Bilimsel gelişmeleri toplumbilim perspektifinden ele alan popüler bilim kurgu dizisi Black Mirror, 3. sezonunun ilk bölümünde belki de çok uzak olmadığımız bir geleceği anlatıyor.
2016 yılında yayınlanan Türkçeye “Dibe Vuruş” şeklinde sunulan “Nosedive” bölümünde insanların Instagram benzeri bir uygulamada birbirlerini puanladıklarını görüyoruz. Bu uygulama, günlük hayatın ayrılmaz bir parçası. İnsanlar günlük hayatlarında herhangi bir sahneyi paylaşıyorlar; bir kahveyi, bir kitabı, güzel bir yemeği, manzarayı, tıpkı şu anda bizlerin yaptığı gibi bu gelecekte de “içerik üretmek” hayatın önemli bir parçası durumunda. Kullanıcıların beğenisine sunulan bu içerikler “like” yerine 1-5 arasında bir puan alıyorlar. Yalnız burada önemli olan; kullanıcıların yalnızca karşılaştıkları içerikleri puanlamamaları. Kullanıcılar, gözlerindeki teknolojik bir lens aracılığıyla, fiziksel dünyada karşılaştıkları diğer insanların profillerini görebiliyor ve onları puanlayabiliyorlar. Yani, uygulama fiziksel dünyaya son derece entegre bir şekilde gerçeği yeniden şekillendiriyor. Peki bu puanlar önemli mi? Evet, toplum bu sistemi o kadar kanıksamış ki insanlar 5’lik puan sistemindeki konumlarına göre ilgi görüyorlar. Bu yeni toplumun elitleri, 4 ve üstü puanlara sahip olduklarından çok çeşitli ayrıcalıklara sahip olurlarken 3-4 puan arasında kalan yeni orta sınıf standart hayatlarına devam ediyor ve tabii ki, 4’ün üzerine çıkma hayaliyle varoluşlarını sürdürüyorlar. 3 puanın altında kalanlar ise çok çeşitli sosyal kısıtlamalara ve neredeyse toplumsal dışlanmaya maruz kalıyorlar. Puan tablosundaki konum; bilet almaktan, araba kiralamaya, bir mekânda oturmaktan, bir işe alınmaya kadar çok çeşitli konularda belirleyici rol oynuyor. Bir şeylere sahip olmak, iyi bir hayat sürdürmek için sürekli puan dolayısıyla onay almanız gerekiyor. “Eh, süper! Birbirimize sürekli puan verelim, hepimiz birbirimizi 4’ün üzerine çıkaralım ve ayrıcalıklardan yararlanalım” diyorsanız maalesef bu dünya için naif kaldığınızı söylemek zorundayım. İki sebepten ötürü bu mümkün olmayacaktır. Öncelikle orta sınıf, elitlere yakınlaşmak için yalnızca onların tükettiklerini tüketmeyi bir yöntem sayıyor. Yani evet, bir yere kadar karşılıklı iyi puanlar vermeyi deneyeceklerdir ancak bir noktadan sonra kendilerini elit hissettiklerinden orta sınıfın diğer üyelerinden uzaklaşacaklardır ki Black Mirror da bize böyle bir hikâye anlatıyor. Bu noktada Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’yu alıntılamadan geçmek mümkün değil. Beğeni yargıları kendini diğerlerinden ayırt etmeye hizmet eder ve sürekliliğine katkıda bulunduğu toplumsal dünya algısına dayanır. Diğer bir deyişle, beğeni sınıflar ve sınıflayanı da sınıflar: toplumsal özneler ‘güzel’ ile ‘çirkin’, ‘seçkin’ ile ‘bayağı’ arasında yaptıkları ayrımlarla kendilerini sınıflar.