Bir Taşra Kurumunun Yüzyıllık Yolculuğu: Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin Tarihi | Ali Eren Demir

Bu yıl kuruluşunun 100. yılını kutlayan Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, sadece bir sağlık kurumu değil, aynı zamanda Türkiye’nin modernleşme sürecinin taşradaki en önemli temsilcilerinden biridir. 1925 yılında, genç Cumhuriyet’in yeni bir ulus ve toplum inşa etme çabasının parçası olarak kurulan hastane, ruh sağlığı alanındaki dönüşümleri, toplumsal algıların değişimini ve merkez-çevre ilişkilerinin dinamiklerini yansıtan canlı bir laboratuvar işlevi görmüştür.

Hastanenin kuruluş hikâyesi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecindeki kurumsal dönüşümlerin çarpıcı bir örneğidir. Dönemin Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’ın girişimiyle, 1925 yılında genç bir psikiyatri uzmanı olan Dr. Ahmet Şükrü Emed, Elazığ’a (o zamanki adıyla Elaziz’e) gönderilir. Emed, ilk olarak şehrin Beşkardeşler mevkiinde 1915’te Ermenilerden kalan beş sıralı ahşap binada hastanenin temellerini atar. Sonrasında Annie Tracy Riggs Memorial Hastanesi’ne taşınmıştır.

Annie Tracy Riggs Memorial Hastanesi Elazığ’ın Harput bölgesinde 1910 yılında Amerikan misyonerler tarafından kurulmuş önemli bir sağlık kurumuydu. Bu hastane, Sultan Abdülaziz döneminde Amerikan Misyoner Cemiyeti’nin bölgedeki etkisinin somut bir göstergesiydi. Hastane, aynı zamanda Amerikan kültürel değerlerinin ve Hıristiyanlığın yayılmasına hizmet eden bir yumuşak güç aracı olarak da işlev görüyordu.

Şekil 1 Elazığ Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi Kuruluş Yazısı

Mimari açıdan dönemin modern hastane anlayışını yansıtan bina, Osmanlı’nın son dönemlerinde bölgede sunulan en ileri sağlık hizmetlerinden birini barındırıyordu. I. Dünya Savaşı sırasında askeri hastane olarak kullanılan yapı, savaş yaralılarının tedavisinde önemli bir rol oynamıştı. Bu dönemde, misyoner faaliyetlerinin askıya alınmasıyla bina geçici olarak askeri amaçlarla kullanılmıştır.

Şekil 2- Dr. Ahmet Şükrü Emed Bakırköy’de

Cumhuriyet’in ilanından sonra, Annie Tracy Riggs Memorial Hastanesi de devlet tarafından satın alınmıştır. 1927 yılında, Dr. İsmail Hakkı Gürkan’ın başhekimliği döneminde, Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi bu tarihi binaya taşınmıştır.

Hastaneyi Var Eden Dört Başhekim: Kurumsal Kimliğin İnşacıları

Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin 100 yıllık tarihine damga vuran dört önemli başhekim, kurumun kimliğini ve gelişim çizgisini şekillendirmiştir. Bu isimlerin her biri, farklı dönemlerde hastanenin gelişimine katkıda bulunmuş ve Türkiye’nin psikiyatri tarihinde önemli izler bırakmıştır.

Şekil 3 – Dr. Ahmet Şükrü Emed

Hastanenin kurucu başhekimi Dr. Ahmet Şükrü Emed, Toptaşı Bimarhanesi’nde Dr. Mazhar Osman’ın asistanlığını yapmış, Almanya’da eğitim görmüş ve İstanbul Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi’nde uzmanlık eğitimini tamamlamış parlak bir hekimdi. 1925 yılında Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’ın ricasıyla Elazığ’a gönderilen Emed, oldukça zorlu koşullarda göreve başladı.

Şekil 4 – Emed, 1950 yılında başkanı olduğu Adalet Bakanlığı Adli Tıp Meclisinde, Bursa cezaevinde yatmakta olan şair Nazım Hikmet Ran için bir rapora imza atmıştır. Raporda Nazım Hikmet’e “ruhi inhitat” (ruhsal çöküş), karaciğer yetmezliği, kalp yetmezliği başlangıcı olduğu tanıları konulmuştur.

Emed’in anlatımlarından, Elazığ’a geldiği dönemde bölgede psikiyatri anlayışının neredeyse hiç olmadığı, dönemin politik karışıklıkları nedeniyle şehirde bir İstiklal Mahkemesi’nin bulunduğu ve yollarda sık sık isyancı baskınlarının yaşandığı anlaşılmaktadır. Toptaşı Bimarhanesi’nden iki hasta bakıcı ile geldiği Elazığ’da, Beşkardeşler mevkiinde iki ahşap ev kiralayarak hastane teşkilatını kurmaya çalışmıştır.

