Sabah uyandığınızda Instagram’da kaydırırken karşınıza çıkan pozitif aforizmalar, Tiktok’ta sabah rutinleri, meditasyon uygulamaları, self-care günleri… “İyi hissetmenin” kendisi bir endüstriye dönüşmüş durumda. Peki modern insan, bu terapötik kültürün vadettiği mutluluğa gerçekten ulaşabiliyor mu? Eva Illouz’un 2008’de yayımlanan ve yakın zamanda Türkçeye kazandırılan “Modern Ruhu Kurtarmak: Terapi, Duygular ve Kişisel Gelişim Kültürü” isimli kitabı, günümüzün “kendini geliştir” dayatmasını ve “duygusal sermaye” kavramını derinlemesine irdeliyor. Kitap, 2025 Türkiye’sinde yaşayan bizler için, yayımlanmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, güncel ve çarpıcı sorgulamalar içeriyor.
“Kendine iyi bak”, “Self-care zamanı”, “İçindeki gücü keşfet”… Z kuşağı için artık günlük dilde sıkça kullanılan bu ifadeler, Illouz’un eleştirdiği terapötik kültürün en görünür yansımaları. Fakat bu söylemlerin arkasında masumane bir “kendini geliştirme” arzusundan daha fazlası var. Örneğin, günümüzde 10 milyar dolarlık bir endüstriye dönüşen meditasyon uygulamaları, Illouz’un bahsettiği duygusal kapitalizmin mükemmel bir örneği. “İçsel huzuru” aylık abonelik sistemiyle satan bu uygulamalar, bir zamanlar tamamen kapitalizm karşıtı bir felsefeye dayanan mindfulness pratiğini, kariyer başarısı ve üretkenlik artışı için bir araca dönüştürdü. Illouz’un “duygusal yönetim” kavramı günümüzde daha da somutlaşmış durumda. Peki soru şu: Duygularımızı “yönetmeyi” öğrenirken, onları gerçekten yaşamaktan uzaklaşıyor muyuz?
Illouz, kitabında Freud’un kuramsal mirasının Amerika’da nasıl popülerleştiğini ve terapinin toplumsal bir cazibe merkezi haline gelişini analiz ediyor. Bugün ise Freud’dan oldukça uzaklaşmış durumdayız – terapistler artık TikTok’ta 60 saniyelik videolarla milyonlarca takipçiye “hızlı çözümler” sunuyor. “Terapiyi demokratikleştirdik” diyenler olsa da gerçekte yaşadığımız şey terapinin komodifiye edilmesi ve derinliğini yitirmesi. Örneğin, “ilişki koçları” herhangi bir psikolojik eğitim almadan takipçilerine kompleks ilişki sorunları hakkında kesin çözümler sunarken, hakiki terapötik süreçlerin yerini “satın al-tüket” modeli almış durumda. Tuhaf bir ironiye şahit oluyoruz: Terapi bir zamanlar kapitalist düzenin yarattığı sorunlara çözüm olarak görülürken, bugün tam da o düzenin başka bir ürününe dönüşmüş durumda. Illouz’un sözleriyle, “terapi endüstrisi bireyin ruhsal derinliğini iyileştirmek yerine, onu tatminsizlik döngüsüne hapsediyor.”
Illouz’un “Homo Economicus’tan Homo Communicans’a” bölümünde tartıştığı iletişimci insan tipinin bugünkü en uç örneğini sosyal medyada görüyoruz. Modern birey artık sadece duygusal ve sosyal becerilerini geliştirmekle kalmıyor, bu becerileri dijital platformlarda sürekli sergilemek zorunda hissediyor. “Vulnerability” (kırılganlık) ve duygusal açıklık adeta bir sosyal sermaye biçimine dönüşmüş durumda. Instagram’da depresyonundan, anksiyetesinden, travmalarından bahseden influencerlar en çok etkileşimi alırken, içsel dertlerin paylaşımı bile piyasa değeri olan bir performansa dönüşüyor.