(1) Bourdieu’ye göre, yeni orta sınıf bireyleri çoğu zaman ‘bilinçli tercih’ değil, habitusun derinliklerinde şekillenmiş eğilimlerle hareket eder. Onlar için elit sınıfın tüketim kalıplarını taklit etmek, görünüşte bir statü simgesini benimsemekten öte; aslında içselleştirilmiş alışkanlıkların otomatik tezahürüdür. Yani tüketim pratikleri, yalnız tüketim amacı taşımadığı kadar; aynı zamanda bir sınıfın sembolik sınırlarını yeniden üreten stratejik hareketlerdir. Bir diğer mesele ise -ki bu, yazının konusunu oluşturuyor- sansür meselesi. Birbirimize puan verdiğimiz bir toplum sisteminde bırak elitlerden olmayı 3’lere tekabül eden orta sınıfa dahil olmak bile zor olurdu diye düşünüyorum çünkü kırılgan bir toplumda yaşıyoruz. Bütün dünyada hızla yükselen, şahsım adına “hassasiyetler diktası” olarak adlandırmaya cesaret ettiğim bir kavram var. Konuşmayı, üretmeyi, eleştirmeyi, ifadeyi giderek zorlaştıran bir şey bu. Herkesin hassasiyetlerini geçerli ve değerli kılan bir bakış açısı, yeni bir otokontrol aracı, bir sansür mekanizması ancak öyle gizlenmiş öyle hassaslaştırılmış ki bu konuda konuşmak bile dışlanmanıza sebep olabilir. “Tetikleyici içerik”lerden bahsediyorum. Sanırım konuya bir örnekle giriş yapacağım. Sosyal medyada kadın taklidi yapan erkeklerin, “kadın imgesi”ne dair olumsuz bir imaj ve önyargı yarattıklarına dair bir eleştiri okudum. Daha açık bir şekilde; erkeklerin, bir peruk takarak kadın taklidi yaparken; abartılı jest ve mimikler kullanmaları, ses tonlarını çatallaşma pahasına inceltmeleri, basit olaylara büyük büyük tepkiler vermeleri, ağlama ve gülmelerinin abartılı olmasıyla neredeyse histerik bir görüntü sunmaları; kadınlara dair olumsuz bir imaj yaratıyor olabilir çünkü kadınlar, gerçek dünyada tırnakları kırıldı diye deyim yerindeyse deli gibi ağlamıyor, dünya başlarına yıkılmış gibi davranmıyorlar. Kadınlar gerçek dünyada, bir çantayı takıntı haline getirmiyor, çok daha ciddi sorunlarla uğraşıyorlar. Ancak bu eleştiriye karşılık; “tiyatro ve mizahın doğasında abartı olması doğal değil midir?” şeklinde verilen bir cevap var ki, bu da eleştiriye karşılık verilen bir başka kıymetli eleştiri oluyor. Kadın taklidi yapmanın, kadınları gücendiriyor oluşu, kadın taklidini “tetikleyici içerik” kategorisine çeker mi? Yeme bozukluklarından bahseden bir diyetisyen, yeme bozukluğu yaşayan insanları tetiklemiş mi olur? Markaların, “ırkçılık çağrışımı” yaptığı gerekçesiyle isim değişikliğine gitmeleri gerekli mi gerçekten? “Eti Negro” gerçekten tetikleyici bir içerik miydi? Eskiden güle eğlene izlediğim sitcomlardan sahneler görünce şimdilerde kendime şaştığımı itiraf etmeliyim, “bir zamanlar bunları nasıl izliyormuşum” diyorum. İçerikler o kadar cinsiyetçi ki gerçekten içten bir rahatsızlık duyuyorum. Ancak bazen de merak ediyorum; dünya benim rahatsızlık duymayacağım şekilde mi düzenlenmeli? Benim hassasiyetlerimin sınırları nerede bitecek bilmiyorum ki. Belki ben et tüketimimi durduracak, bugün cinsiyetçi bir sahne izlemek istemediğim gibi yarın da et tüketilen bir sahne görmek istemeyeceğim. Et tüketilen bir sahne beni tetikleyecek, ahlak anlayışıma ters gelecek. O zaman ne olacak? Bugün yazdığınız bir senaryoda küfür eden bir karakter için “küfür, şiddeti besliyor” diye eleştiri alabilirsiniz. Cevap olarak “küfreden insanlar vardır ama” dediğinizde ise “var olmaları bunun doğru olduğu anlamına gelmiyor” gibi aslında sorunuza hiçbir cevap olmayan bir söylemle karşılaşırsınız ki bu işte politik doğruculuk oluyor. Bugün medya politik doğruculuk