Şekil 5 – Beşkardeşler Sıra Evleri
Şekil 6 – 1960 yılında Celal Bayar imzasının bulunduğu bir tayin ile Yüksek Sağlık Şurasına atanmıştır.

Ancak Emed, sağlık sorunları nedeniyle 17 ay gibi kısa bir süre sonra, Şubat 1926’da görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Sonraki kariyerinde, 1931’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde akıl ve sinir hastalıkları uzmanı olarak görev yapmış, 1939-1943 yılları arasında CHP Diyarbakır milletvekilliği görevinde bulunmuş ve 1943-1945 yılları arasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde başhekimlik yapmıştır.

Şekil 7 – Ahmet Şükrü Emedin Ölüm Haberi Milliyet 1970

Emed, Adalet Bakanlığı Adli Tıp Meclisi başkanlığı döneminde, 1950 yılında Bursa cezaevinde yatan şair Nazım Hikmet Ran için “ruhi inhitat” (ruhsal çöküş), karaciğer yetmezliği ve kalp yetmezliği başlangıcı tanılarını içeren bir rapora imza atmıştır. 1966’da kısa bir süre Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Emed, 1970 yılında hayata gözlerini yummuştur.

Sonraki başhekim Dr. İsmail Hakkı Gürkan, hastanenin gerçek anlamda kurumsal kimliğini kazandığı, fiziksel altyapısının geliştiği ve modern tedavi yaklaşımlarının benimsenmeye başlandığı 22 yıllık bir döneme damgasını vurmuştur. Emed’in ayrılmasının ardından, Şubat 1926’da başhekimlik görevine getirilen Gürkan, hastanenin ihtiyaçlarını tamamladıktan sonra ilk hasta yatışını 15 Mayıs 1926 tarihinde gerçekleştirmiştir.

Şekil 8 – Annie Tracy Riggs Memorial Hastanesi

Gürkan’ın en önemli katkılarından biri, 1927 yılında hastaneyi daha önce Amerikan misyonerlerin kullandığı Harput’taki hastane binasına taşımasıdır. Bu taşınma hem fiziksel altyapının iyileştirilmesi hem de kurumsal kimliğin güçlendirilmesi açısından önemli bir adım olmuştur. Gürkan, Ermeniler ve ABD’li Protestan misyonerlerden kalan bu binalarda değişiklikler yapmış ve modern bir akıl hastanesi kurmaya çalışmıştır.

Şekil 9 – Annie Tracy Riggs Memorial Hastanesi

Gürkan dönemi, hastanenin gerçek anlamda tıbbi bir kurum kimliği kazanmaya başladığı dönemdir. Daha öncesinde hastaları sadece barındırma yaklaşımından, tedavi etme yaklaşımına geçilmiştir. Bu dönemde hasta kayıtlarında, hastalıkların tanımlanması ve sınıflandırılmasına dair ciddi çabalar görülmektedir. “Muhafaza altına alındı” gibi ifadelerin yerini, zamanla “tedavi protokolüne başlandı” gibi ifadeler almaya başlamıştır.

Gürkan’ın 1925-1947 yılları arasındaki başhekimliği döneminde, kayıtlara göre 3061 kişi tedavi görmüştür. Bu sayı, o dönemin koşulları düşünüldüğünde, hastanenin bölgede önemli bir sağlık kurumu haline geldiğini göstermektedir.

Gürkan’dan sonraki başhekim Dr. Rıdvan Cebiroğlu, Türkiye’nin ilk çocuk psikiyatrı olarak bilinen, 1940’ta İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirerek Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde nöropsikiyatri uzmanlığını tamamlamış önemli bir hekimdi. 1947-1951 yılları arasında Elazığ Akıl Hastanesi başhekimliği yapan Cebiroğlu, aynı zamanda Elazığ Cüzzam Hastanesi doktorluğu görevini de yürütmüştür.

Şekil 10 – Dr. Rıdvan Cebiroğlu Kartviziti

Cebiroğlu’nun Elazığ’daki çalışmaları, hastanenin kapasitesinin genişletilmesi ve tedavi yaklaşımlarının çeşitlendirilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu dönemde 2230 hasta tedavi görmüştür. Özellikle Elazığ Cüzzam Hastanesi’nde çalışırken, modern lepra tedavilerinin ilk denemelerini yapmış ve bu çalışmalarını İstanbul Seririyatı dergisinde yayınlamıştır.

