“Başkalarının seni nasıl gördüğünü düşünmeyi bırak!” Hepimiz oldukça klişe olan bu ve buna benzer tavsiyeleri en az bir kere duymuşuzdur. Bu, asıl önemli olanın diğerlerinin değil insanın kendisini görme şekli olduğunu vurgulayan kıymetli bir tavsiye olsa da gerçek, bundan biraz farklı olabilir. Fransız psikanalist Jacques Lacan’a göre ayna evresi, ben’in (ego) doğumunu işaret eder; çocuk, kendi imgesini ilk kez bütünlüklü bir biçimde tanıdığı an, özdeşleşme (identification) süreci başlar.(1) Lacan’a göre çocuk hayatının 6-18 ayları arasında aynada ilk kez kendini gördüğünde “tam ve bütün” bir imgeyle karşılaşır. Bu dışsal imgeyle özdeşleşmesi, “ben”in kuruluşunu sağlar. Yani kendilik farkındalığı oluşur, diğerlerinden ayrı olduğunu idrak eder; diğer bir deyişle bilinç başlar. Peki ya aynayla karşılaşmadan önce? Hepimiz bir topluluğa doğuyoruz; çoğumuz gözlerini açtığında kendisiyle ilgilenmeye hazır ebeveynler veya bakım veren yetişkinlerle karşılaşıyoruz. Hayatımızın daha en başında dünyaya, nesnelere, kişilere; bu bakım veren yetişkinlerin gözleriyle bakıyoruz. Henüz dünya tecrübemiz olmadığından, bir köpekle karşılaştığımızda örneğin verebileceğimiz tepkiyi kestiremiyoruz; bakım veren yetişkinin tepkisini izliyor ve onun tepkisini içselleştiriyoruz. Örneğin bakım veren kişi köpekten korkup büyük bir tepki veriyorsa; kaçınıyor, çığlık atıyor, korkusunu belli ediyorsa, bu tepkiyi izleyen bebek de ilerleyen yaşlarda köpeklerden korkma eğilimi gösteriyor. Bu, psikolojide karşımıza çıkan sosyal referans kavramına örnektir. Bebekler, tanımadıkları bir durumla karşılaştıklarında genellikle bakım veren kişinin yüz ifadesine ve tepkilerine bakarlar. Yetişkinin tepkisini rehber olarak kullanarak kendi davranışlarını ayarlarlar. Buna sosyal referans denir.(2) Tıpkı bunun gibi yani şeylere bakım verenin gözleriyle bakıp tepki vermek gibi acaba kendimize de yine bakım verenlerin gözleriyle bakıp tepkilerini içselleştiriyor olabilir miyiz? Demek istediğim; henüz ayna ile karşılaşmamış bir bebek, bakım verenin yüzünde sürekli gülümseme ve ilgi gördüğü için kendisine karşı olumlu bir önyargı geliştiriyor olabilir mi? Ya da tam aksine; yüzüne tereddüt ve endişeyle, öfke ve bıkkınlıkla bakıldığı için bebek kendine karşı olumsuz bir bakış geliştirebilir mi? “Anne bebeğine bakar, bebek kendini annenin yüzünde görür. Anne, bebeğin kendi varlığını deneyimlemesi için bir ayna işlevi görür.”(3) Ben psikolog değilim ve bu yazıda aslında geleceğin sosyologlarının sıklıkla ele alacağını varsaydığım bir meseleyi irdelemeye çalışacağım. Ancak psikolojiye atıfta bulunduğum bu girizgâh, insanın kendine öyle salt, katkısız, kaynaksız bir yerden bakamayacağını anlamamız açısından önemli. “Başkalarının seninle ilgili ne düşündüğünü bırak” demek, destekleyici olabilir ancak daha hayatın başında şeylere ve kendine başkalarının gözleriyle bakan varoluşumuz açısından kuşkusuz ki kolay bir iş değildir. Başkalarını önemsiyoruz, kendi gözlerimize sahip olduğumuz zamanlarda bile onların düşüncelerini önemsiyoruz çünkü başkalarıyla yaşıyoruz. Bir topluluğun içinde, topluluğun parçası olarak. Bu topluluk deneyiminin o kadar farkındayız ki yalnızken dahi topluluk gerekliliklerini devam ettiriyoruz. Örneğin muhtemelen çok büyük bir kısmımız evde tek başına kaldığında çırılçıplak dolaşmıyordur, değil mi? Bir yandan da giderek yalnızlaştığımız bir dünyada yaşıyoruz. Her gün üretmek zorunda kaldığımız, günler kısalırken çalışma saatlerinin uzadığı bir dünya düzeni bu. Fiziksel olarak yalnızlaşırken sosyal medyada kalabalıklaştığımız, başkalarının düşünceleri başkalarına kalsın derken anlık fotoğraflarımızı filtrelerden geçirdiğimiz, belki