ekseninde şekillendiğinden içeriklerdeki sansür inanılmaz boyutlara çıkıyor. Bugün dizilerde “zorba” karakterlerin bile birkaç bölüm içinde iyilere dönüştüklerine şahitlik ediyoruz. Dil o kadar sansürlü ki “aman hiç kimsenin hassasiyetlerine değmesin” kaygısıyla çok yavan ve belki de anlamını kaybetmiş bir şeyle karşılaşıyoruz. Bu hassasiyetlere değmeyelim kaygısı müthiş bir sansür aracına dönüşüyor ve kültür sanat bundan hemen etkileniyor. Belki de sadece kültür sanat etkileniyor çünkü diğer türlü olsaydı; hassasiyetlere titizlikle dikkat edilen bir dünyada yaşasaydık yani şiddetin azalmasını beklerdik ancak belli ki dünya siyaseti bu doğrucu akımdan pek de etkilenmiyor. Olan yine su gibi içerik tüketen bizlere oluyor. Müthiş bir sansür altında kalıyoruz. “Yahu yazar kardeş, ne istiyorsun, ırkçılık mı olsun, cinsiyetçilikten devam mı, küfür mü edilsin sinemada, sen ne istiyorsun ki…” Rahatsız olalım istiyorum. Rahatsız olmaya hakkımız olsun. Gül bahçelerinde bile dikenleri varsa bu dünyanın bırakalım da batsın ellerimize. Uygulamaya zorlandığımız bu otosansür, gerçekleri görmeyelim diye gözlerimize çekilmiş bir sis perdesinden başka bir şey değil çünkü. Cinsiyetçi bir içerik beni -kişisel hassasiyetlerim sebebiyle- çoğu kişiden daha çok rahatsız eder ancak dünyada ataerki bütün şiddetiyle devam ediyorsa sansürsüz bir şekilde göstersin sinema bana cinsiyetçiliği ki ben de daha iyi anlayabileyim hiç dahil olmadığım dünyalarda kadınların nasıl dile getirildiğini. Edebiyat dediğin biraz da rahatsız etmeli. Yürekten katıldığım şu kadın imajını zedeleyen erkekler bu içerikleri üreterek bir yandan akıllarındaki kadın imajını göstermeleri yönünden incelemeye değer olmuyorlar mı? Devam etsinler o halde, zihinlerinin içindeki karşılığımıza bakalım böylece. Mizah biraz da rahatsız etmeli. İşte herkesin birbirini puanladığı bir dünyada beni en çok korkutan şey hassasiyetler diktasının güç kazanması olurdu. Çünkü bu güçlendikçe sansür artacak, sansür arttıkça gerçeklerden uzaklaşacağız. Bir gün yapay zekaya “yapay zekâ” demek gücendirici olduğu için başka bir terim üretilecek. Gerçek dünyadan o kadar uzaklaşacağız ki yapay zekanın hassasiyetlerini de göz önünde bulundurmak zorunda kalacağız ama bu olurken vahşi kapitalizm bizi sömürmeye devam edecek, bazı şehirlere bombalar yağacak, çocuklar yine açlıkla boğuşacak. Kapanışı, başta da bahsettiğim Black Mirror’un “Dibe Vuruş” bölümünün çok sevdiğim final sahnesiyle yapmak istiyorum. 0 puana inmiş iki mahkûm karşılıklı hücrelerde tutulurlar. Aralarında ufak bir arbede çıkınca birbirlerine küfretmeye başlarlar, giderek keyiflenirler, küfürler yaratıcı olmaya başlar, küfrettikçe mutlu olurlar, gülerler, kahkahalar atarlar çünkü artık doğruluğun diktasından özgürleşmişlerdir. Sıfırı görmüşlerdir ve artık kaybedecekleri bir şey yoktur, artık yeniden insan olabilirler ve insan dediğin sinirlenir. İnsan dediğin küfreder, öfkelenir, hata yapar, yenilir, acı çeker. İnsan doğası gereği mükemmel değildir ve belki de bu özgürlüğün tanımıdır, kim bilir.
Kaynaklar
(1) Bourdieu, Pierre (2021), Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Çev. Derya Fırat, Günce Berkkurt, Nika Yayınevi: Ankara.