Şekil 11 – Dr. Rıdvan Cebiroğlu

Ancak Cebiroğlu’nun Elazığ’daki görev süresi nispeten kısa olmuştur. Dönemin yaygın anlayışını yansıtan bir anekdota göre, hocası Fahrettin Kerim Gökay, Anadolu’ya tayin edilen öğrencisine “geri dönmeye çalışması gerektiğini” söylemiştir, çünkü “Anadolu’da bilim olmaz” anlayışı hakimdir. Nitekim Cebiroğlu, 1951 yılında İstanbul’a geri dönmüştür.

Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi tarihindeki en uzun ve en verimli dönemlerden biri, hiç şüphesiz Dr. Mutemit Yazıcı’nın başhekimlik yaptığı 1951-1973 yılları arasıdır. 29 Nisan 1951’de Sağlık Bakanı Dr. Ekrem Hayri Üstündağ’ın isteği ile başhekimliğe atanan Yazıcı, daha önce Bakırköy Akıl Hastanesi adli servis şefi olarak görev yapmıştı.

Yazıcı’nın 23 yıllık başhekimlik dönemi, hastanenin “altın çağı” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemde hem fiziki yapı olarak büyük atılımlar gerçekleştirilmiş, hem de tedavi anlayışında devrim niteliğinde değişimler yaşanmıştır. 1963 yılında, 400 yataklı modern hastane binasının Sağlık Bakanı Dr. Yusuf Azizoğlu tarafından açılması, bu dönemin en önemli fiziksel kazanımıdır. Yazıcı döneminde, yatak kapasitesi 395’ten 900’e çıkarılmış ve toplam 22.342 hasta tedavi edilmiştir.

Şekil 12 – Dr. Mutemit Yazıcı’ya ait Osmanlıca bir reçete

Ancak Yazıcı’nın asıl mirası, tedavi yaklaşımlarındaki yenilikçi uygulamalardır. Hastaların mesire yerlerine götürülmesi, gece-gündüz tedavi yöntemlerinin uygulanması ve hastaların çeşitli iş kollarında (inşaat, çamaşırhane, demirhane, tarım) çalıştırılması gibi uygulamalar, dönemin iş terapisi anlayışını yansıtmaktadır.

Şekil 13 – Vefat Değerli Büyüğümüz, Elâzığ Akıl Hastanesi Eski Başhekimlerinden Dr. Mutemit Yazıcı 02.05.1989 Günü Vefat Etmiştir. Merhumun Cenazesi 04.05.1989 Perşembe Günü Öğle Namazını Müteakip Şişli Camii’nden Kaldırılacaktır.

Yazıcı, sadece bir doktor ve yönetici değil, aynı zamanda Elazığ’ın sosyal ve kültürel hayatında da etkili bir figürdü. 1953 yılında 9. Elazığ belediye başkan vekilliği yapan Yazıcı, yerel gazetelerde köşe yazıları yazmış, fıkra ve hikayeleriyle Elazığ ve çevre illerde ünlenmiştir. Elazığ’da sahiplenilen bir isim olan Yazıcı, 1973 yılında başhekimlik görevinden ayrılıp İstanbul’a dönmüş ve 1989 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.

Yazıcı’nın en önemli katkılarından biri, hastaneyi toplumla bütünleştirme çabasıdır. Hastaların şehir merkezinde çeşitli görevler üstlenmesi, tiyatro etkinlikleri düzenlemesi, toplumun ruh sağlığı sorunlarına bakışını olumlu yönde değiştirmiştir. “Trafik Mehmet” gibi sembolik figürler, ruh sağlığı sorunu yaşayan bireylerin toplumla olan etkileşiminde yeni bir arayüz oluşturmuş, böylece korku ve yabancılaşma yerine aşinalık ve kabul ilişkisinin gelişmesine zemin hazırlamıştır.

Hastane-Toplum İlişkisinin Dönüşümü: Korkudan Anlayışa

Hastanenin varlığı, zaman içinde yerel halkın ruh sağlığı sorunları yaşayan bireylere yaklaşımını da değiştirmiştir. Başlangıçta “deliler hastanesi” olarak anılan ve yanından geçmekten korkulan kurum, özellikle Yazıcı dönemindeki toplumla bütünleşme çabalarıyla, korkudan anlayışa doğru bir algı değişimini tetiklemiştir.

Yazıcı’nın hastaları toplumdan izole etmek yerine, toplumla buluşturma stratejisi özellikle etkili olmuştur. Bazı stabilize hastaların şehirde basit işler yapmasına izin vermiş, bu da toplumsal damgalamayı azaltmada önemli rol oynamıştır. “Trafik Mehmet” olarak bilinen ve yıllarca şehir merkezinde fahri trafik polisliği yapan hasta, halkın sevgisini kazanmış ve ruh sağlığı sorunlarına bakışı değiştiren sembolik bir figür haline gelmiştir.

