Home Antropoloji Tek Tanrılı Dinlerde Kadının Yeri | Kübra İşitmez

Tek Tanrılı Dinlerde Kadının Yeri | Kübra İşitmez

0
15416

Giriş

Toplumsal cinsiyet bağlamında tektanrılı dinler incelendiğinde kadının “ikinci cins” olarak geri planda kaldığı gözlemlenir. Toplumsal cinsiyet rolleri, yeryüzünde genellikle ataerkil yapıdadır. Bu yüzden ortaya çıkan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri zamanla dini meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmaya başlamışlardır. Biyolojik cinsiyetten farklı olarak toplumsal cinsiyet, toplumun karakteristik özelliklerini ve toplumsal yapısını anlamak için önemli bir kavramdır. Din sosyolojisinin önemle değindiği toplumsal cinsiyet ve din konusu gerek tek tanrılı dinler gerekse çok tanrılı dinlerin toplum yapılarını belirleyen başat konulardandır. Söz konusu kadın olduğunda insani değerleri ön plana alan inanışların bile ayrımcı davranışlar sergilediği gözlemlenmiştir. Yaratılış hikayeleri dikkate alındığında tektanrılı dinlerde kadının erkek için yaratıldığı algısı dikkat çeker. Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta aynı bakış açısı hakimken Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in söylemleri ile İslamiyet sonrası dönemlerde kadına “kutsal” bir bakış kazandırılmaya çalışılmıştır. Fakat toplum yapısı ve bu dinlere inananlar tektanrılı dinlerin ataerkil ve kadını ötekileştiren bir yapıya bürünmesine neden olmuştur.

Ataerkil toplum yapılarında doğan tektanrılı dinler gönderilen kutsal kitapları erkek bakış açısıyla yorumlayıp yaşamlarına uygulamışlardır. Birçok peygambere gelen kutsal metinlerin toplanmasından oluşan Tevrat ile Yahudiler, dini erkeklere özgü kabul edip kendilerine özgü yasalar koyarak kadınları sosyal hayattan mahrum bırakmışlardır. Ev içerinde babasına ve kocasına karşı söz hakkı olmayan kadının tek rolü çocuk doğurmak ve kocasına itaat etmek olmuştur. Dini ritüellerden, sosyal yaşamdan, hak ve hukuktan tamamen uzak olan kadınlar Hz. Havva modeli göz önünde bulundurularak günahkâr betimlemesine maruz kalmışlardır. Yahudiliğin bir mezhebi olarak doğan Hıristiyanlık’ta kadın bakış açısı ne kadar kırılmaya çalışılsa da aynı topraklarda doğup yayılan bu iki din geleneklerinden vazgeçmemiştir. Hz. İsa’nın annesi olan bakire Meryem modeli Tanrı’nın kadınlara verdiği mesajını ataerkil topluma entegre etmeye çalışmıştır fakat Hz. İsa’nın yanında olanlar dışında bir etki sağlayamamıştır. İslamiyet’e kadar mal-mülk hakkı, boşanma ve miras hakkı olmayan kadınlar Hz. Muhammed’in hümanist yaklaşımıyla bir takım sosyal haklara kavuşmuştur. Hz. İsa’nın kadınlara verdiği değerin devamı niteliğinde olan İslami bakış kadınların kendi çabalarıyla Hz. Muhammed döneminde ilerleme kaydetmiştir. Zamanla değişen dini liderler ataerkil tutumu güçlendirerek devam ettirmiş ve kadınların özgürlüğünün kısa sürmesine neden olmuşlardır.

Modern dönemde ise bu üç tektanrılı dinin kadına bakışının tamamen değişip farklı boyutlara dönüştüğü görülür. Kadına hiçbir hak tanımayan ve onu dinden dışlayan Yahudilik’te kadının değerinin arttığı görülür. Hıristiyanlık’ta ise kadının sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik her alanda kendini göstermeye başladığı dikkat çeker. Bu noktada modernleşmenin batı iç dinamikleriyle beslendiğini belirtmek gerekir. Modernleşmenin dini etkiyi yok etme amacı ilk olarak doğduğu topraklarda kendini göstermiştir. İslam toplumları incelendiğinde ise aynı etkiye rastlamak zordur. Doğu geleneğinin hakim olduğu İslam toplumlarında batı etkisi tam olarak entegre olamamış ve istediği etkiyi yaratamamıştır. Bu açıdan bakıldığında doğduğu yıllarda bütün insanları eşit gören İslamiyet algısı yerini kadını ötekileştiren bir islamiyet’e bırakmıştır. Birçok sosyal bilimcinin incelemelerine bakıldığında İslamiyet, ilk dönemlerde Hz. Muhammed etkisiyle kadına değer vermiş sonrasında ise ataerkil yapılarına yeniden dönüş yapıp erkek hakimiyetini daha da yoğunlaştırmışlardır.

Bu çalışmada tarihsel süreç içerisinde kadınların tektanrılı dinler karşısındaki konumları ve tektanrılı dinlerin kadına verdiği önem incelenmiştir. Kutsal kitaplar dikkate alındığında aslında hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğu ve birbirini kapsayarak ilerlediği, temel mesajların aynı olduğu dikkat çeker. Toplumsal cinsiyet açısından incelenen din algısı, hem kadının hem de erkeğin toplumsal yapıdaki rol ve görevlerini görmek, hak ve hürriyetlere dikkat çekmek açısından önemlidir.

1. Toplumsal Cinsiyet ve Din

1.1. Toplumsal Cinsiyet Nedir?

“Cinsiyet” ve “toplumsal cinsiyet” kavramları zaman zaman karıştırılsa da temelde birbirinden farklıdır. Çünkü cinsiyet, kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik, genetik ve fizyolojik farklılıklardır. Bu anlamda cinsiyet kadın ve erkek arasında bir eşitsizlik değil, sadece biyolojik farklılık yaratmaktadır. Toplumsal cinsiyet ise, farklı kültürlerde, tarihin farklı anlarında, farklı coğrafyalarda kadınlara ve erkeklere sosyal olarak yüklenen roller ve sorumluluklarla şekillenmektedir. Biyolojik cinsiyet doğal olduğuna göre kadın ve erkek arasındaki farklar da doğaldır, fakat toplumsal cinsiyet kavramı toplumun uygun gördüğü doğal olmayan değer kalıplarıdır. Toplumsal cinsiyet; bir toplum içerisinde cinsiyetin nasıl tanımlandığına bakılarak kültür ve organizasyon içeriğini belirtir.Bhasin’e (2003: 2-3) göre, cinsiyet doğal, biyolojik kalıtsal, türe özgü, her yerde aynı ve -cerrahi müdahaleler hariç- değiştirilemez iken toplumsal cinsiyet sosyokültüreldir. Sürekli yeniden inşa edilmektedir.

Sosyologlar biyolojik bir kategori olarak “sex” (biyolojik cinsiyet) ile toplumsal bir kategori olan “gender” (toplumsal cinsiyet) arasında ayrım yapmaktadırlar.Biyolojik cinsiyet; kadın ile erkek arasındaki biyolojik farklılıklara atıfta bulunmaktadır. Toplumsal cinsiyet ise; kadınlar ve erkeklerin toplumsal olarak oluşturulmuş olan görev ve sorumluluklarına karşılık gelmektedir. (Günindi Ersöz, 2016,s.20.)     

Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, toplumsal ve kültürel olarak belirlenen ve dolayısıyla içeriği toplumdan topluma olduğu kadar tarihsel olarak da değişebilen “cinsiyet konumu” ya da “cins kimliği”dir. Toplumsal cinsiyet sadece cinsiyet farklılığını belirtmekle kalmaz aynı zamanda cinsler arasındaki eşitsiz güç ilişkileri de belirler.” (Berktay, 1995, s.16.)

Toplumsal cinsiyet kavramı toplumdan topluma farklılık gösterir, her toplumun kendi toplumsal yapısına göre bir toplumsal cinsiyet algısı vardır. Toplumda belirlenen yasalara göre davranan bireyler toplumsal cinsiyetten bağımsız hareket edemez. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet; bir toplumdaki bireylerin konumunu, davranışlarını, kültür ve geleneklerini belirleyen en temel öğelerden biriyken, kültürde toplumsal cinsiyetin belirleyicilerindendir.

Toplumsal cinsiyet; kadın ve erkeklerin beklentilerini, değerlerini, imajlarını, davranışlarını, inanç sistemlerini ve rollerini tanımlayan fikirlerin sosyal yapılanmasıdır.

Toplumsal cinsiyet kavramını sosyolojiye kazandıran Ann Oakley’e göre “cinsiyet”, biyolojik olarak erkek-kadın ayrımını anlatırken; “toplumsal cinsiyet” erkeklik ile kadınlık arasındaki buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme yapmaktadır. Fakat bu terimin kapsamı, ilk ortaya çıkışından beri, yalnızca bireysel kimliği ve kişiliği değil ayrıca sembolik düzeyde erkeliğin ve kadınlığın kültürel idealleri ve stereotiplerini, yapısal düzeyde ise kurumlar ve örgütlerdeki cinsel iş bölümünü içine alacak kadar genişlemiştir. (Marshall, 1999, s.98.)

Kadın ve erkeğin doğasında olmayıp, doğuştan ve doğal olmayan özelliklerin oluşturduğu toplumsal cinsiyet kavramı, kadın-erkek yaşantısında belirleyici, doğuştan kabul edilmiş yasa niteliğindedir. Tarihsel süreçten günümüze kadın ile erkek arasındaki farklılıkların eşitsizlik ve adaletsizlik oluşturduğu, dahası kadınların aleyhine erkek egemenliği kurulmasının erkeğin “güçlü ve bağımsız”, kadının “zayıf ve bağımlı” olmasından kaynaklandığı, bunun da özü itibariyle her iki cinsiyetin biyolojik ve zihinsel donanımından beslenerek şekillendiği yönünde farklı iddialar her zaman olagelmiştir. Buna karşın kadın ile erkek arasındaki farklılıkların biyolojik ve genetik değil, çevresel ve kültürel olarak inşa edildiği görüşü günümüzde daha fazla yaygınlık kazanmıştır (Dökmen, 2004)

1.2. Toplumsal Cinsiyete Dair Kavramlar

1.2.1. Ataerkillik

Ataerkillik tanımlanması oldukça güç kavramlardan biri olup çoğunlukla bir sistem ya da bir ideoloji olarak tanımlandığı görülür. Hartmann, ataerkilliği “maddi temelleri olan, hiyerarşik olarak erkekleri birbirine bağlı ve fakat özerk kılan, böylece kadınlar üzerinde baskı kurmalarını sağlayan birtakım sosyal ilişkiler olarak tanımlamıştır. Ataerkilliğin maddi temellerine dikkat çekerek, esas olan erkeğin kadın işgücünü kontrol edebilmesine özel vurgu yapmıştır (Aktaran Arıkan, 1998:12)

Ataerkillik, erkek otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzenidir. Bu düzenin temelini erkeğin üstünlüğü fikri oluşturur; soy erkekler tarafından belirlenir, hakimiyet erkeklerindir. Bu toplumlarda erkeklere kadınlardan daha çok saygı gösterilir. Bu erkek üstünlüğü ilkesi etrafında, toplumun kültürü, adetleri, inancı ve mitolojisi, anaerkil düzenli toplumunkinden farklı bir biçim oluşturur. (Vikipedi, 2017)

Geçmişte krallıkla veya padişahlıkla yönetilen toplumlarda temel faktör ataerkilliktir. Taht babadan oğula geçmiş, devlet toplumu yöneten eril gücün malı olarak kabul edilmiştir. Erkek egemenliği sınıf ve devlet egemenliğinde olduğu gibi hem rıza hem de güç yoluyla yeniden üretilir.

En basit ve en genel tanımıyla iktidar, yönetme gücünü elinde bulundurma olarak tanımlanır. İktidarı elinde bulunduranlar ise erkeklerdir. İktidarın erkek merkezli olduğu her türlü ideolojide ataerkillikten söz edilebilir. Günümüzde görülen demokratik sistemdeki birçok toplumda gerek toplumsal gerek siyasi yapı ataerkillik temellerine sahiptir ve toplumun yöneticisi bir erkektir. Ataerkillliğin çok eski temellerle dünyaya yayılması günümüz toplumsal cinsiyet algısında belirleyici olgudur.

1.2.2. Toplumsallaşma

Toplumsallaşma, genel olarak, bireyin içinde yer aldığı grubun normlarını, değerlerini, tutumlarını ve karakteristik dilini edinmesi yönündeki etkileşim sürecine gönderme yapar. Bu kültürel öğelerin kazanılmasıyla kimlik inşası sağlanır ve şekillenir. Bireyin, bir kişilik kazanarak belli bir toplumsal çevreye uyması, toplumla bütünleşmesi süreci olan toplumsallaşma, insanın yaşamı boyunca devam eder. Bireyler toplumda nasıl davranacaklarını, “cinsiyetlerinin getirdiği” rol ve sorumlulukları, kültürel ve toplumsal çevre entegrasyonunu toplumsallaşma sürecinde öğrenir. Kültürel çevrede var olan toplumsal cinsiyet algısı toplumsallaşma sürecinde bireye aktarılır ve birey bu algıyla inşa edilen kimliğini şekillendirmeye çalışır.

Toplumda toplumsal cinsiyet ilişkilerinin anlaşılmasında kültür ve toplumsallaşma çok önemlidir. Toplumsal cinsiyet kalıpları bireylerin içinde yaşadığı toplumdaki toplumsallaştırma biçimleri tarafından sürdürülür. Daha doğum öncesinde kız bebeklerinin eşyaları için pembe, erkek çocuklar içinse mavi rengin seçilmesiyle başlayan toplumsal cinsiyet değerleri ve uygulamaları yaşam boyu devam eder, cenaze merasiminde de yansıma gösterir.

Her birey kültürel bir çevrede doğar ve bu kültürel çevreye göre toplumsallaşmaya başlar. Bu kültürel çevre, bireylerin geleceğini, gelecekteki yaşam şanslarının neler olabileceğini, yaşadıkları dünyayı nasıl anlamlandıracaklarına kadar bir dizi sonuca neden olmaktadır. (Günindi Ersöz, 2016, s.24s)

Toplumsallaşma süreci, toplumsal cinsiyet ve kültür temelinde inşa edilir. Toplumsal cinsiyet kadın ve erkeğin toplumdaki rollerini belirlerken, yaşanılan kültürel çevrede bireylerin geleceğini, yaşam şekillerini ve yaşanan dünyayı anlamlandırmalarını etkilemektedir. Toplumsal cinsiyet, toplumsallaşma sürecinde özümsenir ve doğal karşılanır fakat toplumsal cinsiyet doğal bir olgu değildir. Tüm toplumsallaşma eylemleri cinsiyetçi öğeler içermekte ve bunun sonucu olarak hem kadınlar hem de erkekler cinsiyetlerine uygun davranış beklentilerini öğrenerek içselleştirmektedir.

1.2.3. Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, toplumdaki kadın-erkek eşitsizliğine vurgu yapan bir kavramdır. Bu eşitsizlik, başta ataerkil toplumlar olmak üzere, her toplumda görülür. Toplumsal yapıda, kadınlar ikinci planda yer alırlarken, erkekler hep daha göz önündedir. Kadınlar meslek seçimlerinde bile bu eşitsizlikle karşı karşıya gelirler.

Cinsiyet evrensel bir ölçüt olarak toplumların çoğunda kullanılır. Erkeklere kadınlardan daha yüksek bir yer verilir. Dişilik genellikle erkeklikten sonra gelir (Fichter,2011:39). Bu eşitsizlik bazı toplumlarda kadının yok sayılmasına kadar gider. Bazı toplumlarda ise denge neredeyse eşit sayılır fakat yine de kadınlar hep aşağı konumdadır.

Toplumsal cinsiyet hiyerarşisi; kadın ve erkeğin toplumsal hiyerarşideki farklı konumlarını yansıtan, toplumsal değer atfedilmiş kaynaklar, güç, prestij ve kişisel özgürlük gibi ödüllerinin eşitsiz dağılımını anlatmak için kullanılan bir kavrama karşılık gelmektedir (Kottak, 2008:443).  Geleneksel toplumlarda daha çok karşılaşılan bu eşitsizlik modernleşme ile bir anlamda kırılma yaşamıştır. Fakat net bir kopuştan söz etmek mümkün değildir.

Yatay toplumsal cinsiyet ayrımcılığı; erkek ve kadınların niteliksel açıdan farklı meslek tiplerine ayrılması olarak tanımlanır. Öğretmen, hemşire ve sekreter gibi mesleklerin çoğunluğunun kadın, polis ve ordu mensuplarının ezici çoğunluğunun erkeklerden oluşması bu gerçeği anlatmaktadır.

Dikey toplumsal cinsiyet ayrımcılığı; erkek ve kadınların aynı meslekte yüksek ya da düşük derecelere ayrılması olarak tanımlanır. Öğretmenlerin çoğunluğunun kadın olmasının yanında okul müdürlerinin erkek olması bu tanımı anlamlandıran bir örnektir. Bu durum kadınların karar alma mekanizmasından dışlandığı anlamına gelmektedir.

