşçi sınıfı ne yapıyordu?” sorusu olarak karşımıza çıkıyor. Film bir versusu ortaya atıp bunu tartışıyor: Solcu vs işçi sınıfı.

Filmin kurgusunun kusursuzluğunun bir göstergesi de yönetmenin Nicola’yı bulimia hastası şeklinde filme yerleştirmesidir. Elbette tesadüf değil bu. Nicola’nın sorunu, psikolojik sorunu, marazi yapısı vs. hep onun bulimia olmasından, doğru düzgün beslenmemesinden kaynaklanmaktadır. Yediklerini doğal yollardan hazmetmek yerine kusmaktadır Nicola. İşte o dönemin solcusu da budur yönetmene göre: Okur, eder ve bunları hazmetmeden kusar. Alınan besinler vücutta (entelektüel açıdan da zihinde) bir şeylere dönüşmez, vücudu (zihni) geliştirmez, daha somut olarak atıyorum kemikleri (analiz yeteneğini) güçlendirmeye yaramaz. Çünkü kişi tarafından hemen kusulup vücuttan/zihinden atılır. Böyle bir durumda sürekli konuşan ama aslında hiçbir şey söylemeyen bir insan çıkar ortaya. O dönemin solcuları böyledir yönetmene göre, hepsi evdeki Nicola’dan farksızdır.

İlerleyen bölümlerdeki dünyanın belki de en komik seks sahnesi, daha sonra erkek karakterin senin yapacağın işe başlarım demesi aslında Nicola’nın tüm foyasını ortaya çıkartması açısından önemli bir sahnedir. Nicola’nın eve attığı eleman açıkça orta sınıfın bir temsilcisidir. Ağzında sakız, umursamaz bir hava, alaycılık vs. bugün “lümpen” diye adlandırılan ama kapitalizmin tam anlamıyla uşağı da olmayan insanların temsilcisidir o çocuk. Sosyal demokrat diyebiliriz onun için. Tam bir solcu olması, yine Nicola gibi solcuların hastalıklı zihinlerinden dolayı gerçekleşememektedir. Orada Nicola’ya der ki, seninle biraz entelektüel muhabbet çevirmek istiyorum, tartışmak istiyorum, bunlardan sonra yatağa girmek istiyorum, sen ise hemen sevişelim derdindesin. Ardından bombalar, Nicola’nın ağzından düşürmediği terimlerle ilgili hiçbir fikri olmadığını kanıtlar. Kadının kafasına vuracak kadar ileri gider. Orta sınıf, sosyal demokratlar ya da daha kaba bir tabirle lümpenler solla sağlıklı bir ilişki kuramamaktadır ve solu terk ettikleri bir aşamaya gerilemişlerdir. Yönetmene göre bu durumun bir müsebbibi de solculardır. Bu yeni tip solcuların ufukları, hazmetme, üzerine çalışma zahmetine girmedikleri terimlerden ibarettir ve yeni bir şey sunamamaktadırlar. Sadece eleştirmekte ve yakınmaktadırlar. Ne istediklerini bilmemeleri bir yana bu konu üzerine bile düşünmemektedirler. Hayalleri, ütopyaları yoktur. Budanmış bir ağaçtan farksızdırlar. Çocuğu oldukları işçi sınıfını hor görmektedirler. Açık şekilde anasına ve babasına, yani toplumun ezilenlerine üstten bakmaktadırlar. İşte o dönemdeki yeni tip solcuların durumu budur demektedir yönetmen.

İşçi sınıfı ise kendi savaşını vermektedir. Nicola’nın annesinin filmin sonundaki tiradı çok etkileyici ve dokunaklıdır. Babanın kazıklanarak aldığı o berbat karavanın bile bir değeri vardır: Hâlâ bir hayali olan bir adamdır evin babası. Hâlâ hayal ve mücadele etmektedir. Sızlanmamaktadır. Anne, yani Wendy karakteri ise kendince bir direnme formülü bulmuştur: Filmin başında bize abartılı gelen neşesi, ortalara doğru onun karakter yapısı olarak izleyiciden onay alır. O kadın böyledir ve aslında çok komiktir. Olur olmadık yerde yaptığı erotik şakalar, her meseleden bir emekli mizahı üretme çabası, sürekli gülmesi, sürekli şaka yapması, aslında onun savaşa devam edebilmesi için seçtiği yöntemdir. Wendy, kedere saplanmak, iğrenç gerçekliğe boyun eğmek yerine hayatını eğlenceli hâle getirmeye çalışan, savaşını böyle veren müthiş biridir. Görünen odur ki, yönetmene göre, işçi sınıfı savaşmaktadır, yeni tip solcular ise yargı dağıtmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır. Solcu vs işçi sınıfı karşılaştırmasının kazananı işçi sınıfıdır, varlık zeminini reddeden ve hatta o zemini hor gören solcular değil.