Son yıllarda ise ruh sağlığı sorunlarının toplumsal algısında daha radikal bir dönüşüm yaşanmaktadır. Ruh sağlığı sorunları giderek normalleşmekte, bu da tedavi arayışını artırmakta ve damgalamayı azaltmaktadır. Televizyon programları, sosyal medya kampanyaları, ünlülerin açıklamaları gibi faktörler bu konudaki farkındalığı artırmış, psikiyatri polikliniklerine başvurularda ciddi bir artış yaşanmıştır.

Ancak bu demokratikleşme sürecinin bazı paradoksları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Bir yandan ruh sağlığı sorunları normalleşirken, diğer yandan tıbbileştirme artmakta ve günlük yaşamın zorlukları giderek patolojikleştirilmektedir. Normal duygusal tepkilerin hastalık olarak etiketlenmesi ve sosyal-ekonomik sorunların psikolojik sorunlar olarak yeniden çerçevelenmesi, bu paradoksal durumun göstergeleridir.

Hastanenin kurumsal kimliği, 100 yıllık süreçte önemli dönüşümler geçirmiştir. Kuruluş döneminde (1925-1950) daha çok hastaları korumak ve toplumdan izole etmek amacıyla hareket eden hastane, kurumsallaşma döneminde (1950-1980) rehabilitasyon ve toplumsal entegrasyonu önceleyen bir yapıya evrilmiştir.

1980 sonrası neoliberal dönüşüm döneminde ise, hastane yönetiminin daha işletmeci bir anlayışla yeniden yapılandırıldığı görülmektedir. Performans, verimlilik gibi kavramlar günlük pratiğe girmiş, ruh sağlığı hizmetleri diğer sağlık hizmetleri gibi piyasa mantığıyla yönetilmeye başlanmıştır. Bu durum, özellikle kronik hastaların tedavisinde yeni sorunları beraberinde getirmiştir.

Hastane ortamındaki iktidar ilişkileri ve direniş dinamikleri de ilginç örüntüler sergilemektedir. Hastaların bedenleri, çeşitli tıbbi gözetim ve kontrol mekanizmalarına tabi tutulmakta, ancak hastalar bu kontrol mekanizmalarına karşı çeşitli direniş stratejileri geliştirmektedir. İlaç almayı reddetme, kurallara uymama, kendi aralarında dayanışma ağları kurma gibi stratejiler, kurumsal kontrole karşı birer direniş biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sonuç: Yüz Yılın Ardından

Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin 100 yıllık tarihine baktığımızda, sadece bir sağlık kurumunun değil, aynı zamanda Türkiye’nin modernleşme serüveninin, merkez-çevre ilişkilerinin ve kültürel dönüşüm dinamiklerinin de izlerini görüyoruz. Hastane, bir yandan geleneksel şifa pratiklerinden modern tıbbi uygulamalara geçişi simgelerken, diğer yandan devlet-toplum etkileşiminin mikro düzeydeki bir laboratuvarı işlevini görmüştür.

Bu yüzyıllık yolculukta, ruh sağlığı sorunlarına yönelik toplumsal algılar, dinsel ve manevi açıklamalardan tıbbi paradigmaya, korkudan anlayışa doğru evrilmiştir. Batı kökenli psikiyatrik bilgi, yerel kültürel bağlamda müzakere edilmiş ve hibrit tedavi yaklaşımları geliştirilmiştir.

Günümüzde, hastanenin karşı karşıya olduğu en büyük zorluk, bir yandan tarihsel mirasını ve kurumsal hafızasını korurken, diğer yandan değişen toplumsal ihtiyaçlara ve beklentilere cevap verebilmektir. Ruh sağlığına yönelik farkındalığın artması ve damgalamanın azalması olumlu gelişmeler olsa da neoliberal sağlık politikalarının getirdiği verimlilik baskısı ve ticarileşme eğilimi, kurumun temel misyonunu tehdit etmektedir.

Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin yüzüncü yılında, bu kurumun sadece hastalıkların tedavi edildiği bir yer değil, aynı zamanda toplumsal değişimin hem bir aracı hem de bir yansıması olduğunu hatırlamak gerekir. Hastane, Türkiye’nin modernleşme hikâyesinin taşradaki en önemli tanıklarından biri olarak, geçmişin izlerini taşırken geleceğin olanaklarını da barındırmaktadır.

* Bu makale, Ali Eren Demir ve Abidin Çevik tarafından kaleme alınan “Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin Sosyo-Kültürel Tarihi” (Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, 2025, Cilt: 28, Sayı: 1, s. 120-148, https://doi.org/10.18490/sosars.1687019) başlıklı araştırma makalesinin verileri ve bulguları temel alınarak hazırlanmıştır. Yazarların izniyle kullanılmıştır.