Cinsiyet ayrımcılığı genellikle eğitim, sağlık, çalışma ve siyaset alanlarında ortaya çıkmaktadır. Eğer bir kişi sadece kadın ya da sadece erkek olduğu için bir işe alınmıyorsa, eğitim hakkından mahrum tutuluyorsa ayrımcılık yapılıyor demektir. Ataerkil yapıda kadınlara yönelik eşitsizlik içeren pek çok uygulama ayrımcılık kapsamındadır (Demirbilek, 2007:12-27). Kız çocuklarının okutulmaması, kadınların müracaat ettikleri bir işe sırf cinsiyetlerinden dolayı alınmaması ‘fiili ayrımcılık’ tır. Siyasi, ekonomik, kültürel, dini vs faktörlerin devreye girerek ayrımcılık – stereotip ilişkisini karmaşık bir hale getirdiğini söylemek durumundayız.

1.2.4. Namus

Namus kelime anlamı olarak bir toplum içerisinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılıktır. Doğruluk, dürüstlük, iffet anlamında hem kadınlar için hem de erkekler için kullanılır. Ancak toplumsal cinsiyete bağlı olarak kadınların namusu ile erkeklerin namusu arasında bir ayrım görmek mümkündür. Kadınların namusu doğrudan cinsellikle ile ilgilidir. Namuslu bir kadın bekaretini korumalı, adaba uygun giyinmeli, geleneklere uygun beklentileri karşılamalıdır. Nerede nasıl davrandığına dikkat etmeli, eşine karşı sadık olmalı, onun istek ve beklentilerini karşılamalıdır. Namuslu bir erkek ise güvenilir olmalı ve sorumluluğu altındaki kadınların cinselliği üzerinde denetim kurmalıdır. Kadın ve erkek için namusun farklı anlam ifade etmesi toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ataerkil olmasına bağlanır. Bu ataerkil özellik, kadınların erkekler bağımlı olmasını ve aralarında eşitsiz ilişkiler kurulmasını sistematik olarak desteklemektedir. (Günindi, 2016, s: 30)

Ataerkil toplumsal cinsiyet, namus gibi olgularla toplumsal cinsiyet eşitsizliğini pekiştirir. Erkekler için sorun teşkil etmeyen bir durum kadınlar için namussuzluk nitelemesi ile sonuçlanabilir.

Ataerkil iktidar kendisini yalnızca erkeklerin kadınlara yönelik ev içi ve ev dışı saldırılarında ve istismarlarda değil, geniş akrabalık ağları gibi daha geniş topluluk grupları tarafından uygulanan ve kadınlara yönelik ihlallerin kültürel olarak onaylanıp teşvik edilen biçimlerinde de göstermektedir. Bu nedenle ataerkilliğin nasıl kadını ikinciliğe ittiğini anlamak önemlidir.

Töre gibi yazılı olmayan kanunlara uygunluk yönünden ‘namus temizleme’ ve ‘töre cinayetleri’ ülkemizde yaygınlık gösterir. Namus cinayeti; herhangi bir öldürme eyleminden farklı olarak “namusa aykırı davranış” olarak nitelendirilen belirli davranışlara karşı sistemli ve örgütlü bir tepki olarak ortaya çıkan öldürme eylemini tanımlanmaktadır (Ecevitoğlu, 2012:27). Bu noktada namus cinayetleri bireysel bir eylem değil bir ailenin, topluluğun dahil olduğu bir suçtur.  Namus cinayetlerine bakıldığında genellikle kadınların kurban konumunda olduğu görülür. Buradaki ayrım toplumsal cinsiyet yapısının mükemmel işleyişi ile ilgilidir. Sonuç olarak içinde bulunulan toplumdaki toplumsal cinsiyet algısı pek çok kavramın belirleyicisi olduğu gibi namus kavramının nasıl değerlendirileceğini de belirler.

1.3. Din Nedir?

TDK tanımlamasına göre din; “Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, diyanet. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü” şeklindedir.

Din; yaptırım gücü ve içerdiği ritüeller bakımından kültüre şekil veren başat bir olgudur. Çeşitli din türü bulunur ve hepsinin kendine has kültürel yaşam biçimi vardır. Tek tanrılı dinlerde kılavuz niteliğinde kitaplar bulunur ve belirli bir yaratıcıya inanılır. Çok tanrılı dinlerde ise doğaya, doğaüstü güçlere ya da kendi elleriyle oluşturdukları tanrılara tapılır. Günümüzde ne kadar tek Tanrı inancı hakim olsa da çok tanrılı inançlar da varlığını sürdürmektedir. Din, toplumların yapısını, birliğini ve düzenini sağlama gücüne sahiptir. Kutsal kitaplar emir niteliği taşır ve toplumun tümüne hitap eder dolayısıyla toplumdaki kurumlar, olgular ve olaylar bu bağlamda şekil alır.

1.3.1. Dinin İşlevleri Nelerdir?

Dini inançlar bazı toplumsal ve psikolojik işlevler görürler. Örneğin dinin psikolojik işlevlerinden biri, insan zihninde düzgün bir evren modeli oluşturmak, böylece düzgün insan davranışını yerleştirmeye çalışmaktır. Bunun ötesinde bilinmeyeni açıklayarak ve anlaşılır kılarak o dine inanan bireylerin korkularını ve kaygılarını azaltır. (Haviland, W. , Prins, H., Walrath, D., Mcbride, B., 2008, s.677)

Din toplumsal bir denetim aracıdır. İnsanların eylemleriyle alakalı olarak bir düzen içinde tutar. Psikolojik işlev olarak, toplumdaki ahlak kurallarının ilahi bir güçle belirlenmesiyle birey, eylemleri sonucunda manevi bir rahatlama ve yüklerinden kurtulmuş hisseder. Dinin en önemli sosyal işlevlerinden biri, mensuplarının dünya karşısındaki tutum ve davranışlarını belirleyen bir zihniyet ve ideolojiyi kazandırma işlevidir. (Berger, Çev: Çiftçi, sayı:9, s.89) Dinin en önemli işlevlerinden birisi de meşrulaştırma işlevidir. Dinin meşrulaştırıcılığı, belki de tarihte bireyler, toplumlar hatta devletler tarafında en çok kullanılan ve de en çok suistimal edilen işlevdir. Dinin meşrulaştırıcı gücüyle birey yaptıklarını haklılaştırmakta ve kendi iç dünyasını bir nevi rahatlatmaktadır.

1.3.2. Tek Tanrılı Dinler

Tektanrıcılık veya monoteizm, tek bir tanrının varlığına ya da Tanrı’nın birliğine duyulan inanç olarak tanımlanır. Tek Tanrılı dinlerde, vahye dayalı dinler (ilahi dinler), Allah’ın dini emir ve yasakları, insanlığın yararına olacak öğütleri Cebrail aracılığıyla bildirmesine vahiy denir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet vahiy kaynaklı dinlerdir.    

Yahudilik: İlk olarak İbranilerin Kutsal Kitabı “Tanah” ile gelen, ardından da Talmud’da ve diğer kutsal metinlerde daha da kapsamlı bir şekilde incelenip yorumlanan inanç, felsefe ve yaşam biçimine ait uygulamaların dinidir.

Hıristiyanlık: Ortadoğu kökenli, tek tanrılı İbrahimi bir dindir. Hz. İsa’nın adına atfen İsevilik, memleketine atfen Nasranilik de denir.

İslamiyet: Tek Allah inancına dayalı en yaygın İbrahimi dinlerden biridir. İslam peygamberi olan Hz. Muhammed 7. yüzyılda İslamı yaymaya başlamıştır.

Günümüz dünyasında çoktanrılı dinlerin sayısı bir hayli artsa da tektanrılı dinler hala varlığını baskın olarak sürdürmektedir. Tüm dünyada sayıları 22.000.000 olmasına rağmen Yahudiler; birçok ülkede oluşturdukları güçlü lobileri ile dünya ülkelerinin yönetimlerinde ve dünya ekonomisinde büyük söz sahibidirler. 1948’e kadar dünyada dağınık olarak yaşayan Yahudiler, Filistin’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla kendilerine ait bir devlete aynı zamanda bir toplanma merkezine sahip olmuşlardır. 1933 – 1945 yıllarında Alman Nazileri tarafından soykırıma uğrayan Museviler, bugün Filistinlilere karşı soykırım uygulamakla suçlanmaktadırlar. İsrail Devleti’nin Arap ülkeleriyle girdiği savaşlardan doğan sıkıntılar ve günümüzde Filistinlilerin bağımsızlık hareketleri Yahudilerin çözülemeyen sorunlarının başında gelmektedir. Musevilerin en yoğun yaşadığı ülke İsrail’dir (Ülke nüfusunun %84’ü). İsrail’i ikinci sırada ABD izlemektedir ( %3,4). Yahudiler bu iki ülkenin dışında Etiyopya, Almanya, Avustralya, Kanada, Brezilya, Meksika başta olmak üzere içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu dünyanın birçok ülkesine dağılmış vaziyette yaşamaktadırlar. Hıristiyanlık dünyada hemen hemen her bölgede taraftara sahip bir dindir. Taraftar sayısı bakımından dünyada ilk sıradadır. Özellikle Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtası ülkelerinde Hıristiyanlık yaygın bir din konumundadır. Hıristiyan ülkelerdeki mezheplerin yoğunluğu farklılıklar göstermektedir. Rusya, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerde Ortodokslar; İtalya, İspanya, Paraguay, Portekiz, Vatikan gibi ülkelerde Katolikler; İsveç, Norveç, Danimarka, ABD gibi ülkelerde Protestanlar; İngiltere’de Anglikanlar diğer Hıristiyan mezheplerine göre çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Hıristiyanlık gittikçe taraftar sayısını arttıran ilahi bir dindir. Günümüzde çoğunluğu Katolik olmak üzere (% 51 – 53) yaklaşık 1.560.000.000 Hıristiyan yaşamaktadır. İslamiyet ise ülkeler bazında araştırıldığında en çok ‘Resmi Din’ olma özelliğine sahip. Sünnilik, Şiilik ve diğer mezhepler bir arada tutulduğunda 199 ülke üzerinde yapılan çalışmaların sonucuna göre, 27 ülkenin resmi dini İslamiyet. Her ne kadar İslamiyet’in yayılma oranına bakınca gelecekte bu durumun değişeceği ön görülse de, şimdilik en çok mensubu bulunan din Hristiyanlık olarak karşımıza çıkıyor. Pew Research Center’ın tahminine göre, 2010 itibariyle dünyada 1 milyar 600 milyon Müslüman vardır. Bu dünya nüfusunun yüzde 23’üne tekabül ediyor. Endonezya, Hindistan, Pakistan, Mısır, İran ve Türkiye en çok müslümanın yaşadığı ülkelerdir.

1.3.3. Çok Tanrılı Dinler

Politeizm ya da bilinen adı ile çoktanrıcılık; birden fazla yaratıcıya ya da belirli bir güce inanmak veya tapmak anlamına gelir. Antik toplumlardan başlayarak, kültür alışverişi ile oldukça artan bir durumdur. Antik Yunan, Roma ve Mısır’da görülen çoktanrılı inanışın izlerine bugün de rastlanır.

Tarihte çoktanrılı inanışın olduğu toplumlara en güzel örneklerinden biri de Hititlerdir. Hitit toplumları savaştıkları diğer toplumların tanrılarından korkarlar ve onlara da ibadet etmeye başlarlar. Bunun sonucunda Hititler tarih sahnesine bin tanrılı toplum olarak geçmişlerdir. Her ihtiyaçları için farklı bir tanrıya inanmaları, kültürel yoğunluklarının da sinyalidir.

Birden çok tanrıya inanan dinler, batıl dinlerdir bu dinlerde tek tanrı inancı uzaktır inançları da farklıdır bunlardan bazıları; Hindistan’da; Hinduizm, Budizm, Caynizm, Sihizm görülürken Çin ve Japonya’da ise Taoizm, Konfüçyanizm, Şintaizm’dir. İran’da İslamiyet öncesi Zerdüşlük görülür.

1.3.4. Din Sosyolojisi Nedir?

Din sosyolojisi, dini kurum ve dini yapılanmaları, dini temalarla toplumsal yapı arasındaki ilişkileri ve dinin toplum, toplumun din üzerindeki etkilerini araştıran bilimsel bir disiplindir. Din sosyologları toplumun din üzerinde, dinin toplum üzerindeki etkilerini bir başka deyişle toplum ve din arasındaki diyalektik ilişkiyi açıklamaya çalıştır.Din kavramı din sosyolojisinin başlangıçtan beri en çok tartışılan kavramlarından bir tanesidir. Birçok sosyolojik kavram gibi dinin tanımı, problemli bir alan olarak karşımıza çıkmakta; dinden neyi kastettiğimize bağlı olarak tanımlamalar farklılık göstermektedir.

Başta Comte ve Durkheim olmak üzere, sosyolojinin doğuş döneminde birçok sosyolog, dine karşı pragmatist tutum benimsemişlerdi: Eğer din bir destek, bir güç ve bir rahatlama, bir güven sağlıyorsa, diğer bir deyişle, yaşam için yararlıysa din ve değeri gerçekti. Din, bireylere sağladığı psikolojik desteğin yanı sıra, aynı zamanda toplumun düzenine, birliğine ve sürekliliğine yardımcı olduğu için değer ifade etmektedir. Aslında pragmacılık, bunu felsefi bir öğreti olarak gerçekleştirmeden çok önce de dini pragmatik bir şekilde değerlendirenler vardı. Örneğin sosyal antropolojinin babası sayılan Montesguieu ve Condorcet gibi aydınlanmanın en akılcıları bile dinin birçok yönden faydalı sosyal işleve sahip olabileceğini; uygarlığın gelişiminde önemli katkı sağlayabileceğini ifade etmektedirler (Kurt, 2008;7)

Din sosyolojisi, din ile toplumsal yapı, kurum ve süreçler arasındaki karşılıklı ilişkileri, dini grupları, dini inanç, ibadetler ve uygulamalar, bunların zamanla hangi toplumsal şartlar altında, nasıl ve ne yönde değiştiğini inceleyen bir disiplindir (Akyüz-Çapçıoğlu, 2015;9).

1.4. Dinin Toplumsal Cinsiyet Üzerindeki Etkileri

Din bireysel veya toplumsal yaşamın her yerinde hissedilen bir olgudur. Din, insanın belli eylemlerini kapsayan bir kurum değil, bütün eylemlerine damgasını vurmuş bir kurumdur. İnananlar, inandıkları dinin etkisiyle dünya ve dünyavi olaylar karşısında nasıl bir tutum ve eylem içinde bulunacaklarını belirlerler. (Mardin, 1992, s.25)

Şerif Mardin’in de belirttiği gibi din, bireyin dünyayı anlama ve kendi dünyasını anlamlandırma yolunda bir ideolojidir. Dinin kadın ve erkeğe belirlediği rol ve statüler, toplumsal cinsiyetin belirlenmesini ve insanların belli değer yargılarına ulaşmasını sağlar.Toplumsal cinsiyet anlayışının beslendiği en önemli kaynakların başında hiç şüphesiz aile ve din kurumları vardır. (Toker, 2012, s.741) Toplumsal cinsiyeti algılama ve benimseme süreci ailede başlar. Toplumsallaşmanın başladığı aile kurumu din temellerinden beslenir ve dinin ön gördüğü bir toplumsal cinsiyet algısı inşa edilir. Bu süreçte kültürde din kadar belirleyici bir faktördür.

Kültür, din ile şekillendirilir dolayısıyla bir toplumsal çevrede bulunan toplumsal cinsiyetin varlığı dinden ayrı düşünülemez. Marx’a göre “Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şeydir”. Kültür insan eliyle oluşturuluyorsa ve din buna katkı sunuyorsa, dinin toplumsal cinsiyet üzerindeki etkisi insanoğlu tarafından belirlenmiştir diyebiliriz.

Tek Tanrılı bir dine mensup toplumlarda, ataerkil bir düzenin oluşu eril sınıf tarafından sağlanmıştır. Kutsal kitaplarda geçen erkeklerin kadınları koruyup, kadınlara sahip çıkması gerektiği algısı yanlış yorumlanıp, kadınlar üzerinde hakimiyet kurulması şeklinde algılanmıştır. Böylelikle toplumsal cinsiyet bu yönde şekillenmiş ve ataerkil düzenler bugüne kadar varlığını (güçlenerek) sürdürmüştür.

Toplumlarda var olan katı toplumsal cinsiyet ayrımları din adına meşrulaştırılmakta, dini bir emir gibi yansıtılmaktadır. Din ve kültür adı altında uygulanan meşrulaştırmalar toplumsal cinsiyet için gerekçe olarak gösterilmektedir. Din sadece erkekler için var olan bir kurum değil tüm insanlık için vardır. Kadınların aşağılandığı bir ilahi kitabın varlığı gerçek olup olmadığı şüphesini doğurur.

Toplumsal cinsiyet kalıplarının dinlere göre nasıl farklılaştığını, cinsiyetler arası iktidar ilişkilerinin oluşmasına neden olan dini metinlerden hareketle özellikle kadına yönelik cinsiyete dayalı ayrımcılığın yansımalarını görmek konunun daha da anlaşılabilir olması açısından önem arz etmektedir.