Tam da şimdi, kısa bir Türkiye turundan sonra devam edeyim: Akepe döneminin seküler tayfada yarattığı tahribat. Sekülerlerin ülkeye inancı kalmamıştır. Sekülerler Türkiye’yi hor görmektedir. “Bu ülkeden bir halt olmaz” demektedirler. “Yoksa gidiyorlar mı, yoksa yıkılıyorlar mı?” diye heyecanlanan birileri çıktığı anda bu yılgınlar ellerinde bir yangın tüpüyle olay mahalline gelmekte ve yangına hemen müdahale etmektedirler: “Bunlar seçimle gitmez, hiç heveslenmeyin, bu adam şimdi seçim olsa %40 alır.” Aynı tipler, sözgelimi insanlar sandık başlarında sabahlarken yine orada burada “Boşa uğraşıyoruz!” diyen kişilerdir. Sürece katkı sunmak istememelerini hoş görmekten başka bir şey gelmez elimizden ama bu arkadaşlar gölge etmeyi de kendilerine bir görev bilmektedirler. Bir iktidara “seçimle gitmez” demenin tam da o iktidarın tüm kanunsuzluklarını normalleştirdiğini bile akıl edememektedirler. Hiçbir şey yapamıyorsak bile, ne olursa olsun, hukuksuzluğu, eşkıyalığı normalleştirmemeliyiz dememektedirler. Gelinen noktada, seküler tayfanın neredeyse yarısının filmdeki Nicola karakterinden bir farkı yoktur aslında. Bir düşünürün de belirttiği gibi: Ülkesine inanmayan insan kendisini küçümseyen insandır. Buradan hayalperestlik de çıkmaz. Bu bir matematik sorunudur gerçekten. Solcunun işçi sınıfını hakir görmesi ne ise, insanın ülkesini hakir görmesi de aynı şeydir. Varlık zeminini hedef almaktadır bu insan. Onu küçümsemesi doğrudan doğruya kendi varlığını küçümsemesi ve aslında farkında olmasa da kendisini hakir görmesidir. “Bizden bir halt olmaz,” ya da “Bu millet adam olmaz” cümlelerindeki biz’in ve “bu millet”in içinde kendisi de vardır. Dolayısıyla bu insanın dediği şey net olarak şudur da: “Benden bir halt olmaz.” Eğer söz konusu saçmalığı sürdürürse bu konuda haklı çıkacaktır.

Şimdi tekrar filme dönelim. Aubrey karakteri ve fiyaskoyla sonuçlanan restoran işi: Kapitalist olan insanın kendisini nasıl bozduğunu izleriz bu bölümlerde. Adamın yattığı yatağın kaç pound olduğunu söylemesi bile bunu ortaya koymaktadır. Sonunda delirmektedir Aubrey. Mutfaktaki kadın, Stockholm Sendromu’ndan mustarip en cahil, en bitmiş kesimin bir temsilcisidir. Aubrey kadını ezer ama kadın onu terk etmez. Kafka’ya ait bir benzetmeyle: Efendisinden kurtulan atın yola kendi kendisini kırbaçlayarak devam etmesi. Öğrenilmiş çaresizlik. Ezilmekten başka bir tahayyülü olamayacak kadar sakatlanmış insanların bir temsilidir mutfaktaki kadın.

Aubrey ile ilgili olarak Wendy’nin kocasıyla yatakta yaptığı yastık konuşması da çok hoştur. Aubrey’in Wendy’yi tavlamaya kalkma ihtimali üzerinden bir geyik çevirmektedir karı koca. Orada Wendy şunu söyler: “Aubrey’le bir şeyler yaşayacak kadar umutsuz değilim.” İşçi sınıfı, ruhunu kapitalistlere satacak kadar bitmiş değildir demektedir yönetmen. 90’larda böyleymiş en azından diyelim. Filmi dönemine göre düşünelim yani.

Son sahne, Nicola ile Natali’nin, yani işçi sınıfı ile yeni tip solcuların, içten konuşmaları. Orada hoş bir nüans var bence. Solcularda da, işçi sınıfında da belli tuhaflıklar var. Solcu kerameti kendinden menkul bir narsisist ama işçi de tuvaletlere elini falan sokuyor. Natali bunu kardeşiyle örgütlenme arzusuyla söylüyor. “Bende de kimi tuhaflıklar var” der gibi. İşi gereği elini tuvalete soksa da içinde bulunduğu şartları değiştiremeyeceğini de bir şekilde içselleştirmiş, onun da “tuhaflığı” bu. O son sahnede yönetmenin dediği şey, “Durun, siz kardeşsiniz!” müdahalesi aslında. Birbirinizden çok farklısınız, ikinizde de kimi tuhaflıklar var ama ne olursa olsun siz kardeşsiniz.