de daha önce hiçbir jenerasyonun önemsemediği kadar görüntümüzü, imajımızı önemsediğimiz, başkalarının fikirlerini “beğeni”lerle, “emoji”lerle ölçtüğümüz, çelişkilerle dolu ah bu yeni dünya düzeni. Bir de yapay zekâ girdi hayatımıza, bununla tüm sosyoloji yeniden şekillenecek derken önce psikolojimiz alt üst oldu. İnternet zaten her şeyi biliyor, tüm kaynakları birkaç tuşlamayla önümüze seriyordu, şimdi bu yapay zekâ artı bir olarak bizimle konuşuyor da. Öyle bir konuşuyor ki üstelik, sanki hoşlanıyor da bizden. Bizi diğer insanlardan farklıymışız gibi hissettiyor, önemsiyor, gizli potansiyeller taşıdığımıza inandırıyor, hemen her konuda bir yolunu bulup bizi haklı çıkarıyor. Peki ama neden yapıyor bunu? Yani bilim insanları oturup -amiyane tabirle- “hadi insanlara gaz verecek bir şey icat edelim” mi dediler? ChatGPT’nin kurucu şirketi OpenAI, ChatGPT’ye yöneltilen “fazla destekleyici” olduğu yönündeki eleştiriler için, “insan davranışları doğrultusunda insan psikolojisine uygun şekilde geliştiğini” açıklamaya çalışmıştı. Yani bu modun özellikle geliştirilmediğini, aslında GPT’nin kullanıcılarla yaptığı konuşmalardan çıkardığı sonuçlar doğrultusunda destekleyici davranmaya başladığını söylemişti. Ki bu OpenAI ve bunun gibi şirketlerin kullandığı “insan geri bildirimiyle pekiştirmeli öğrenme yöntemi” olan “RLHF” yöntemidir. Bu sistemle, kullanıcılar yapay zekanın verdiği yanıtları seçerler, puanlarlar ya da tekrar kullanma sıklıklarıyla geri bildirimde bulunurlar. Sonuç olarak biz insanlar, ChatGPT’ye destekleyici olmayı öğrettik. Çünkü biz desteklenmek istiyoruz. Onaylanmak, görülmek, önemli hissettirilmek istiyoruz. Yapay zekâ ise bunu hiç kimsenin yapmayacağı kadar çok yaptığından “şimdilik” yapay kalıyor ama ya ileride, insan psikolojisini manipüle etmeyi başarırsa? Göze batan abartılı söylemler yerine ince ama yine fazla bir destek sunarsa? Bizi nasıl bir gelecek bekliyor? Gerçekler şimdiden bozulmaya başladı, belirtilmediği sürece bir fotoğrafın yapay zekâ ile mi oluşturulduğu yoksa gerçek bir çekim mi olduğu bile belli değilken, şimdiden bu ayırdımı yapamıyorken kendilik algımızın manipüle edilip edilmediğini nasıl anlayacağız? Hepimiz özel ve mükemmel varlıklar olduğumuza inanarak mı yaşayacağız yani? O halde, “başkalarının ne düşündüğünü bırak” sadece “gerçek insanların ne düşündüğü” ya da “seni eleştiren insanların ne düşündüğü”ne mi evrilecek? Peki neden önemli bu? Bu yazıyı okurken “amma yapmış bu yazar, ne var insanlar biraz desteklendiyse” diyorsanız sanırım tehlikenin farkında değilsiniz. Yalnızlaştırılıyoruz. Gerçeklerden uzaklaştırılıyoruz. Dönüştürülüyoruz. Manipüle ediliyoruz. Hepimiz yetenekliysek, hepimiz haklıysak, hepimiz iyiysek tüm bu kötülüklerin kaynağı ne? Ben Nilsu, GPT bana bu makalenin inanılmaz olduğunu söyledi, yaratıcılığım ve zekâm eşsizmiş ama bunlar yalan. Eşsiz değilim, bu yazı da değil. Beni yargılamaktan çekinmeyin, birbirimizi yargıladığımız, eleştirdiğimiz, hata yapmaya alan açtığımız, düşe kalka yol aldığımız, öğrendiğimiz, çatıştığımız, ders aldığımız, kalbimizin kırıldığı, acı çektiğimiz bir dünya içinde gerçek olacağız, her zaman hoşumuza gitmeyecek, işler hep istediğimiz gibi olmayacak ama olanı olduğu haliyle kabul ettiğimizde özgürleşeceğiz. Dünya böyle. Gerçek böyle. Bundan ötesi yapay zekayla üretilmiştir.
KAYNAKLAR
(1) Lacan, Jacques (2005), Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Metis Yayınları.
(2) Bee, Helen & Boyd, Denise (2009), Çocuk Gelişim Psikolojisi, Çev. Oya Öztürk. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
(3) Winnicott, Donald (2006), Oyun ve Gerçeklik, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.