1.5. Din ve Ataerkil Tutum

Din ve kadın ilişkisi çeşitli ve hatta çelişik şekillerde kurulabilir fakat bu konudan söz açıldığında ilk akla gelen ve baskın nitelik taşıyan şey ataerkillik kavramıdır. Dinlerin baba figürleri tarafından yönetilmelerinden dolayı ataerkil niteliklerin öne çıkması burada bir hareket noktası halindedir. Buna göre ataerkilliğin dinlerin özünde geçerli olan ana unsur olduğu yolundaki tez noktasında dünyadaki belli başlı dinlerin tümünün erkekler tarafında kurulmuş olmaları ve hakim rollerin yine erkeklere verildiği şeklindeki bir argümana dayanılmaktadır. Yine dinlerin çoğunun erkeklerin başında olduğu toplumsal düzenler içerisinde ortaya çıktıkları da bu gözlemi besleyen bir ek kanıt oluşturmaktadır. (Fisher, 2007: 13)

Bu tür toplumsal cinsiyet bakış açılarından dinlerin kadınlar karşısındaki konumları genelde ‘erkeği merkeze alan’ şeklindedir. Ayrıca dinlerdeki bu yönde toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair tavırların değiştirilmesi çok zor görünmektedir.

Ataerkillik tezi bakımından dinlerin kadınlara baskı uygulamakta, kadınları zayıflatabilmekte ve erkeklere boyun eğmelerini meşru hale getirebilmekte oldukları hususu ön plana çıkarılmaktadır. Dolayısıyla dinler erkeklerin hakimiyetini meşrulaştırma konumuna gelmektedir. Dünyadaki büyük dinler bugün bile kadınlardan tanrılara itaat ve ibadetin yanında erkekler de itaat ve saygı talep etmektedir.

Dinlerdeki ataerkil dokunun kendisini devam ettiriyor oluşu dünyadaki büyük dinlerle ilgili araştırmalarda örneklerini bulmaktadır. Bugün Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da bu tür erkek egemen anlayışların devamlılığının sergilendiğine dair çok sayıda örnek bulunmaktadır. (Toker, 2009, ss:22)

2. Din ve Kadın

Din ve kadın ilişkisi çeşitli ve çelişik şekillerde kurulmakla birlikte bu konudan söz açıldığında ilk akla gelen ve baskın nitelikte olan şey ataerkillik kavramıdır. Dinlerin, baba figürleri tarafından yönetilmelerinden dolayı ataerkillik niteliklerinin öne çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir. Yine dinlerin çoğunun erkeklerin başında olduğu toplumsal düzenler içerisinde ortaya çıktıkları da bu gözlemi besleyen bir ek kanıt oluşturmaktadır (Fisher, 2007: 13).

Ataerkil toplumsal cinsiyet bakış açılarında dinlerin kadınlar karşısındaki konumları erkeğin merkezde olduğu çerçevelerdir. Ataerkillik tezi bakımından dinlerin kadınlara baskı uygulamakta, kadınları zayıflatabilmekte ve erkeklere boyun eğmelerini meşru hale getirebilmekte oldukları hususu ön plana çıkarılmaktadır (Toker, 2012: 2). Bu bakış açısında dinlerin erkek hakimiyetini meşrulaştırma konumunda olduğu söylenebilir. Dünyadaki büyük dinler hala kadınlardan tanrılara itaat ve ibadet yanında erkeklere de itaat ve saygı beklemektedir.

Toplumsal cinsiyetin ve toplumlarda kadına bakışın dinlere göre nasıl farklılaştığı, dinlerin meşrulaştırma ve zihniyet kazandırma fonksiyonuyla bu kalıpların daha sonraki nesillere aktarılmasında oynadığı rol de ilgi çekicidir. Kadınlar, tarih boyunca cinsiyet ayırımcılığı ve eşitsizliklerle karşı karşıya kalmışlardır. Erkeklerden daha düşük statüde görülmüşler ve erkeklere nazaran daha az hak ve şansa sahip olmuşlardır. Kuşkusuz, bunda geleneksel cinsiyet rollerinin ve bu rollerin öğrenildiği sosyalleşme sürecinin etkisi büyüktür. Bu bağlamda dinlerin öğretileri de toplumlarda var olan toplumsal cinsiyetin üretilmesi ve pekiştirilmesinde çok büyük bir yer edinmiştir (Gürhan, 2010:77)

Tektanrılı dinlerin sahip oldukları kutsal kitaplar yorumlanırken çoğu kez erkeklere hitap edildiği hissedilir. Bu dinlerin peygamberlerinin ve onun yanında olan insanların erkek oluşu ataerkilliğin güçlenerek yayılmasına sebep olmuştur. Geleneksel din öğretileri, cinsiyet eşitsizliğini ve ataerkil dünya görüşünü destekleyecek biçimde yorumlanabilmektedir. Modern dönemde kadının tahrifatlardan arındırılmış dini öğretiler ile toplumsal rolünün yeniden tanımlanabilmesi, kadını modern hayata üretken bir şekilde dahil olmasını sağlamakla kalmayıp kadın olmasından kaynaklı doğal rollerini yerine getirmesine de imkân tanıyarak, dengeli bir yaşama sahip olmasının önündeki engelleri kaldırabilecektir (Topcan, 2010: 76)

“İlk kadın Havva, yılana kanıp bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini Âdem’e yedirmesi nedeniyle şeytanla birlikteliğin bir sembolü olarak yorumlanır. Onun cennetten kovulmasına bir sebeptir. Başlangıçta Âdem ölümsüzdü, fakat meyveyi yemesinden sonra erdemleriyle birlikte ölümsüzlüğünü de yitirir. Kadın erkeğini aldatmıştır ve üreme lanetine uğrayan tek sorumlu kişi olmuştur. Bundan böyle sadece yasayanların annesidir. Sonuçta ölümü evrene Havva getirmiştir ve cinselliği ile sürekli horlanmaktadır.”

Havva’nın cenneteki yasak elmayı yemesi ve Adem’i de buna teşvik etmesi üzerine ikisi de cennetten kovulmuştur. Bunun üzerine gözlerindeki perde kalkmış, cinsiyet ve cinsellik görünür hale gelmiştir. Bu yaradılış hikayesine inanlara göre Havva bir yılanla eşdeğerdir ve tanrının Havva’yı cezalandırmak için kadınlara acılı doğumlar verdiği düşünülür. Bu doğumlarda kadın erkek neslinin çoğalması ve devam etmesi için sadece aracı ve taşıyıcıdır. Fakat burada kadının insan yaradılışındaki önemi göz ardı edilir. Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden, ona yoldaş olarak yaratılması kadınların erkekler için var olduğu düşüncesini ortaya çıkarmıştır.

“Çünkü erkek, kadından değil; fakat kadın erkekten yaratıldı.” (Tekvin, Bap 2:23)

Yazılı eserler ve kitle iletişim araçları Havva’nın “bastan çıkaran kadın” motiflerini sürekli yineleyerek, sosyal adetlerde ve sivil yasalarda rasyonelleştirmektedir. Bu durumun sebep olduğu en büyük etki ise toplumdaki cinsel baskı sorununu güçlendirmektedir. Bu yaklaşım eşitsizliğin doğal olduğuna inandırmakla kalmayıp, kadın bedeninin denetim altında tutulmasının zaruri olduğu fikrini de sürdürmeye çalışmaktadır (Topcan, 2010;20).

Kadının tektanrılı dinlerde ikinci plana atıldığı kabulü kutsal kitaplar kapsamında ortaya çıkmıştır. Dinlerin erkek için var olduğu düşüncesinin yanında kadınların hak ve özgürlüklerden faydalanması söz konusu dahi değildir. Kadın, erkeğin soyunu devam ettirmeli, ona saygı duymalı ve itaat etmelidir. Bu soy devamlılığı kutsal bir olay gibi benimsenmiştir ve David Bakan’a göre “çok önemli bir metaforik araç” gibi görülür. Kutsal kitaplarda erkeğin cinsel sıvısının ‘tohum’ olarak kavramsallaştırılması kadının bir tarla konumunda görülmesine neden olur. Bu esnada ekin ise sadece erkeğe aittir, kadının müdahalesi söz konusu değildir. Kadın ve tarla (toprak) benzetmesinin belki de en ünlü örneği Kuran’daki ifadedir (“kadınlar sizin tarlanızdır…”); İslamiyet, Hıristiyanlığın aile sembolizmine karşı olsa bile, tektanrılı dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlık ve özellikle Yahudilik ile birçok şeyi paylaşır. Bu ortak noktalardan biri, erkeğin üremede oynadığı rolün, tanrının dünyayı yaratma gücünün fani düzeydeki yansıması gibi görülmesidir. Tanrı ile erkek arasında kurulan bu bağlantı, ataerkil sistemlerin ardında yatan gücün önemli bir bölümünü oluşturur. (Berktay, 1996:58).

“Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanızı dilediğiniz gibi ekin.” (Kuran, 2:223)

Dinlerde toplumsal cinsiyet ilişkilerinin teolojik savunuları yüzyıllar boyu sürdürülen bir çaba olmuştur. Bu çabalar, kadına karşı ayrımları, ırki ya da sosyo-ekonomik ayrımlardan bile öteye taşıyan sonuçlarla birlikte anılmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi dinler kadınların ikinci plana atılmasını meşrulaştırma aracıdır. Toplumsal cinsiyet bağlamında kadın konusunu incelemek zor ama kışkırtıcıdır. Bir de işin içine din katılırsa peşin hükümlere dayalı kabuller ya da reddedişlerle karşılaşmak olasıdır. Günümüzde hem moderniteyi hem de gelenekselliği savunanların kendilerini çoğu kere kadın üstünden tanımlamaktadırlar. Bu sebeple var olan toplumsal cinsiyet tartışmasına müdahil olmak bir yönüyle taraf olmak anlamına gelmektedir (Yapıcı, 2016:15)

“Kadının sorunları” hakkında konuşmak, aynı zamanda sosyokültürel yapı hakkında konuşmak demektir. Semitik-İbrahimi (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet) dinlerde ise sosyokültürel yapı ile din adeta sarmaş dolaştır. Bu sebeple orada neyin dinsel, neyin kültürel olduğunu anlamak oldukça zordur. Bu yargı, normatif bir karakter arz eden, bu sebeple hayatın pek çok alanını kuşatmak isteyen ya da bu tarzda yorumlanan İslam dini açısından daha fazla geçerlidir (Mardin, 1997). Tarih boyunca yasa koyucular, din adamları, felsefeciler, yazarlar, bilginler, kadının bağımlılığının Tanrı’nın hoşuna gittiği gibi, yeryüzünde de çok yararlı olduğunu gösterebilmek için canlarını dişlerine takmışlardır. Erkeklerin kaynatıp kotardıkları dinler de bu egemenlik isteğini yansıtmaktadır.

Dinlerdeki ataerkil dokunun kendisini devam ettiriyor oluşu dünyadaki büyük dinlerle ilgili araştırmalarda örneklerini bulmaktadır. Bugün Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da bu tür erkek egemen anlayışların devamlılık gösterdiğine dair çok sayıda örnek bulunmaktadır.

2.1. Yahudilik

Yahudilik, yakın doğuda yaşamış olan İsrailoğulları ve İbranilere dayanan etnik kökensel bir dindir. Yahudi ismi Yakup Peygamberin on iki oğlundan biri ve İsrail’in on iki oymağından biri olan “Yahuda” isminden gelmektedir. Yahudi sözcüğünün Türkçedeki karşılığı Arapçadan gelen “Yehudi” kelimesine dayanmaktadır. Ülkemizde Yahudilere Musevi denilmesinin sebebi ise Musa Peygamberin soyundan geldiklerine inanıldığı içindir. Yahudiliğin sözlük anlamı ise Yahuda tarikatına üye olan İsrail soyundan gelme veya Yahudi dinine ait olan biri veya dini Yahudi olan biri olarak tanımlanmaktadır (http://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/yahudilik-267).

Kitabi Mukaddes’in Yaradılış kitabında Hz. İbrahim Yahudi ulusunun atası olarak tanımlanır. “Rab Avram’a; ‘Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırakıp sana göstereceğim yere git’ dedi, ‘Seni büyük bir ulus yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım. Bereket kaynağı olacaksın.” İsrailoğulları M.Ö 1200-1050 yılları arasında Kenan ülkesine yerleşmiştir. Kitabi Mukaddes, Kenan ülkesinden şöyle bahseder; “Öyle bir ülke ki, ırmakları, pınarları, derelerden tepelerden çıkan su kaynakları vardır; buğday arpası, üzümü, narı, zeytinyağı, balı vardır” İsrailoğullarının etrafında bulunan komşu dinler çoktanrılıdır. Kenanlı Tanrılar doğanın farklı güçleri ile ilişkilendirilmiştir. İsrailoğulları çoktanrı fikrini reddedip tektanrı inancının kabul etmişlerdir. Yahudilik dininin en önemli özelliği, İsrailoğulları ile Tanrı arasında bir ‘ahit’ olduğuna inanılmasıdır ve Yahudiler, Kutsal kitapta yer alan ifadelere göre kendilerini seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı Sina dağında İsrailoğulları ve onların soyundan gelenlerle bir ahit yapmış, kanun ve emirlerini (Tevrat) Hz. Musa ile onlara göndermiştir. Yapılan geniş çaplı araştırmalara göre Tevrat’ın dört dönemde düzenlendiği tespit edilmiştir. Tevrat’ın ilk beş bölümü (Tora ya da Torah) Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye’den oluşmaktadır. Bu kısmın Hz. Musa’ya vahyedilen ilk beş kitap olduğuna inanılır. Tevrat’ın ikinci ve üçüncü bölümlerinde, peygamberler ve ibrani halkının efsaneleştirilmiş tarihi gelişimi anlatılmaktadır. Tevrat’a göre evrende tek Tanrı vardır, o ezeli ve ebedi olandır yaratılmamıştır. Tanrının tek sevgili ulusu Yahudiler Tanrı soyundan gelmişlerdir. Tevrat’tan sonra Hz. Davut’a indirilen mazmurlar ve mezmurlar bölümlerinden oluşan Zebur’da din kuralları ve yasaklar değil ahlak özdeyişleri, insanların iyiliğini, doğruluğunu ve erdemli olmasını öğütleyen hususlar yer almaktadır. Talmud, öğrenim anlamına gelir ve Tevrat’ın yorumcusudur. Yahudi medeni kanununu, tören kurallarını ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir. Önceleri sözlü olarak yapılan yorumlar zamanla çoğalması nedeniyle Yahudi din bilginleri tarafından yazılı hale getirilmiş ve Talmud adını almıştır. Yahudi dininde günlük, haftalık ve yıllık ibadetlerle birlikte her cuma günü ağlama duvarı önünde yapılan dualar ve kurban ibadetleri bulunmaktadır. Kadınlar cemaate dahil edilmezler. İbadet edilen mabede gelmeleri halinde ayrı bir bölümde başları örtülü sadece duayı takip edebilirler. (Topcan, 2010;13)

Yahudilik Tanrı merkezli ataerkil bir toplum olarak gelişmiştir. “Akte dayalı monoteizm” Yahudi halkının özbilincini, özel kimliklerini, kurtuluşlarını, aile kavramını, üremenin önemini ve tarih boyunca kadınının en önemli rolünün annelik olduğunu vurgular. İbrahim’in neslinin çoğalmasında annenin katkısında hiç bahsedilmemiş, onun nesli onun tohumları olarak görülmüştür. Neslin devamında bir baba hakimiyeti ortaya çıkmıştır. İsrail toplumu bir eril toplum olarak tanımlanmıştır.

2.1.1 Tevrat’ta Kadın

Yahudilikte kadın ve erkek rolleri arasında kesin sınırlar vardır. Yahudi kadınlar dinsel faaliyetlerin büyük kısmında dışlanmışlardır (Burn, 2005, 210). Geç dönemlere kadar Yahudilikte kadınların normaldeki faaliyet alanının neredeyse aile ile sınırlı olması, kadınların bu din çerçevesindeki evlilik gelenekleri etrafında kontrol altında tutulmalarına sebep olmuş görünmektedir. Bu bakımdan babalar ve kocaların kadınlar üzerindeki sınırsız yetkileri göze çarpar. Ayrıca kadının adını ve mirasını koruyamaması ve evde güvenlik içinde olmaması söz konusudur (Berktay, 1996, 94).

Geleneksel Yahudi kültüründe kadınlar dinsel konumlardan uzak tutulmuş. Kadınların ritüel ve karar vericilik düzeylerindeki katılımları engellenmiştir. Yahudi din organizasyonlarında temel olan erkektir. Önemli ayinleri düzenlemek, dini inançları biçimlendirmek ve ilahi vahiyleri yazmak için kalemi elinde bulunduran erkektir. Kadının sosyokültürel rollerini emreden ve üremenin kontrolünü elinde bulundura yine erkektir.

Yahudilikte erkek egemenliği ön plandadır. Tevrat’ta “Rab Tanrı, kadına, ‘çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.’” denilmektedir. Görüldüğü gibi Yahudilikte kadının hiçbir dinsel değeri yoktur. Kadının toplumda sahip olduğu konumdan dolayı görevi sadece ev içinde kalmaktadır. Kadınların kamusal alanda bulunamayışı M.S ilk birkaç yüzyılda gelişen cinsiyet ayrımcılığı ile yoğunluk kazanmıştır, ailenin birlikte ibadet etmediği, kadın ve erkeğin perde ile fiziksel olarak ayrıldığı görülür. Kadın mahrem olarak algılanmaya başladığında, her şeyden önce cinsel bir obje ve cinsel açıda ayartıcı olarak düşünülmeye başlanmıştır. Uygunsuz davranışları engellemek amacıyla yasalar geliştirilmiştir. Mishna’da Yihud yasası kadın ve erkeğin bir arada yalnız bulunmasını yasaklamıştır. Kadının sesi yükselmemeli, başını örtmeli ve iffetli bir şekilde giyinmelidir. Erkekler kamusal alanda aktif bir üye ve her biri kendi ev halkının temsilcisidir. Kadınlar ayrı bir grup olarak ötekileştirilmişitir. Onlar Yahudi kadınlar olmaktan ziyade İsrail’in kızları ve eşleri olmuştur.

Tüm kadınların kaderi Tevrat’taki bu dizelerle şekillenir.

“…Adem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı bir kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. (Yaratılış 2/21-22) Adem ‘İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir.’ dedi. Ona ‘Kadın’ denilecek. Kadının yaratılışı, bilgi seviyesi kısıtlı olan o çağın insanlarına, kendilerinin anlayabileceği bir öykü şeklinde anlatılmıştı.

Kadın haklarının karşısında olanlar, asırlarca önce Tevrat’ta açıklanan bu bilgiyi kanıt göstererek, kadının Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığından, ikinci sınıf insan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa kadın, erkeğin uydusu değildir, erkekle eşit ve aynı haklara sahiptir. Tanrı’nın insanlara gönderdiği son vahiy kitabı Kur’an, kadının gerçek yaratılışını ve erkek ile eşit oluşunu birçok ayetlerle açıklamıştır.

Toplumdaki genel yargılara göre yaradılış hikayesi kadını aşağılamakta ve itaatkarlığını meşrulaştırmaktadır. Halen hakim olan ataerkil dünya görüşünü güçlendirmektedir. Kadının doğal olarak erkekten aşağı olduğu inancında olanlar Âdem ve Havva’nın hikâyesini kadının itaatkâr olması seklinde algılar. Bu anlayış yüzyıllarca desteklenerek popüler zihniyeti oluşturmuştur. Tevrat’ta “Kadın” konusu çok evlilik, kadınla ilgili diğer konular başlığı altında toplanmıştır.

(İsrail, diğer ismiyle Hz.Yakup) o gece kalktı; iki karısını, iki cariyesini, on bir oğlunu yanına alıp Yakbuk Irmağı’nın sığ yerinden karşıya geçti. (Yaratılış 32 / 22)

(Hz.İshak’ın iki oğlundan biri olan) Esav karılarını, oğullarını, kızlarını, hayvanlarının hepsini … alıp Yakup’ tan ayrıldı… (Yaratılış 36 / 6)

Tevrat’a göre Hz.İbrahim’in de iki karısı vardı. Çok evlilik; eski çağlarda bütün dünyada olduğu gibi İsrailoğulları arasında da, yaygın bir durumdaydı. Erkek istediği kadar kadınla evlenir, beğenmediklerini tek taraflı boşayabilirdi. Kuvvetin, “en büyük ölçü” olduğu eski çağlarda, kadına değer verilmezdi. Koca, karısını boşayarak evinden dışarı atar, dilediği kadar başka eş ve cariye de alabilirdi. Yahudiliğin eril egemen sistem olarak boşanma hakkini kadına vermediği ve onları murdar göstererek tüm cinsiyet davranışlarını düzenlediği görülmektedir.

 “Eğer bir adam evlendiği kadında yakışıksız bir şey bulur, bundan ötürü ondan hoşlanmaz, “Boşanma belgesi” yazıp ona verir ve onu evinden kovar.” (Yasa. 24 / 1)

Savaşta esir edilen veya para ile satın alınan erkek ile kadınlar; köle ve cariye sınıfını oluşturmuştu. Muhtelif işlerde kullanılır, “mal” gibi de satılırdı. Cariyeler sahibinin bütün arzularını yerine getiriyorlardı. Zenginler ve krallar, daha çok kadınlara ve cariyelere sahiptiler. Hz. Davut’un önce iki karısı vardı, sonradan birçok karısı daha oldu.

M.S üçüncü yüzyılda uygulanmaya başlanan Talmud yasaları (Hahamlık Yahudiliği) dünyayı kadın ve erkek olmak ikiye ayırmıştır. Hahamlık Yahudiliğinde (rabbinic judaism) hiçbir kadının doğrudan ilahi deneyim yasayabilmesi dikkate alınmamıştır ve bu noktada kadın çok dezavantajlıdır yaşamın her alanında erkeğe bağlıdır. Hahamlık Yahudiliği erkeğin merkezde olduğu, erkek dünyasını düşleyen bir grup filozof tarafından ataerkil bir toplumda üretilmiş olup yasaları ilahi emirler olarak algılanmıştır. Kadınlardan beklenilen eşlerinin ya da babalarının manevi potansiyellerinin farkına varmak, onlara sevecen ve destekleyici bir atmosfer sunarak aile içinde sayısız görevlerini yerine getirmeleri olmuştur. Kadın bu görevleri yerine getirdiği sürece övgülere layık olur ve hürmet görür. Rabbinik literatürde kadının statüsü ve bağımlılığı pek çok değişik örneklerle betimlenebilir. Örneğin, kadının tanıklığı kabul edilmez.  Pek çok düzenli yapılan dini yükümlülüklerden muaftırlar. Kamusal alanda yapılan din aktivitelerine dahil edilmez. Onları sürekli meşgul eden aile yükümlülüklerinden dolayı zaman alıcı görevlerden muaf tutuldukları belirtilir. Özde Yahudiliğin kadına kısmi ya da tamamen kapalı olduğu görülür. Rabbinik literatür tarafından dikte edilen bu sosyal yapının ve yasal kurumların yeniden incelenmesi gerekmektedir (Topcan, 2010, 26-27)

Yahudiliğin kadınlara ilişkin anlayışı açısından son derece önemli bir nokta, Musa’nın “on emri” arasında “tecavüz etmeyeceksin” şeklinde bir hükmün yer almamasıdır. Sina Dağı’nda Musa’ya indirilen emirler arasında zina etmeyi ve komşunun karısına göz dikmeyi yasaklayanlar vardır, ama erkeğin kadına tecavüz etmesini yasaklayan bir emir yoktur! Tecavüze uğrayan evli kadın, erkek ile aynı derecede suçlu sayılır ve taşlanarak öldürülür. Erkek bir bakireye tecavüz etmiş ve bu olay kent duvarları içinde gerçekleşmişse, o zaman kızda erkekle birlikte taşlanıp öldürülür (burada kızın tecavüze izin verdiği mantığı hakimdir: “bağırsaydı duyulurdu!”). Olay kent duvarları dışında olmuşsa, bu kez erkek, babaya belli bir para ödemek ve kızla evlenmek zorundaydı. İsrailoğulları’nda o çağda zinanın cezası taşlanarak öldürmeydi (Berktay, 2010;94-95).

İsrail topraklarında kadının statüsü; babasının kızı ve kocasının karısı olmaktan ibaretti. Kadın evlilik yoluyla aile değiştirdiği için, adını ve mirasını koruyamazdı. Erkek boşanma parası olarak önceden belirlenmiş miktarı ödeyerek istediği zaman karısını boşama hakkına sahipti. 12 yaşından küçük kız çocuklarının mülkiyet hakkı olmadığı gibi emeklerinin ürünleri, hatta buldukları bir şey bile babalarına ait bir mal sayılırdı. Kız çocuğu tecavüze uğradığı taktirde babasına ‘tıpkı bir malına zarar verilmiş gibi’ tazminat ödenirdi. İbrani evlilik geleneğinde, bir erkeğin kendisine zevce alması, bir kadını almak için gerekli parayı ödemesi anlamına geliyordu. Bu para ilk başta başlık parası olarak kızın babasına ödenmekteydi, kadının kendine ödenmesi ancak ileri tarihlerde gerçekleşmiştir.

Bütün bu kısıtlamalara karşın Yahudi kadının saygı görmediği de söylenemez. Eski Ahit’in çeşitli yerlerinde, ananın da baba kadar saygıya layık olduğu belirtilir. Ayrıca koca, karısının geçimini sağlamakla görevlidir; kölelerine karşı böyle bir görevi olmadığı için, bu kuraldan, kadının mal sayılmadığı sonucu çıkarılır. Talmud’a göre kadının da cinsel haz alma hakkı vardır. Ayrıca bütün tektanrılı dinler kadınlara ana olarak saygı gösterilmesini vurgular. Fakat, kadınların anne olarak saygıya layık görülmeleri onları statüsünün ve saygınlığının yüksek olduğunu göstermez.

Yahudilikte kadın kıymetlidir çünkü erkekten yaratılmıştır. Yahudi dininin tüm olumsuz yaklaşımlara karşın kadın-erkek eşitliğini, her iki cinsiyetin de ‘İlahi Varlık’tan kaynaklanması nedeni ile kabul ettiği görülmektedir. Buna göre, erkek topraktan yaratılmış ve Tanrı’nın nefesiyle ilahi bir nitelik kazanmıştır. Kadın ise, gerçekte ilahi değer kazanmış olan erkekten yaratıldığına göre daha kıymetli bir içeriğe sahiptir. Ayrıca Tanrı, Tora’yı İsrailoğulları’na verdiğinde kadınlar dâhil bütün halkın mevcut bulunmasını şart koşmuştur

Tevrat dönemlerinde, Yahudi toplumunda Yahudi kadın erkeğe göre daha düşük bir konumdaydı diyebiliriz. Bir kadın evlenince, kocasının mülkiyeti olurdu. Nitekim evliliğe verilen ilk isim olan “kinya, sahip olma” anlamındaydı. Birinci ve ikinci Bet-Amikdaş zamanlarında ise (MÖ birinci binyıl), kadınlar Bet-Amikdaş’taki dinsel ayinlere katılamaz, kurbanlarını iç bölüme getiremezlerdi. Tevrat sonrası ve Talmudik dönemlerde kadının statüsünde gelişmeler oldu. Fakat gene de kadın, erkekle eşit olmaktan pek uzaktı. Birinci yüzyıl tarihçisi Jozefus, “Apion’a Karşı” adlı eserinde şöyle der: “Kadın, dine göre her şeyde erkekten alçak bir konumdadır. Bu onun alçaltılması değil, yönetilmesi içindir. Çünkü Tanrı otoriteyi erkeğe vermiştir. Maimonides’e göre, bir kadın hiçbir cemaat mevkine tayin edilemezdi” (Yad, Melahim, 1:16). Kadının bu statüsü, Talmud ve Talmud sonrası çağlarda yüzyıllarca bir değişikliğe uğramadan süregeldi. Ancak Almanya’nın Mainz kentinden Rabenu Gerşom, 1000 yılında çağın ünlü Yahudi din adamlarını bir araya getiren bir konsey oluşturarak erkeğin birden fazla karısı olmasını ve karısının onayını almadan boşanabilmesini önleyen yasaklar yayınladı. Bununla beraber yirminci yüzyılın ortalarına kadar kadının konumunu geliştirecek pek az yasama olanağına başvuruldu.

Talmud çağlarında, erkek bir bebek doğduğunda herkesin sevindiğini fakat bir kız çocuğunun dünyaya geldiğinde çocuğun anne ve babasının ve akrabalarının daha az mutlu olduğu belirtilir. Bunun nedenleri arasında aile isminin erkek çocuklar vasıtasıyla sürdürülebilmesi ve kadınların Minyan’dan (10 erkekten oluşan dini cemaat) sayılmaması da yer almakta. Talmud’a göre, şahitlik için yemin etme erkeklere uygulanabilir fakat kadınları kapsamaz. Tora’da (Tesniye,19:17) iki şahite değinildiğinde, bunların erkek olacağı belirtilmiştir. Ancak Yosef Caro gibi dini otoriteler, aslında her iki cinsiyetin de kastedildiği savını ileri sürerler. Bazı bilginler ise, kadınların şahitlikten menedilmesini, yanlış şahitlikte bulundukları takdirde tazminat ödeyememelerine bağlarlar. Çünkü Talmudik dönemlerde kadınların mülkiyeti yoktu ve kocaları tarafından geçimleri sağlanırdı. Ayrıca ev meşguliyetleri ve sorumlulukları, onların güvenilir şahit olmalarına engel olabilirdi. Yahudi tarihi boyunca kız çocuklarına erkek çocukları kadar eğitim de verilmemiştir. Kadının esas amacı eğitilmekten ziyade oğullarını eğitmek, eve dönen kocasına ilgi göstermek olarak görülmüş ve bu işlevi gören kadınlar takdir görmüştür (http://www.salom.com.tr)

Gerek Biblik zamanlarda gerekse ondan sonraki yüzyıllarda kocasının malı olarak algılanan Yahudi kadınına MÖ 80’de Sanhedrin başkanı Simeon ben Şetat tarafından evlilikte ketuba adlı evlilik kontratı getirilmiş olup, kadın evliliğin boşanma ile sonuçlanması durumunda kocasının mirasına sahip olmamakta; ketuba’da belirtilen parayı alabilmektedir. Ayrıca sivil yasalara göre boşanmış olan fakat kocasından Yahudi boşanma ilanını (get) alamayan veya kocası ortadan kaybolan ve öldüğü saptanamayan kadınlar da (aguna) evli statüsü ile evlenememektedir (Yahudilik Ansiklopedisi, 2011)

Öte yandan İsrailoğulları’nın anaları (imahot) Avram Avinu’nun karısı Sara, Yitshak Avinu’nun karısı Rivka, Yaakov Avinu’nun eşleri Rahel ve Lea’dır. Kızıldeniz’i aşarken Tanrı’nın mucizesini terennüm eden ilahiyi söyleyenlerin başında yer alan Hz. Musa’nın ablası Meryam, hakim idareci Devora, Yeuda kralı Yoşiau’nun devrinde yaşayan Hulda peygamber, Moav kökenli olmakla beraber kendini Musevi dinine adayan ve David Ameleh’in dedesi olacak Boaz’la evlenen Ruth, Yahudiler’i Pers veziri Aman’ın şerrinden kurtaran Ester, ayrıca Yael, Yudit, Hanna gibi kadın kahramanlar, Haşmonay döneminde Salome Aleksandra gibi kraliçeler, vb. Yahudi dini ve tarihinde kadının yüceliğini simgelerler.

Talmudik zamanlarda her ne kadar bazı Mişna otoriteleri, bir erkeğin kızına Tora öğretmek zorunluluğunu taşıdığını savunmuşlarsa da, genelde kadınlar ‘fazla ciddi olmayan, dedikoducu ve öğrenme kapasitesi düşük olarak’ tanımlanmışlardır. Sulhan Aruh karısı ile dahi bir erkeğin açık saçık şeyler konuşmaması gerektiğine işaret etmektedir. Gene Talmud, büyücülüğün özellikle kadınlar arasında yaygın olduğunu belirtir ve Simeon Ben Şeta’ın aynı günde 80 cadının idam edilmesine ilişkin emriyle ilgili öyküye yer verir (Sanhednin, 6,4). Talmud, ayrıca kadın sesinin erkekte cinsel ilgi uyandırabileceğini ve duasına yoğunlaşma güçlüğü çekebileceğini belirtir. Bu açıdan Yahudi dini yasaları (Alaha), kadının dini ayinlere iştirak etmesine karşı kesin bir tavır almıştır (Yahudilik Ansiklopedisi, I,II, Yusuf Besalel, 2001).

Özetle; Yahudilikte kadın anlayışı ataerkil yapıya uygundur. Kadın yasak meyveyi yemesi ve eşine yedirmesi sebebiyle emre itaatsizliği yüzünden cezaya çarptırılmıştır. Cezasını, zahmet ve gebeliğinin daha da çoğaltılmasıyla, ağrı ve sancı ile evlat doğurması, arzusunun kocasına karşı olması, kocasının kendisine hakim olmasıyla çekeceğini bildirmiştir. Kadının birinci vazifesi çocuk doğurmak, yuvaya bakmaktır. Kadın din görevlisi olamaz. Kadınlar cemaatte sayılmaz ve cemaatte ibadete iştirak edemez. Sadece uzaktan seyredebilirler. Cenaze merasimlerine katılamazlar. Kadın kocasından, erkek kardeşi varsa babasından mirasçı olamaz. Başını örtmesi gerekir. Başı açık kadının bulunduğu evde kutsal metinler okunamaz. Yabancıyla aynı sofrada oturamaz. Ayrıca kadınlar geveze, açgözlü, kıskanç, kavgacı, güvenilmez ve baştan çıkartıcı gibi sıfatlarla yerilir. Talmud döneminde kadınlara şefkat ve merhametle muamele edilmiş ancak öğrenim kapıları açılmamıştır.

İlk yaratılan canlı Adem’dir, yani erkektir. Tanrı, Adem kendisini yalnız hissetmesin ve kendisini eğlendirsin diye yeryüzündeki tüm canlılardan sonra en son çare olarak Havva’yı, yani kadını yaratmıştır. Kadın Tanrının yarattığı canlılar içerisinde En sonuncusudur. Yahudilik ile başlayan ve diğer dinlerde de devam eden bu anlayış, kadına erkeğin istemlerini ve ihtiyaçlarını karşılamak için yeryüzüne gelmiş canlı vasfını yüklemiştir. Kadın erkek için vardır ve erkeğe yararlı olduğu sürece değerlidir. Yahudi toplumunda genel anlayışa göre, kadının aklı günah ve rezalete teşvik edeci bir unsurdur. Kadın hep eksiktir ve onu eksik kılan aklıdır. Kadın ancak evlendiği zaman eksiksiz hale gelmektedir; çünkü eşi, yani erkek, onun aklı olmaktadır. Ancak evlilikle tamamlanan ve onlara göre insanlaşan kadın toplumda anne statüsünde ise saygı görmektedir. Yahudilikte ananın da baba kadar saygı göremeye hakkı olduğu kabul edilir. Tektanrılı dinler arasında kadını sosyal alandan ve toplumsal faaliyetlerden en fazla soyutlayan, ona belli sınırlar çizerek yaşam alanını daraltan Yahudilik dininde, böylece kadın aile kurumu içerisine hapsedilmekte, başka hiçbir alanda söz sahibi olamamakta ve saygı görememektedir. Kadının toplumda sahip olduğu konumdan kaynaklanan görevi sadece ev içerisinde kalmaktır. Yahudi kadını ev işlerini en iyi şekilde yapmak, çocuklarına bakmak ve kocasının ihtiyaçlarını karşılamak, her anlamda onu tatmin etmek zorundadır. Ancak bunları yapabildiği sürece o bir insandır.

Tevrat’ta evlilik, boşanma ve mirasa ilişkin kurallar tümü ile erkeklerin lehinedir. Yahudilikte evlilik kurumu çok kutsaldır. Evlilik bir Tanrı buyruğudur. Bu evlilik kurumunda da erkek egemenliği ön plandadır. Kurumda söz sahibi olan kişi babadır. Çocuklar baba soyundan gelmektedir. En doğal hak olan çocuğa ad koyma hakkı dahi anneden esirgenmiştir. Çocuğa ancak babası ad koyabilmektedir. Toplumsal yaşayışta poligami egemendir. Erkeğin aynı anda birden çok eşi olabilmektedir. Fakat kadının böyle bir olanağı yoktur. Tevrat boşanma hakkını da yalnızca kocaya tanımıştır. Kadının böyle bir hakkı yoktur. Erkek gerektiğinde Tevratın bildirdiği koşullar altında karısını boşayabilmekte, kadın ise hangi koşullar altında olursa olsun boşanma hakkını kullanamamaktadır. Ayrıca Tevrat’ta belirtilen boşanma koşulları da objektif olmaktan ziyade keyfi koşulardır. Kimi zaman erkeğin eşinden memnun olmaması boşanma için yeterlidir. Mirasta da öncelik erketedir: Tevrat’a göre; “Ölen bir kimsenin mirası oğluna kalır, ancak ölen kimsenin oğlu yok ise bıraktıkları kızına kalır”. Yahudiliğin ilk dönemlerinde kadın dinsel alanda yer alırken erkeklerle aynı yerde ibadet ederken, daha sonra bu alandan soyutlanmıştır. Erkek kendi gücünün farkına vararak kadını her anlamda ve her alanda yaşamın gerçekliklerinden dışlayarak tek boyuta sığdırmayı, o alanda yaşatmayı bir görev bilmiştir.

“Beni Kadın Yaratmayan Tanrı’ya Şükürler Olsun.” kalıbı ile bazı Yahudi erkekler akşam yatarken büyük bir şükran duygusu ile Tanrıya kendisini kadın yaratmadığı için teşekkür eder. Kadının bu derece değersizleştirilip, ayaklar altına alınması tek tanrılı dinlerin ilki olan Yahudilikle başlayıp bu dinden sonra gelen tüm dinlerde de hakim olan bir anlayış haline gelmiştir. Erkek zihniyeti kafasında yarattığı bu kadın bakış açısıyla kadına bir yaşam alanı ve sınırları oluşturmuş ve bunu kadına dayatmıştır. Tarihe baktığımızda ise bunda başarılı olduğunu görebiliyoruz. Günümüzde hala Yahudi toplumunda Kadın Özgürlük Hareketlerinin etkisiyle, kadının toplumdaki konumu bu kadar “aşağı” olmamakla beraber, anlayışın temelinde yine bu mantık yatmaktadır. Kadına toplumsal hayatta birtakım sözde özgürlükler verilmesine rağmen, toplumun kadına bakış açısı hala aynıdır. Kadın hala eksiktir ve erkek için yaratılandır, algısı devam etmektedir.

2.2. Hıristiyanlık

Hıristiyan sözcüğü Yunanca “khristianos” kelimesinden türetilmiştir. Hıristiyan dininin kurucusu İsa peygamber Yunanca metinlerde “Khristos” olarak bilinir. Bu isimden oluşturulan khristianos kelimesi de Khristos’a (İsa’ya) bağlı, onun izinden giden kişi anlamına gelir. Hıristiyanlık, dünya tarihinde geniş bir yere sahiptir, bugün dünyanın altı kıtasından dördüne hakimdir. Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Güney Afrika dışında Asyada da küçük oranda bir nüfusa sahiptir ( https://tr.wikipedia.org/wiki/Hristiyanlık ).

Roma İmparatorluğunun Kudüs’ü işgaliyle Yahudiler M.Ö. 63 yılında Roma egemenliği altına girmiştir. Yahudilerin tektanrı inancına karşılık, Roma’da çoktanrıcılık inancı hakim olmuştur. Yahudi halkı Roma’nın baskısından Tanrı’nın göndereceği Mesih “kurtarıcı” sayesinde kurtulacağına inanmaktaydı. Hıristiyanlık aslında Yahudi dininin bir mezhebidir. Tevrat’ta geleceği haber verilen çok uzun süreden beri beklenen İsa Mesih’in kendisi de bir Yahudidir. Tevrat’ta “Rab size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin.” mesajı verilir (Topcan, 2010:41).

Tarihi kaynaklar İsa’nın kimliği ve kişiliği hususunda kesin bilgi vermemektedir. Din tarihinde “havariler” adı verilen İsa’nın en yakın on iki arkadaşının topladıkları anılar ve anlattıklarından Hz. İsa hakkındaki hususlar öğrenilmektedir. Bu bilgilere göre, İsa Yahudiye’de, Celile bölgesinde, küçük Nasıra (Nazareth) kentinde doğmuş, yoksul bir Yahudi çocuğudur. Havarilerine “Tanrı’nın oğlu” olduğunu açıklaması, “Tanrı ile ben biriz” söylemi Tevrat’ın özüyle çeliştiğinden dolayı Yahudi din adamları tarafından dinsizlikle suçlanmış ve tutuklanarak Roma Valisi Pontus Pilatus tarafından Golhotha (Kudüs yakınında) Tepesine çıkarılarak orada çarmıha gerilmiştir (Dinler Tarihi Ansiklopedisi 1, 1999, 8-9) .

Hıristiyanlığın Kutsal Kitabı, Eski Ahit ve Yeni Ahit olarak iki bolümden oluşmaktadır. Kilise tarafından kabul edilen dört İncil; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna, Yeni Ahit’in ilk dört kitabını oluşturur. Eski Ahit’te geçen konular İncil’de zamanın gereklerine göre yeniden yorumlanmış, genel ilkeler ve yargılar yeni bir ahlak anlayışına ve yeni bir görüşe göre biçimlendirilmiştir. İncil’in Hıristiyanlar tarafından Yeni Ahit olarak adlandırılmasının sebebi de budur. Eski Ahit sadece Yahudi halkına mahsus iken Yeni Ahit’te böyle bir ayrımcılık yoktur. Bütün insanlığa hitap eden bir yani vardır. İsa’nın dinine onun peygamberliğine inanan her insan inanmış “mümin” sayılır (Dinler Tarihi Ansiklopedisi, 1999, 20-21)

Hıristiyanlığın kutsal kitapları incillerdir. Yunanca’dan gelen İncil, “müjde, iyi haber” anlamlarına gelir. İncil kelimesinin bu açıklamasına dayanarak ilk dönem Hıristiyanları, İsa’nın gelişini, insanları kötülük ve günahtan kurtararak selamete ulaştırmak manasında yorumlamışlardır. Bugün Hıristiyanların ellerinde bulunan Yeni Ahit, 4 incil ile 23 küçük kitabın birleşmesinden meydana gelmiştir; hepsi 27 kitaptır. Bu kitapların hemen tamamı II. yüzyıldan sonra yayılmıştır ve Yunanca’dır.

Hıristiyanlık inancına göre Âdem ve Havva’nın işlemiş oldukları “ilk günah” onların neslinin de günahkâr olmasına sebep olmuştur. Yeni Ahit’te İsa, insan soyunu günahtan kurtarmak için gönderilmiş bir görevli olarak nitelendirilir. Kendisine inanan bütün insanların günahlarını temizlemek için çarmıha gerilerek kanını akıtmıştır. İsa’ya inananlar onun etini ve kanını, ekmek ve şarapla özdeşleştirerek kutsallaştırmışlardır. Kutsal ekmek ve şarapla onun varlığına katıldıklarına inanırlar. İnsanı ölümsüzlüğe kavuşturduğu düşüncesi ve insan-Tanrı öz birliğini sağlaması açısından kutsal ekmek ve şarap Hıristiyanlık dininin temel inançlarından biridir.

Hıristiyanlığın Akdeniz bölgesinde din birliğini kurduğu dönem genellikle (M.S. 100–700) “Kilise Babaları Dönemi” olarak bilinir. Hıristiyanlığın öğreti temellerini yaymak için en yoğun çalışmalar bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Anglikan, Doğu Ortodoks, Lutheran, Reform ve Roma Katolik Kiliseleri’ni ihtiva eden ‘Kilise Babaları’ dönemi Hıristiyan doktrinlerinin gelişimi açısından dönüm noktası olarak kabul edilir (Topcan, 2010; 43). 

Bu dönemde kilise babaları tarafından oluşturulan dini öğretiler dönemin ataerkil yapısına uygun olarak cinsiyet ayrımcılığı yapmıştır. Feminist teologlara göre Hıristiyan din öğretilerinin toplumsal cinsiyet eşitliği açısından çelişkili olduğu, ataerkil dolayısıyla erkek merkeziyetçi ve temelinde erkek üstünlüğü bulunan erkek otoritesine dayanan, kadının ötelendiği bir toplumsal cinsiyet düzeni oluşturulduğu ifade edilmektedir.

“Başlangıçta, Yahudiliğin bir türevi olarak Roma İmparatorluğu’nun egemen olduğu topraklarda doğan Hıristiyanlık, özellikle köleler ve kadınlar arasında yayıldı. Katharine Moore, kadınlara Hıristiyanlık’ta çekici gelen yanın bireye saygı olduğunu söylemektedir. İsa’nın öğretisi, bireye doğru dürüst değer vermeyen, hele kadınlar ve köleler sözkonusu olduğunda böyle bir kavramı hiç tanımayan bir dünyada ‘kadın-erkek, kul-azatlı’ tanımaksızın herkesin değerli olduğunu vazediyordu. Hıristiyanlığın doğduğu ve yayıldığı dünyada hiyerarşik bir düzen hakimdi, yeni inancın temelini oluşturan herkesin sırf insan olduğu için değerli olduğu düşüncesi Hıristiyanlığın kendi içinde bile kabul görmemiştir. Ayrıca kilisenin iyice kurumsallaştığı bu dönemde varolan eşitsizlikler kabul edilmiş ve onaylama daha ağır basmıştır” (Berktay, 1996, 98).

Hıristiyanlık ilk yayılmaya başladığında “sadık ve vefakar zevce” rolü ile “baştan çıkarıcı Havva” ikileme arasında kalıp “bakire Meryem” rolünü adeta yeni model olarak sunmuştur. Söz konusu yeni model kadınların bekaretini koruyarak kendilerini İsa’ya adama düşüncesine dayanmaktadır. Bu düşünce bir yönüyle kadınların cinselliğini yaşamasına izin vermese de diğer yönüyle mevcut ataerkil düzenin kadınları sadece cinsel tatmin objesi görerek aşağılanmasına duyulan bir tepki şeklinde kabul edilebilir. Kadınların erkeklerin egemenliği altına girmek istememesi bu tepkinin temel düşüncelerinden biridir. Kadın kendi cinselliğini sınırlandırırken belli ölçüde özerkliğe kavuşmuştur. Hz. İsa’nın dinsel davetine ilk uyanlar arasında kadınların bulunması, özellikle çarmıha gerilirken onu terk etmeyen ve çarmıha gerildikten sonra yeniden dirilişine tanık olan kadınlardan İncillerde övgüyle bahsedilmesi, katı ataerkil Yahudi geleneğinin hakim olduğu bir toplumda kadınlar için yeni bir soluk olarak algılanmıştır. Hıristiyanlığın ilk yayıldığı yıllardaki eşitlikçi düşüncesi kilisenin kurumsallaşmasıyla yerini katı bir cinsiyet ayrımcılığına ve sosyal sınıflamalara bırakmıştır. Böylece kadın konusunda Yahudi geleneği ve Hıristiyan geleneği birleşip kaynaşmıştır (Yapıcı, 2016, 67).

Hıristıyanlık otoritesinin temel kaynağı her zaman Kutsal Kitap olmuştur. Eski Ahit’teki yaradılış hikayeleri, kadının Tanrı ve eşiyle ilişkisini, toplumdaki statüsünü belirleyen ve etkileyen en önemli metinlerdir. Hıristiyanlar İsa Mesih’in geleceğini bildirdiğinden dolayı Yahudi kutsal metinlerini benimsemişlerdir. Kadın erkekten yaratıldığı için ona bağımlıdır. Bu doğal hiyerarşide erkek normdur, insanlığın yarısını oluşturan kadın ise öteki ve ikincildir. Kilise, tamamıyla eşitlik üzerine dayanan ilk dönem Hıristiyan toplum yapısını kabul etmemiştir. Helen toplumunun toplumsal sınıf düzeni ve kültürel yapısını dikkate almıştır ve Yahudi kültüründeki atarerkil yaşam kilise hayatına yön vermiştir (Topcan, 2010, 49-54).

Hıristiyanlıkta erkek egemen duruma ilişkin göstergeler papalık ve rahipliğin eril karakterlerinde ortaya çıkmaktadır ve bunlar erkeklerin bu dindeki dışlayıcılıklarının ifadeleri olarak değerlendirilmektedir (Young, 1987, 24). Bazı mezheplerde kadınlar dini etkinliklere katılsa da bu katılımlar hala erkeklerin otorite ve kontrolü altında gerçekleşiyordu. Hıristiyan geleneğinde kadın günlük yaşamında erkeğe bağımlı görülüyordu bunun temeli olarak da yaradılış hikayesi gösteriliyordu. Kutsal kitapta kadını toplumsal yaşamda sınırlayan birçok mesaja rastlanır ve bu mesajların etkisi günümüzde de birçok kilisede varlığını sürdürmektedir. Hatta olumlu olarak görülen kilise reformasyonunun Hıristiyanlığın erkekleştirilmesi olarak düşünülmekte ayrıca Martin Luther’in de kadın erkek arasındaki katı cinsiyet ayrımını daha da güçlendirdiği dile getirilmektedir. Reformist anlayışların bile bu konuda ataerkil tutum içerisinde olduğu Hıristiyanlıkta Katolik anlayışlardaki katılık şaşırtıcı olmayacaktır (Toker, 2009)

2.2.1. İncil’de Kadın

Yaradılış hikayelerinde anlatılan Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması, kadının erkekten ve erkek için yaratıldığı şeklinde kabul görmüştür ve Havva’nın yasak elmayı Adem’e yedirmesiyle kadının yoldan çıkaran imaja bürünmesi Yahudilikten sonra az da olsa Hıristiyanlıkta da varlığını sürdürmüştür. Hristiyan düşüncesi, diğer tek tanrılı dinlerde de görüldüğü gibi kadını ikincilleştirmiş ve erkeğin tamamlayıcısı olarak görmüştür. İncil hepimizin bildiği gibi Âdem’in kaburgasından yaratılan Havva’nın ilk günahı işlemesi ile başlar. Kadın erkeği günaha sürükleyen ve dünyaya kötülüğü getiren şeytanın işbirlikçisi olarak betimlenmiştir. Bu durum aslında Hristiyanlığın kadına bakışının temelidir. Hıristiyanlık, dönemin reformcu öğretisidir ve insanları etrafına kısa sürede toplamıştır. Hatta öyle ki bu din öncelikle kadınlar ve köleler arasında yayılmıştır. Çünkü söylemlerinde en önemsiz olan bile değerlidir. Fakat burada kadına verilmiş özel bir değerden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Çünkü bu öğreti serçenin de değerli olduğu görüşündedir (Berktay, 1996, 101). Aslında Hıristiyan düşüncesi inanan herkesi Tanrı’nın çocukları, olarak görmektedir. Fakat söylem olarak eşitliği savunan bu dinde kadın-erkek karşıtlığında bu durum pratiğe ne yazık ki geçmemiştir. (https://www.akademikparadigma.com/hristiyanligin-kadina-bakisi/)

Yahudilikte olduğu gibi Hıristiyanlıkta da kadının değeri ve cinselliği doğurganlığına bağlıdır. “Kadının erkeğe hükmetmeye ve ondan üstün olmaya kalkışmaması, bilgi edinme ve onu öğretme iddiasında bulunmaması, evlenmesi ve acıyla çocuk doğurarak onları iyi birer Hıristiyan olarak yetiştirmesi” Pavlus’un (Timotheos’a I. mektup, 2:12-15) kadına biçtiği temel roller olarak ifade edilebilir. “Ey kadınlar, Rabbe bağımlı olduğunuz gibi kocalarınıza da bağımlı olun. Çünkü Mesih bedenin kurtarıcısı olarak Kilisenin başı olduğu gibi erkek de kadının başıdır. Kilise Mesih’e bağlı olduğu gibi, kadınlar da her durumda kocalarına bağımlı olsunlar.” (bkz. Pavlus, Efeslilere Mektup, 5: 22-24) ve “Erkek kadında değil, fakat kadın erkek için yaratıldı.” (Pavlus, Korintliler’e I. Mektup, 11: 8-9) ifadeleri konuyu özetleyici mahiyettedir (Yapıcı, 2016, 68-69).

Hıristiyanlık özgün haliyle kadınlar hakkında oldukça olumlu bir yaklaşım sergilerken ve kadınlar için yeni bir soluk olmuşken dinsel ve tarihsel süreçle birlikte kadınlar kötü, baştan çıkarıcı, Tanrısal yasayı ihlal eden, erkekler için ezeli tehlike, şeytan kapıları biçiminde tanımlanmaya başlanmıştır. İncil’de kadınları koruyan iyilikçi bir yön olsa da zamanla Yahudi geleneği yeniden üretilmeye başlanmış, kadın her şeyi ile erkeğe bağımlı kılınmıştır. Daha sonraki süreçte bazı ruhani lider ve teologlarca kadın, şeytan ya da tamamlanamamış erkek olarak tanımlanmıştır ve böylece toplumsal cinsiyet eşitsizliği Hıristiyanlıkta da yayılmaya başlamıştır. Cennetten düşüşün cinselliğe bağlanması ve bakire Meryem imgesi ve bekar kadınların bakireliklerini koruyarak İsa’nın nişanlısı olarak yüceltilmeleri düşüncesiyle, Hıristiyanlığın bekarete ve cinsellikten kaçmaya verdiği önem, kadınlar için mevcut rollerinin ötesinde yeni bir şey olsa da bedeni ve cinselliği olumsuzlayan geleneklerin daha da kuvvetlendirilmesine zemin hazırlamıştır. Cinselliğin utanç verici bir eylem olduğu fikri daha sonra cinsellikle özdeşleştirilen kadına aktarılmıştır. Bu bağlamda Armstrong’a göre batı Hıristiyanlığı kadın düşmanlığında hiçbir zaman kurtulamamıştır (Yapıcı, 2016, 64-70).

O dönemde doğulu kadınlar kültürel yapıda var olan değersizlik ve aşağılık yükünü paylaşırken, batılı kadınlar bunlara ek olarak kendilerini toplum dışına itilmiş, “korku ve nefrete yol açan günahkar”, “iğrendirici cinsellik lekesini taşıyan” düşüncesiyle kendilerine biraz daha yabancılaşıyordu. Hıristiyanlıkta erkek kuşkusuz ailenin başkanıdır, manevi sorumluluklar taşır. İncil’e göre evli kadın, kocasına bağlı olmalıdır, çünkü kadın erkekten daha zayıftır. Koca, sevgi ve koruyuş sorumluluğu taşımaya yükümlüdür. “Ey kocalar, siz aynı suretle daha zayıf kaba ve hayat inayetinin hem varislerine hürmet eder gibi, kadına hürmet ederek karılarınızla beraber akıl dairesinde oturun, ta ki dualarınıza mani olmasın” (1.Petros 3:7). Yeni öğreti kadına birçok kapıyı aralamıştır. Eski Ahit’te gördüğümüz birçok kısıtlama Yeni Ahit’le birlikte yenilenmiştir. Zina kavramı için İncil’de geçen “Zina etmeyeceksin, fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir.” Söylemi dönemin günahkâr kadın imajını yıkmaya çalışmış, kadının sırtından büyük bir yükü kaldırmış, suçu asıl sahibine, erkeğe, yüklemiştir. Evlilik içerisinde erkeğe tanınan çifte standardı kaldırmakla birlikte, cinselliği tümüyle üremeye bağlamış ve kadın için tek kurtuluşu (dinsel anlamda) çocuk doğurmasında bulmuştur. Hıristiyanlık kadınlar açısından önemli bir nokta olan çok eşliliği yasaklamış, kadına olduğu kadar erkeğe de sadakat şartı koşmuştur (Berktay, 1996, 102).

Yahudi geleneğinden doğması yönüyle Hıristiyanlık ilk yayıldığı dönemlerde kadını bağımlı kılan anlayış takınmıştır fakat hem Hz. İsa’nın kadına yönelik olumlu söylemleri hem de ‘bakire Meryem’ modeli yoldan çıkaran kadın anlayışını köreltmiştir. Kadınların dini ritüellere katılmasını onaylayan Hıristiyanlık, zamanla kadınlara rahibelik gibi dini bir rol vererek kadınlar için Yahudiliğe göre daha benimsenir bir hal almıştır. Hıristiyanlıkta kadının bağımlı kılınması anlayışı Pavlus metinlerine dayanmaktadır. Pavlus’un kadın anlayışı tezat teşkil etmektedir. Cennetten iniş hikayesinde kadınları küçük düşürürken, ilk kilise döneminde kadınların katılımlarını desteklediği anlaşılmaktadır. Pavlus’un eşitlikçi yaklaşımı İsa’dan kaynaklanmaktadır. İlk donem Hıristiyanlar, İsa’nın kadınları öğrenci olarak seçtiğini, onlara dostça davrandığını ve değer verdiğinin farkında olmuşlardır.  Daha sonraki dönemlerde bazı yazarlar önceki eşitlikçi cinsiyet anlayışına sırt çevirmişlerdir. İlk dönemin eşitlikçi geleneği kadına peygamberlik görevini verirken sonrasında ataerkil kilisenin ortaya çıkısıyla bu durumdan uzaklaşılmıştır. Hristiyanlikta Pavlus ile Yahudi geleneği tekrar gündeme gelmiştir. Pavlus kadınlara silik kişiliği ve ağırbaşlılığı öğretir; gerek Tevrat’a gerek İncil’e dayanarak kadının erkeğe bağlı olması prensibini ortaya koymaktadır (Beauvoir, 1986, 106). Orta çağ döneminde Hıristiyan kilisesi geriye dönüşü olmayacak bir şekilde Yahudi geleneği ile ilişkisini sonlandırmaya çalışmıştır. Daha sonraki yüzyıllarda Yahudilik ve Helenistik dinlerle başarılı bir şekilde mücadele etmiştir Hıristiyanlık giderek Yahudilikten uzak bir kilise olmaya başlamıştır. Ancak dördüncü yüzyılın ilk yıllarından itibaren İsa’nın takipçileri zamanla Roma imparatorluğunda güç kazanmaya başlamış ve zamanla yönetici güç olmuşlardır. Başlangıçta kadınlar Hıristiyan topluluğunun asli üyeleri, İsa’nın vekilliği döneminde ise onu izleyen ve çarmıha gerildiğinde onun yanında duranlardır. Yeni Ahit, hem kadın hem de erkeği içine alan İsa’nın havarileri etrafında oluşmuştur. Bu süreçte vurgulanması gereken tek nokta ilk yıllarda kilisenin kadınlara karşı tutumunun birbirinden farklı kaynaklardan gelmesidir; Yahudi gelenekleri, Helenistik gelenekler ve yükselen Hıristiyanlık inancının deneyimleri yani cinsiyet ilişkileri için Hıristiyan yaşamının ne ifade ettiğinin yansıması. Kilisenin kurumsallaşmasıyla Yeni Ahit’teki birçok söylem yerini kilisenin söylemlerine bırakmış, kilise toplumu denetleyen bir hal almıştır. Hatta kadınla tanrı arasına erkeği koymuş ve kadının erkeğe itaatinin altını çizmiştir: “Ey kadınlar, kendi kocalarınıza Rabbe tabi olur gibi tabi olun.” Kilise babaları o dönemdeki din anlayışında oldukça etkilenmişler ve kadını “doğası gereği” aşağı görmüşlerdir. Kadınlar fiziksel yetersizliklerinden dolayı ve ahlaki açıdan erkekten aşağı görülmüş ve Havva’dan dolayı ilk günahın sahibi olarak karakterize edilmiştir. Kilise babaları manevi bütünlüğü ve mükemmelliği erillik ile ilişkilendirmişleridir ayrıca kadının varlığı erkeğe üremede yardımcı olarak işlevsel kapasiteleriyle gerekçelendirilmiştir. Kadın çocuk doğurmak için donatılmıştır ve hiçbir konuda erkek kadar yetenekli değildir, erkekler kadınsı davranışlarda bulunmadığı sürece her şeyi kadınlardan daha iyi yapacaklardır. Ataerkil Hıristiyanlıkta hiyerarşik ayrışma kadın ve erkeğin somut hali ile tasvir edilmiştir. Kadın ruhu semavi kabul edilirken bedeni şehveti temsil ettiğinden dolayı aşağılanmıştır. Kilise babalarının pek çoğu kadın ve erkek bedeni üzerine yapılan hiyerarşik mantık yorumuna sahiptir. Diğer dinlerde olduğu gibi Hristiyanlıkta da öne çıkan kadın figürleri görülmektedir. Kadın peygamberlerin varlığı ve Meryem’in kutsal olması birçok kişinin aklına eşitlikçi bir dini getirse de; İncil’de, atasözlerinde ve ilahilerde öne çıkarılan kadınlar anne ve eş statüsü kazanmış, itaatkâr kadınlardır. Orta çağda teologlar kadına ilişkin savlarını Kutsal Kitap yorumlarına dayandırmışlardır. İlk önce Havva yılana aldanmış ve Ademi aldatmıştır. Eski Ahit ve Aristo’nun Yunan felsefesinin kombinasyonu kadını Tanrı’dan erkekten, doğumdan ve çocuklarından uzaklaştırmıştır. İsa’nın annesi Meryem toplumda kadınların pozisyonuna hem engel teşkil etmiş hem de katkıda bulunmuştur. Bir taraftan yumuşak başlılığı ve sessizliği ile yeni Havva modelini temsil etmiş diğer taraftan da geçmişteki Tanrıça figürleriyle ilişkilendirilmiştir. Bazı yazarlar Meryem’i yeni Havva olarak tanımlamışlardır. Onlara göre İsa Adem’in günahını telafi etmiş, Meryem de Havva’nın kabahatini tersine çevirmiştir, günah Adem ile Havva aracılığıyla dünyaya getirilmiş Meryem ile İsa da insanlığın kurtuluşu olarak gelmişlerdir. Resmi kilise dokümanları Meryem’in bakireliğini, sadakatini ve öz veriliğini methetmektedir. Kilise öğretilerinde Meryem’e niyaz son derece yaygındır. İlk yıllardan orta çağın sonuna kadar, kollarında oğlunu tutan mutlu anne pozlarıyla sanatın imgesi olmuştur. Bu nedenle, yükselen Meryem inancı ilk başta bakire, sonra anne ve daha sonra gökyüzünün kraliçesi olarak icra etmiştir. Orta çağ boyunca gökyüzünün kraliçesi olarak idolleştirilmiştir. Fakat kilise babaları Tanrı’nın kesinlikle eril olduğunu vurgulamış ve Meryem’i Tanrıça değil, Hz. İsa’nın bakire annesi olarak tasvir etmeye özen göstermişlerdir (Topcan, 2010, 55-61).

Hıristiyanlıkta modern döneme kadının toplumsal yaşamı Yahudilikten pek de farklı değildir aslında. İncil’de kadının giyimi için “edepli ve ölçülü” ifadeleri kullanılmış, kadının başını örtmesi gerektiğinden bahsedilmiştir. Erkeğin ise sadece başının örtmemesi gerektiğine değinilmiştir. Kadının yapmaması gereken birçok sınır net şekliyle çizilmiştir. Evlilikte “mohar” denilen başlık parası geleneği devam ettirilmiş ve kadın yine bir eşya veya işgücü olarak alınıp satılmıştır. Hristiyanlık her ne kadar “Kocalar kendi bedenleri gibi, Mesih’in kiliseyi sevdiği gibi eşlerini sevmelidir.” dese de kültürel sınırlamalardan kurtulamamış ve toplumsal cinsiyet rollerindeki erk zihniyeti pekiştirmiştir. Dönemin reformcu inanışı olarak görülse de eşitlik vadetmemiş, cinsiyetçi konularda çelişkili ifadeleri içinde barındırmaya devam etmiştir. Kadının ev içerisinde tutulmasını istemiş, cinsel hazdan öte üreme aracı olarak görmüştür. Kadının sadece çocuğunu eğitebilecek kadar eğitim almasını istemiş, sonraları kilise sadece hizmet ve itaat eğitimleri vermiş, kadın bedeni bir üst otorite yani erkek tarafından terbiye edilmeye çalışılmıştır. Günahkâr Havva imgesi, kadına yöneltilen bir silah olarak varlığını sürdürmüş ve kadına acılı doğumlar yaptırılmıştır. Bunlar göz önüne alındığında kadın Hristiyanlıkta erkek ile eşit değil Yahudiliğe göre kötünün iyisi konumundadır.

Özetle Hristiyanlık geleneğinde kadın belli kalıplara, belli rollerin içine sokulmaya çalışılmıştır. Kadına biçilen rol, erkekten üstün olmama, bilgi edinme ve onu öğretme iddiasında bulunmamaktır. Kadının önemli görevi çocuk doğurmak ve erkeğe itaat etmektir. Hristiyanlık dünyası, yüzyıllar boyunca kadını murdar bir varlık sayarak ibadet yerlerine girmesine müsaade etmemiştir. Hıristiyanlığa göre kadın, ayıplı ve kabahatli olup, günahı onu yeryüzüne indirmiştir. Bu nedenle kilise papazları evliliği kötülemişlerdir. Fakat Protestanlık mezhebinin kurucusu Martin Luther, evliliğin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu belirterek, rahip ve rahibelerin evlenmesini savunmuş ve bu konuda kilise kurallarına karşı gelmiştir. Korkunç derecede kadın düşmanı olan Yahudi geleneği Hristiyanlıkta Saint Paul aracılığıyla hortlamıştır. Saint Paul kadınlara silik kişiliği ve ağırbaşlılığı öğütler; gerek Tevrat’a gerek İncil’e dayanarak kadının erkeğe bağlı olması ilkesini koyar (Beauvoir, 1993, 93).

Hıristiyanlıkta erkek egemenliğine İncil’den de örnekler verilebilir; “Kadınlar toplantılarda konuşmamalıdır. Kadınlar toplantılarda sessiz kalsın. Konuşmalarına izin yoktur. Kutsal Yasa’nın belirttiği gibi, uysal olsunlar. Kadın toplantılarda öğrenmek istediklerini, ancak eve geldiklerinde kocasına sorabilir. Kadın erkeğe egemen olmasın. Kadın sükûnet ve tam bir uysallık içinde öğrensin. Kadının öğretmesine, erkeğe egemen olmasına izin vermiyorum.” Zina ve boşanma konusunda İncil’de geçen “…Karısını fuhuş dışında bir nedenle boşayan, onu zinaya itmiş olur. ‘Zina etmeyeceksiniz’ dendiğini duydunuz. Ama ben (İsa) size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam, o kadınla zina etmiş olur.” ayetleri zinayı hem kadına hem de erkeğe yasaklar.

İncil boşanmaya bakışta ise kadına az da olsa bazı haklar tanır “Kim karısını boşarsa ona boşanma belgesini versin denmiştir. Boşanma konusunda da Hristiyanlığın Yahudiliğe göre kadına daha çok değer verdiği söylenebilir.

2.3. İslamiyet’te Kadın

İslamiyet Hz. Muhammed’e gelen vahiylerle, Arap Yarımadasında 7. yüzyılda doğmuştur ve 7. yüzyılın sonuna doğru yayılmaya başlamıştır. Hz. Muhammed’in güvenilirliği ve insanlara verdiği değer bu dinin kabulünü ve yayılımını kolaylaştırmıştır. Ortadoğudaki Yahudilerle olan çoklu mücadeleler yayılımı engellemeye çalışsa da İslamiyet, özellikle köleler ve yoksullar yani insan olarak değer görmeyenler açısından bir kurtuluş yolu olarak görülmüştür. Tektanrılı dinlerin sonu olan İslamiyet, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın değişimlere uğradığını, bozulan dinsel ve toplumsal yapının tektanrılı sisteme uygun olmadığını iddia eder fakat bunu kendinden önceki kutsal kitaplara ve peygamberlere saygı duyarak belirtir. Kur’an, ilk yaradılıştan itibaren var olan “tek ve mutlak yaratıcı” inancıyla birlikte başta Allah’ın emir ve yasakları olmak üzere pek çok konunun insanlar tarafından bozulduğunu ifade etmektedir. İslamiyet’in doğduğu topraklar, diğer tektanrılı dinler gibi ataerkil bir sosyo-kültürel yapıya sahiptir. Her ne kadar Mekke’de anaerkil yapının varlığı savunulsa da Yahudilerin yaşadığı Medine’de ataerkillik söz konusuydu. Böylelikle İslamiyet de yayılırken ataerkil bir yapıya bürünmüştür. İslamiyet’in doğduğu bu kültürel sahada insan merkezli bir görüş hakimdir. Bu kültürel yapıda erkeklik ve zenginlik sosyal statü ve asalet göstergesidir. Zengin ve asil erkekler en üst tabakada yer alırken, zengin ve asil kadınlar en tabaka ile eş değer tutulup ataerkil sistemin kurbanı oluyorlardı. Böyle bir toplumsal düzen içinde İslam dini mutlak otoriteyi Allah’a vermiş, insanı yaratılmışlar içerisinde en üstün kabul etmiştir. Bu çerçevede toplumsal tabakalaşmalara, haksızlıklara ve zulümlere meydan okuyarak gelişimini sürdürmüştür. İslam inancına göre insanlar yaradılış itibariyle eşittir, mutlak olan Tanrı olduğuna göre, onun için insanlar arasındaki biyolojik nedenlere dayalı sınıfsal farklılıklar, üstünlükler ve toplumsal tabakalaşma hiçbir şey ifade etmemektedir. Allah, insanların farklılıklarıyla değil onların kalpleri ile ilgilenir. Kur’andaki bu tarz ifadeler, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bu yeni dinin özellikle köleler, kadınlar ve ekonomik sınıflandırmada alt tabakada yer alanlar tarafından benimsenmesini sağlamıştır. İslam dini o toplumsal yapıdaki adı ve kişiliği oldukça silik olan kadına yeni bir ad ve kişilik vermek istemektedir. Bunun için öncelikle Yahudi ve Hıristiyan geleneklerindeki kadın imajının silinmesi gerekmektedir. Çünkü Kuran’a göre Havva, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmamıştır, kadın ve erkek aynı özden yaratılmıştır. İlk günahın işlenmesinde de kadın ve erkek aynı suça ortaktır. Bakara suresine göre, şeytan her ikisinin de (Adem ve Havva’nın) ayağını kaydırmış ve onları günah işlemeye sevk etmiştir. Bu noktada kadının erkeği suça götürmediği söylenebilir. Kur’an’a göre kadın ya da erkek fark etmeksizin insan fıtratı gereği iyidir ve bu fıtratı koruyabilenler cinsiyet farkı olmadan cennete girebilecektir. İslamiyet’e göre iyi veya kötü kadın olmanın ölçütü kocaya itaat değil, Allah’a itaattir. (Yapıcı, 2010, 70-77).

İslam toplumlarında erkek merkezli çok fazla yapı mevcuttur. Örneğin; aile reisliği, toplumun idaresi, düzeni ve yargıya dair bütün düzeylerde otoritenin erkeğe ait olduğuna dikkat çeker.  Tüm üst düzey, önemli mevkilere erkek işgali söz konusudur. İslamiyet’in ilk yıllarında İslam toplumlarında olumsuz bir örnek olarak özellikle kadınlar bakımından bireylik tehlikeli olarak algılanıyordu ve kadınların itaatsizliklerinden korkuluyordu. Bu noktada İslam toplumları, kadınların kendi statülerini değiştirme arzularını ve feminist eğilimleri bastırma girişimlerinde bulunmuşlardır. Bireyciliğin Batıdan alındığı düşüncesi, hem kadınlardan hem de bireycilikten korkmayı etkilemiştir. Kollektivist bakış açısına sahip İslam toplumları için kişilerin farklı düşünce ve ilgilere sahip olması, dahil olduğu gruptan farklı eğilimlere yönelmesi (bireycilik) öldürücü bir kavram olarak değerlendirilmektedir. Grup yönelimli İslamiyet için bireysel kaprisli bencil arzular, dine saygısızlık olarak aşağılanmaktadır. İslam toplumları için otoritenin kaynağı, ümmet denilen efsanevi bir gruptur ve teokrasi buna dayanır. Bu noktada asıl amaç, bireyin mutluluğu değil ümmetin selameti dir bu da kadınları boyun eğdirici konuma getiren bir durumdur (Toker, 2010, 611-615)

Her yönüyle ilahi olan İslam, insana insan olduğu için değer verir. İslam dini, insanlığa yeni bir evrensel mesajla indirilmiştir, diğer dinlere ve medeniyetlere göre İslam’ın kadına bakışında büyük farklılıklar vardır. İslam, kadın hakları üzerinde titizlikle durmuş ve kadına, hiçbir sistemin veremediği bir değeri vermiştir. İslam, erkeğe tanınan temel insan haklarını kadına da tanımıştır. Hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletli muamele görme hakkı, mal-mülk dokunulmazlığı, inanç ve düşünce özgürlüğü, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı, siyasi haklar gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.  İslamiyet ile kadınlara verilen miras, şahitlik, sosyalleşme gibi haklar tam olarak erkek ile aynı olmasa da Yahudilik ve Hıristiyanlıktan sonra kadın için büyük bir ilerleme olmuştur. İki kadının şahitliği bir erkeğe eşit sayılıyor ve kadın mirastan erkeklerin yarısı kadar pay alıyorken kadınlar kendilerini önem arz eden kişiler olarak hissetmeye başlamış hatta değer görüp insan olduğunun farkına varmıştır. Fakat mal mülk sahibi olan kadın (melike), hiçbir zaman din ve devlet işlerine karışmaya layık görülmemiştir. İslami toplumlarda kadınların siyasete katılımının örnekleri bulunmaktadır fakat bunlar birer istisnadır. İslam’ın ilk yıllarında, Hz. Muhammed’in, eğitim-öğretim için kadınlara zaman ayırdığı, durumu müsait olan kadınların, bütün namazlara katıldıkları, müslüman kadınların Hz. Muhammed’in evine gidip onunla sohbet ettikleri, kamu hizmetlerinde görev aldıkları, savaşlarda tıbbi hizmetler, taşımacı destek ve savaşlara katılma gibi görevlerde bulundukları anlatılmış ve kayıtlara geçmiştir. Dolayısıyla, İslamiyet’in kadını hayatın dışında bırakmadığı, hatta neredeyse hayatın merkezine koyduğu söylenebilir. Batıdaki kadınlar ihtilaller, toplumsal çalkantılar sonuncunda bazı haklara kavuşurken, İslam dininde, ilahi iradeye bağlı ve barış ortamı içinde verilen kadın hakları vardır (Gürhan, 2010, 70-72).

2.3.1. Kur’an-ı Kerimde Kadın

Kuran’da kadın, doğurganlık ve anne rolüyle ön plandadır böylece Yahudilik ve Hıristiyanlığın aksine cinselliğin meşruluğundan bahseder. ‘Cennet, annelerin ayakları altındadır’, hadisi de bu görüşü destekler niteliktedir. Doğan çocukların Allah için iyi insan olması anne terbiyesi ve eğitimiyle sağlanacağı ön görülür. Kuran’daki bazı ifadeler ataerkilliğe işaret etmektedir fakat burada kadın aşağılanmaz ve erkekle bir tutulur. Ayrıca Kuran’da geçen ayetlerde genellikle kadın ve erkeğe birlikte seslenilir.  İnsan yaratılışından bahseden ayetlerde erkek ile kadının cinsiyet farklılığına dair herhangi bir tanım yapılmamıştır. ‘Önce tek nefis yaratan Allah, sonra ondan eşini yaratmış, daha sonra da bu ikisinden pek çok kadın ve erkek türetmiştir’ (Nisa suresi, 4/1).

Kuran ayetlerinde, Allah davetinin en başından beri kadın erkek ayrımı yapmadan herkese eşit seslenmektedir. Birçok ayette yine kadın-erkek eşitliği vurgulanmaktadır. “İnanan erkekler ve kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekatı verirler. Allah’a ve Resul’e itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir (Tevbe suresi, 9/71). Erkek ve kadın dost olarak her alanda birbirlerine yardım ve arkadaşlık etmeli, yaşamları boyunca toplumlarında aynı haklara sahip oldukları gibi, sorumluluk ve görevleri de birlikte paylaşmalıdırlar. Bu ifade açık olarak erkek ve kadın eşitliğini vurgulamaktadır. Yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar dışında, yaratıcı için kul olma sorumlulukları ile değer ve hak açısından durumları da birbirine eşittir.

Kuran, zinayı hem kadın hem de erkek için haram kılmıştır fakat zamanla bu bakış açısı değişmiş; kadın zina yaptığında ahlaksızlık, erkek zina yaptığında ise çapkınlık olarak nitelendirilmeye başlanılmıştır. Hz. Muhammed döneminde kadın eğitim, yönetim, ticaret gibi birçok alanda aktiflik kazanmıştır, bunun en temel ve ilginç örneği de Hz. Muhammed’in ilk karısı olan Hatice’dir. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra onun arkasından gelenlerin onun gibi davranmaması sonucu Yahudi ve Hıristiyan dönemlerindeki geleneklerle yeniden karşı karşıya kalınmıştır. Kuran yorumcuları ayetleri kendi anladıkları gibi tercüme etmiştir dolayısıyla çok çeşitli Kuran anlayışı gelişmiştir. Kadınlar söz konusu olduğunda ayetler farklı yorumlara maruz kalmış ve kadın İslam’daki yerini halen anlayamamıştır.

İslâm’dan önce birçok toplumda ve Arabistan’da çok kadınla evlenme adeti vardı. Bir erkek istediği kadar kadın alabilir beş – on beş kadınla evlenmek normal karşılanırdı. Zenginler ve krallar bu rakamlarım çok daha üzerinde kadına sahipti. Kur’an; toplumun ahlakını bozan, insanları birbirine düşman eden çok evliliğin karşısında durmak için ilk aşamada evlilik, en fazla dört kadınla ile sınırlandırmıştır. Bu noktada İslam’ın kadın erkek ayrımcılığına dair olumsuz bir örneği ile karşılaşmış oluruz. Kur’an Müslüman erkekler için “hoşunuza giden kadınlarla, iki, üç, dörde kadar evlenebilirsiniz” (4 Nisa 3) şeklinde bir ayrımcılık tanımıştır. Ayrıca ayetin birinci kısmında, yetim kız ve kadınlarla evlenmek, eğer adaleti sağlamak yönünden sakıncalı ise, onlarla evlenilmemeli, o zaman başka kadınlarla evlenilmeli, uyarısı yapılmaktadır.

Kuran aile kurumuna çok önem verir ve aile kurulacak eşin çok iyi seçilmesi gerektiğini vurgular. Kuran’da ailenin yönetiminin ne erkeğe ve ne de kadına verildiğine dair kesin bir ifade yoktur. Yuvanın yönetimini, eşler birlikte eşit haklar ile yürütmelidir. Karı ve koca ailenin tüm bireyleri ile birbirlerine danışarak, karşılıklı danışma ve fikir alışverişi ile sorunlarda doğru kararlar alınması için çalışmalar yaparlar. Karşılıklı sevgi ve saygı ile, birbirinin haklarına ve sorumluluklarına uyum göstererek aile içinde denge ve huzur sağlanır. Böylece toplumları ileriye götürecek, onları geliştirecek demokrasinin temelleri de ailede atılmış olur.

İslam savunucularına göre, İslamiyet ile birlikte kadınların hayat şartlarının iyileştiğine dair bir kabul söz konusudur. Arap ülkelerinde İslamiyet öncesi kadınlar, evde hapis bir şekilde babalarına veya kocalarına bağımlı bir şekilde yaşıyordu. Eş seçme özgürlüğü yoktu ve bir köle gibi eğitim görme ve mülkiyet edinme hürriyetinden yoksun bir şekilde yaşamaya çalışıyordu. Hatta kız çocuklarının diri diri gömüldüğüne dair rivayetler dahi bulunuyor. Fakat İslamiyet öncesi dönemde Arabistan’da birçok kadın yönetici, tanrıça, kraliçe örneklerine rastlanır. İslamiyet’ten birkaç yüzyıl öncesine denk gelen cahiliye döneminde yaşanan olumsuz gelişmeler İslamiyet öncesi toplumsal yaşamda kadının hiçbir önemi yokmuş gibi aksettirilir (Berktay, 1996, 117).

Eğitim-öğretim kadın erkek fark etmeksizin bir kişinin insanlığını kavraması ve kişiliğini bulmasının temel şartlarındandır ve insanın sorumluluklarını daha iyi kavramasına yardımcı olur. Bu ve benzeri nedenlerden ötürü, İslam dini kadın erkek ayrımı yapmadan bütün Müslümanlara ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi emretmiştir. İslamiyet’in ilk dönemlerinde kadınlar, erkeklerin uğraştıkları her türlü ilim dalı ile ilgilenmişlerdir. Kadınların eğitim isteklerini yasaklayan herhangi bir olay olmadığı gibi, dünya ve ahiretle ilgili konularda kadınların eğitimini yasaklayan ayet ve hadis de bulunmamaktadır (Toksarı, 1996, 71-99).

Kadının mal-mülk edinmesine bir engel bulunmadığını Kuran’da ifade edilmektedir. Bu konuda kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Kadın her türlü ticari ve zirai faaliyetlerde bulunabilir. İstediği kadar mal ve mülk edinebilir. Malını erkeklerle aynı şartlarda dilediği gibi kullanabilir. Kefil veya vekil olabilir. Kendisini temsil edebilecek kişiler tayin edebilir. İslam, kadının ekonomik özgürlüğünü sağlamak için miras, birikim yapmak gibi düzenlemeler yapmıştır. İslamiyet’ten önce kadın, ailesinin malından miras alamazdı. İslamiyet kadına miras hakkı getirmiştir. Kadının ekonomik hürriyetini sağlayan önemli bir gelir kaynağı da, evlenirken kocasından aldığı “mehir” yani çeyizdir. Kuran kadının bu hakkını açık bir şekilde ifade etmektedir. Ayrıca İslamiyet’te kadın çalışarak servet biriktirebilir. Evli kadının nafakası, giyimi ve meskeni kocası tarafından temin edilir. Harcamalarını karşılayamayacak durumda olan kadının giderlerini devlet karşılamalıdır. Kendi fikirlerini beyan etme özgürlüğü kazanan kadın evlilik konusunda da onayı istenilen ve önemsenen taraf olmuştur. Kadın istemediği bir erkekle evlendirilemez. Böyle bir evlilik dinen yapılamaz. Kadının onayı alınmadan yapılan evlilikleri Hz. Muhammed bozmuştur. Ayrıca kadının onayı alınarak yapılan evlilikte, evliliği yürütemeyecek sorunlar çıktığı taktirde kadın evliliği bitirme isteğinde bulunabilir Hz. Muhammed bu konuda kadının görüşlerine önem verirken kendi görüşleriyle uyuşmasa bile kadınların görüşlerine göre hareket etmiştir. Toplumsal hayatta kendine has bir yer kazanan müslüman kadınlar zamanla siyasette de söz sahibi olmuşlardır. İslamiyet’in ilk yıllarında yönetime hakkı olan kadınların siyasi görüşlerini belirtmede hiçbir engelleri yoktur. Hz. Muhammed zaman zaman kadınların görüş ve önerilerini hatta eleştirilerini dinlemiş ve kabul etmiştir. Eğitim sürecinde aktif olan kadın, herhangi bir konuda fikir sahibi olarak bilgili ve tecrübeli olduğunu gösterebilmiştir ve politik konularda dahil olmak üzere her alanda kendine yer bulmuştur. İslamiyet’in kadınlara verdiği bu haklar on iki asır sonra Avrupa hukukunda yer bulabilmiştir. Ancak Hz. Muhammed’in vefatından sonra yerine gelen halifeler dinin uygulanışı ve algılanışında farklılıklara neden olmuştur. İslamiyet’in ilk yıllarında kadına verilen değer sonraki yıllarda pek görülmemiştir. Yorum farklılıkları dikkate alındığında Kuran’ın özüyle ve genel ilkeleriyle çelişen kadın karşıtı görüşlerin varlığı dikkat çekmektedir. Yorumlarda bağımsız, hak ve sorumlulukları olan saygın kadın varlığını yitirerek erkeğe bağımlı, bireyin sosyal haklarında yoksun, tek görevi erkeğe itaatten ibaret olan, adeta bir köle durumuna getirilen Kuran bakışından yoksun ötekileştirilmiş kadın kimliğine rastlanmaktadır (Gürhan, 2010, 69-75).

İslami kültürde, kadını bedenle ve bedensel arzuyla özdeşleştirilerek “fitne” yaratma özelliğinin bulunduğunun varsayılması onun toplumsal olarak denetlenmesini de beraberinde getirmiştir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Ömer halifeliği sırasında kadınların camiye girmesini engellemeye çalışmış ve Hz. Muhammed’in eşlerinin hacca gitmesi yasaklamıştır. Yeni dinsel ve ceza uygulamaları arasında zina yapanların taşlanması da vardır. Fakat buradaki önemli olan nokta kadınların yaşadığı yeni din coşkusu engellenmeye çalışıldığında kadınların verdiği tepkidir. Ömer’den sonra Osman’ın halifeliği döneminde, kadınlar kaybettikleri hakların bir kısmını geri almayı başarmışlardır. Sonraki dönemlerde İslam toplumları ne Hz. Muhammed’in ne de Osman’ın düşüncelerini değil Ömer’in kadınlara karşı davranışlarını benimseyip geliştirmişlerdir. Bunun nedeni zaten ataerkil topraklarda doğan İslamiyet’in toplumsal yapıya uygun yaşanmak istenmesidir. Kuran’a göre kadınların ibadet yapmaması gereken dönemleri vardır. Fakat bu kadının dinen “eksik” olduğu göstermez. Bu bakış açısı değerlendirildiğinde İslamiyet’in Yahudilikten hiçbir farkı kalmaz. Kadının dini ibadetlerden uzaklaştırılmasını isteyen ataerkil zihniyet, yanlış hadislerle günümüzde de mevcut varlığını sürdürmektedir. Kadına verilen haklar yaklaşık iki asır gibi bir süre varlığını sürdürebilmiştir. İslamiyet’in ilk yayıldığı yıllarda katılımın büyük çoğunluğu kadınlar ve kölelerden oluşuyordu ancak ilerleyen süreçte kadınlar İslamiyet öncesi yaşamına geri dönmüş ve ikinci planda yaşamaya devam etmiştir (Berktay, 1996, 115-123).

2.4. Modern Dönemde Kadın  

Modernlik, insanlık tarihinin alışılmış ve yaşanmış tüm deneyimlerini alt üst eden ve geçmiş birikimine meydan okuyan yeni bir insanlık deneyiminin adıdır. Felsefi, dini, kültürel ve tarihi bütün alanlara etki etmiş olan modernlik gelenek olan bütün birikimleri saf dışı bırakarak devrim veya dönüşüm adıyla insanlık tarihinin yeniden yazılmasıdır. Avrupa’da bilimsel devrim ve sanayileşme gibi süreçlerin başlattığı çok yönlü yenileşmeye modernleşme denilirken, Avrupa merkezli bilgi, üretim ve kültürün genel anlamda yeryüzünün tamamına yayılmasına ise modernleşme denir. Modernleşme ile insan yaşamının bütün yönleri eş zamanlı değişim sürecine girmiştir. Toplumsal yapı göz önüne alındığında modernleşme her toplumda aynı derecede ilerleme göstermez ve olduğu gibi kopyalanıp taklit edilen bir modernleşme her toplum için söz konusu değildir. Dini geleneğe sahip toplumlar modernleşmeyi ekonomi, sanayi ve siyasi alanlarda uygulamak isteseler de modernleşme, süreç içerisinde tüm alanlara entegre olma özelliğine sahiptir. Kültürel sahada etkinlik gösteren modernleşmenin dini geleneği saf dışı bırakması kaçınılmaz bir durumdur (Akgül, 1996, 183-197).

Modernleşme sürecinde hem genel anlamda din hem de özel anlamda Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet farklı alanlarda sıkça tartışılmıştır. Söz konusu durum Batılı modernitenin temel dayanaklarını oluşturan pozitivizm, rasyonalizm, laisizm, sekülerizm ve feminizmden beslenerek şekillenmiştir. Geleneksel toplumlarda din ve dinin algılanma biçiminden oluşan dindarlıklar gündelik hayatı etkileyip yönlendiren başat bir yaptırım gücüne sahiptir. Modern dünyada ise başta siyasal ve sosyal hayat olmak üzere dinin kurumsal gücünün zayıfladığı görülür. Modernleşme ve din ilişkisi söz konusu olduğunda, modernleşme-sekülerleşme sürecinde maneviyatçı yaklaşımlar ön plana çıkmış ve bireysel dindarlık adı altında dini kurumlara önem verilmeden modern dünyaya uygun bir din anlayışı gelişmiştir. Modernliğin bireyci bakış açısı dini etkileyen en önemli noktalardan biridir. Kendi ayakları üzerinde duran Tanrı’ya ihtiyacı olmayan bireyselci insan anlayışı kutsanmaya başlanmıştır. Böylelikle dini kurumların sosyal hayatı düzenleyen, davranışları yönlendiren gücü gittikçe azalmıştır. Modernleşme ile kurumsal din ve dindarlık olgusu insana dinin prangalarından kurtulma noktasında bir özgürlük alanı açmıştır. Söz konusu alandan erkeklerden çok kadınlar yararlanmıştır. Kadının sosyal hayata girişiyle eğitim, ekonomi ve kültürel sahadaki etkinliği artmış dolayısıyla toplumsal cinsiyet rollerinde değişmeler olmuştur. Tarihin her döneminde var olsa da özellikle modern dönemde ‘homoseksüellik’ ve ‘biseksüellik’ daha da artmıştır. Geleneksel yapıda dinin ve ahlakın etkisiyle “günah” ve “kötü” olarak değerlendirilen cinsel davranışlar modern dünyada bireysel tercihler olarak görülmeye başlanmıştır. Geleneksel dönemlerde tektanrılı dinlerce yasaklanan ‘zina’ modern toplumlarda pek bir anlam ifade etmemektedir. Evlilik dışı ve evlilik öncesi cinsellik bireylerin kendi tercihine bırakılmıştır. Modernleşme etkisinin yayılmasıyla ortaya çıkan ‘feminist’ düşünce, kadın erkek eşitliğinin tüm dünyada kabul edilmesi için hala savaşmaktadır. İlk dönemlerde sadece kadın ile erkeğin eşit olduğunu vurgulamaya çalışan feminizm akımı zamanla kendi içinde bölünerek toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, cinsel yönelimlere değinmiştir, eşitlikten kopup, erkeklerin kadınlardan daha aşağı konumda olduğunu savunan feminizm kolları da mevcuttur. Kadınların sosyal yaşamda söz hakkı kazanması, kendini ifade etmesi ve savunması, laik toplumlarda siyasi ve toplumsal birçok hak elde etmesi modernleşmenin kadınlar için pozitif yönlerindendir. Ayrıca kadın-erkek eşitliğinin sağlanmaya çalışılması da kadınların modernleşmeyi çabuk benimsemelerini sağlamıştır (Yapıcı, 2016, 85-88).

Batıda doğan modernleşme en çok Hıristıyanlığı daha sonra ise Yahudiliği etkilemiştir. Kadını kısıtlayan, aşağılayıp dışlayan ve günah kapısı olarak gören Yahudilik ve ondan beslenerek doğan Hıristiyanlığın modernleşme ile kadına sosyal haklar tanıyarak dini açıdan tam bir devrim gerçekleştirdiği rahatlıkla söylenebilir. Böylelikle kadınlar çocuklarını yetiştirmede ve onların eğitiminde başat faktör olmuş, hane içerisinde fikri önemsenen ve kocasına karşı düşüncelerini belirten bir birey vasfı kazanmıştır. Laiklik kanunlarla din ve devlet işlerini birbirinden ayıran modernleşmeye kadın açısından bakıldığında en önemli noktalardan biri kadının boşanma talebinde bulunabilmesi ve ailedeki mal ve mülk konusunda erkek ile eşit haklara sahip olmasıdır. Bu noktada kadına hiçbir mali hak tanımayan Yahudilik ve Hıristıyanlık’taki tutum değişikliği göze çarpmaktadır. Batıdan hareketle diğer toplumların batıya yönelmesini hedefleyen modernleşme İslam toplumlarına Yahudilik ve Hıristiyanlık kadar nüfuz edememiştir. Doğu geleneğine, kutsal kitap ve mekanlarına sıkı sıkıya bağlı olan İslamiyet modernleşme yolunda geri kalmıştır. İslam toplumlarında ataerkilliğin baskın oluşu kadınların medeni haklara ve modernleşmeye kavuşmasına engel olduğu söylenebilir. Tarihsel süreç dikkate alındığından Yahudilik’te varlığı daha kabul edilmeyen, cinsel objeden başka bir anlama gelmeyen kadın Hıristiyanlık’ta bakire Meryem modeliyle kısmi kutsallaştırmalar kazanmıştır. İslamiyet’te ise birçok sosyokültürel hakka kavuşan kadın yeryüzünde bir birey olduğunu anlamıştır. Ancak modernleşme ile birlikte bu algının tam tersine döndüğüne şahit olunur. İslamiyet kadına karşı daha tutucu ve ters bir tutum sergilerken, Yahudi ve Hıristiyan kadın çeşitli özgürlüklere ve haklara sahiptir. Böylelikle modernleşmenin, batıda doğduğu için bu topraklarda hedefine daha kolay ulaştığını diğer taraftan İslam toplumlarında aynı etkiyi henüz sağlayamadığını gösterir.

Sonuç

Tarihin hiçbir döneminde kadınların tam anlamıyla erkeklerden üstün olduğu görülmemiştir. Erkek egemenliği biyolojik farklılıklar ve geleneksel tutumlarla beslenerek ilk insandan bu yana varlığı korumuştur. Dünya üzerinde anaerkil ve ataerkil toplumsal yapılar karşılaştırıldığında şüphesiz ki ataerkillik ağır basacaktır. Bu noktada ise toplumsal cinsiyet kavramı kendisini gösterir. Toplumların kadın veya erkek üstünlüğüne bağlı olarak şekillenen toplumsal cinsiyetin, bireylerin rollerinin belirlenmesinde, buna uygun davranılmasında en önemli faktör olduğu söylenebilir. Toplumsal cinsiyet ile ilişkili kavramlar incelendiğinde ise en dikkat çekeni din kavramıdır. Din toplumsal cinsiyet rollerini belirleyen, şekillendiren bir özelliğe sahiptir. Günümüz modern toplumlarında da kadın erkek eşitliğinin söz konusu olmayışının, kadının ikinci cins muamele görmesinin temeline tarihsel süreçte bakıldığında karşımıza şüphesiz din çıkacaktır. Ataerkil bir yapıya sahip olan tektanrılı dinlerin kadına karşı nasıl bir tutum takındığını açıklayan bu çalışma değerlendirildiğinde, kadını dışlayan ve dine layık görmeyen ortak bir bakış açısı dikkat çeker. Zaman zaman ufak haklar ve özgürlükler tanınan kadına verilen değer her zaman en düşük düzeyde olmuştur. Kadın kendini toplumun bir parçası olarak görmemiş, hak ve özgürlük talep edecek özgüveni kendisinde bulamamıştır. Geleneksel din öğretileri cinsiyet eşitsizliğini, ataerkil dünya görüşünü ve kadının değersiz oluşunu destekleyecek şekilde yorumlanmıştır. Kutsal kitaplar yorumlanırken de ataerkil bakış açısının temel alındığı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini meşrulaştırma amacı dikkat çeker. Tektanrılı dinler genel olarak kadını “eksik erkek” olarak tanımlamış, yaradılış destanlarına sığınıp kadının dünyaya acı çekmek için geldiğini savunmuş ve kadını günahkar olarak nitelendirmişlerdir. Modern döneme kadar geçen süreç kadına karşı gelgitlerle geçmiş ve kadın hiçbir zaman din karşısında hak ettiği seviyeye ulaşamamıştır. Yahudilik ile başlayan tektanrılı dönem, zaten ataerkil bir yapıya sahip olan bölgeye erkek peygamberlerin gelmesiyle tam anlamıyla erkek hakimiyeti kazanmıştır. Hıristiyanlık ve sonrasında İslamiyet ile birlikte kadınlar, kademeli bir şekilde kısmi haklara sahip olmuşlardır fakat Hz. İsa ve Hz. Muhammed zihniyetinde olmayıp, kadınlara değer vermeyen yöneticiler söz konusu olduğu taktirde kadınlar ikinci planda kalmaya devam etmişlerdir. Günahkar kadın modeli olan Havva, kadınların dışlanma sebebi iken bakire Meryem modeli kadınların -az da olsa- kutsallık kazanmasını sağlamıştır. Sonrasında iş hayatındaki kadın modeli olan Hatice kadınların özgüven kazanmasını sağlamıştır. Böylece kadın öncelikle evinde eşine ve çocuklarına karşı söz hakkı kazanmış, daha sonra ise eğitim, ekonomik ve kültürel alanlarda kendisine yer açmıştır. Modernleşmenin dini etkiyi ortadan kaldırma girişimiyle batılı Hıristiyan ve onun yanında Yahudi kadınlar yüzyıllarca beklediği ‘insanlık’ vasfına nihayet kavuşabilmiştir. Yapılan araştırmalar ve incelemeler temelde Yahudilik ve Hıristiyanlığın kadını daha çok ötekileştirip aşağıladığı sonucunu gösterir fakat modern dönem incelemelerinde ise Yahudi ve Hıristiyan kadınlar gerek eğitim gerekse siyasi ve ekonomik alanda son derece aktifken Müslüman kadınların ilk dönemlerden daha kötü durumda olup batılı kadınlardan çok geride oldukları gözlemlenmiştir. Bu durumun temel nedenlerinin başında da farklı coğrafya ve kültürlerin, modernleşmeye verdiği farklı yanıt, özümseme ya da yadsımanın rol oynamış olması gelmektedir.

KAYNAKÇA

Akgül, Mehmet (1996), Türk Modernleşmesi ve Din, Çizgi Kitabevi, Konya

Aktaş, Cihan (1991). Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İslami Araştırmalar Dergisi, C.5, 4 Ekim 1991, s.252

Alkan, Türker (1981). Kadın Erkek Eşitsizliği Sorunu, Ankara Üniversitesi, SBF Yayınları, Ankara.

Beauvoir,  Simone De  (1986). KADIN: “İkinci Cins”, Çev, Bertan Onaran, Panel Yayinevi, İstanbul.

Besalel, Yusuf (2001), Yahudilik Ansiklopedisi III.

Berger, Peter L., (1995). Dini Kurumlar, Çev: A. Çiftçi, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 9. 

Berktay, Fatmagül, (2006). Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları, İstanbul.

Berktay, Fatmagül, (1995). Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım, Metis yayınları, İstanbul.

Bhasin, K. (2003), Toplumsal Cinsiyet “Bize Yüklenen Roller” Çeviren:Kader Ay, İstanbul: Kadınlarla Dayanışma Vakfı Yayınları

Dinler Tarihi Ansiklopedisi 1, (1999), Yahudilik, Medya Ofset.

Günindi Ersöz Ayşe, (1999), Cinsiyet Rollerini İlişkin Beklenti, Tutum, Davranışlar ve Eşler Arası Sorumluluk Paylaşımı (Kamuda Çalışan Yönetici Kadınlar Örneği), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları

Günindi Ersöz, Ayşe, (2016). Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi. Anı Yayınları

Gürhan, Nazife, (2010). Toplumsal Cinsiyet ve Din, ss. 61-77.

Fisher, M. P. (2007) Women in Religion,  New York: Pearson & Longman.

Kottak, C.P., (2008), Antropoloji, İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış,  Ankara, Ütopya Yayınları

Mardin, Şerif (1992), Din Ve İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul.

Marshall, Gordon, (1978) Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.

Özkaya, Günseli (1970). Kadınların Savaşı, Garanti Matbaası, İstanbul

Toker, İhsan (2005). Bir Yapılaşma İlişkisi Olarak Kadınlar ve Din: Başkent Kadın Platformu Örneği, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi).

Toker, İhsan,(2009) Dinler Ataerkil Yapıda mıdır?, Eski Yeni Yayınları, 12, ss. 15-21.

Toker, İhsan (2011). Toplumsal Cinsiyet ve Din,  Din Sosyolojisi El Kitabı. Ed. Niyazi Akyüz, İhsan Çapçıoğlu, Grafiker Yayınları, Ankara

Toksarı, Ali (1996). Hz. Peygamberin Devrinde Kadın, “Sosyal Hayatta Kadın”, der. İSAV, İstanbul, Ensar Neşriyat, ss.71-99

Vatandaş, C. (2007). Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Rollerinin Algılanışı” Sosyoloji konferansları Dergisi 35, ss. 29-56.

Yapıcı, Asım (2016). Toplumsal Cinsiyet: Din Ve Kadın, Çamlıca Yayınları, İstanbul.

Yazan Meriç, Ümit (1991). “Farklı Toplumlarda Kadının Statüsü“, Toplum ve Kadın Paneli’nde sunulan bildiri, İzmir.

www.tdk.gov.tr/sözlükler/güncel

http://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/yahudilik-267

https://tr.wikipedia.org/wiki/Hristiyanlık

http://www.salom.com.trhttps://www.akademikparadigma.com/hristiyanligin-kadina-bakisi/