Kitapta “Yakınlığın Tiranlığı” bölümünde Illouz, mahremiyet ve ilişkilerin terapi kültürü içinde nasıl dönüştüğünü inceliyor. Bugün ilişki sorunlarını çözmek için “sağlıklı iletişim teknikleri” ve “ilişki becerileri” gibi son derece rasyonel yaklaşımlar benimserken, belki de tutkudan ve spontanlıktan uzaklaşıyoruz. Modern çöpçatanlık uygulamaları, Illouz’un analizini tamamıyla doğrular nitelikte. Tinder ve Bumble gibi platformlarda insanlar potansiyel partnerlerini “verimlilik” prensibiyle değerlendirirken, aşkın kendisi bile bir tür optimizasyon sürecine tabi tutuluyor. “Relationship check-in” ve “kişisel sınırlar” gibi terapötik kavramlar ilişkilerde daha fazla şeffaflık ve saygı getirirken, bir yandan da romantik ilişkileri adeta birer iş anlaşmasına dönüştürüyor.

Illouz’un “Yeni Bir Duygusal Tabakalaşma mı?” bölümündeki analizleri, günümüz sosyal medya çağında daha da belirgin hale geldi. Duygusal sermaye, artık açıkça bir ekonomik değere sahip. “Duygusal zekâ”, “empati”, “öz-farkındalık” gibi kavramlar hem iş hayatında hem sosyal ortamlarda bir ayrıcalık göstergesi olarak işlev görüyor. Pandemiden sonra “Great Resignation” (Büyük İstifa) dalgasıyla birlikte, duygusal zekâsı yüksek yöneticilerin olduğu şirketlerde çalışan bağlılığının %26 daha yüksek olduğu raporlandı. İşverenler artık açıkça “duygusal becerileri” olan adayları arıyor ve bu durum, Illouz’un “duygusal sermayenin yeni bir tabakalaşma yarattığı” tezini doğruluyor. Sosyal medyadaki “duygusal içerik üreticileri” de bu tabakalaşmanın yeni aktörleri. “Duygusal bilgelik” satan influencerlar milyonlarca takipçi kazanırken, “duygusal sermaye”nin nasıl somut ekonomik sermayeye dönüştüğünü gösteriyorlar. Bununla birlikte, bu içeriklerden faydalanabilmek bile belirli bir kültürel ve dijital okuryazarlık gerektiriyor, ki bu da Illouz’un bahsettiği tabakalaşmayı pekiştiriyor.
Illouz’un kitabında belki de eksik kalan nokta, terapi kültürüne yönelik güçlü eleştirilerinin yanında somut alternatifler sunmaması. Peki terapötik kültürün ötesinde nasıl bir duygusal yaşam mümkün? Son yıllarda yükselen “kolektif iyileşme” hareketleri, Illouz’un eleştirilerine paralel olarak bireysel terapi modellerinin sınırlarını aşmayı hedefliyor. Örneğin, Lynne Segal’in “Radikal Mutluluk: Müşterek Neşe Anları” kitabında savunduğu gibi, bireysel mutluluk arayışının ötesine geçen kolektif deneyimler artık daha fazla ilgi görüyor. Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar” kitabında tartıştığı gibi, depresyonun ardındaki toplumsal ve politik faktörleri görmezden gelen terapi kültürü, gerçek çözümler üretemiyor. Türkiye’de de özellikle büyük şehirlerde yükselen dayanışma ağları, kolektif mutfaklar, okuma grupları gibi inisiyatifler, bireysel “self-care” pratiğinin ötesinde alternatif iyileşme alanları yaratıyor.
Illouz’un “Modern Ruhu Kurtarmak” kitabı, terapötik kültürün vadettiği özgürleşmenin aslında yeni bir tutsak olma biçimine dönüştüğünü gösteriyor. Bugünün Türkiye’sinde bu çelişki daha da derinleşmiş durumda: Ekonomik krizin yarattığı kaygılarla baş etmek için self-help içeriklerine sarılıyor ama aynı zamanda bu içeriklerin tam da sistemin bir parçası olduğunun farkına varıyoruz. 2025’te “iyi hissetmek” lüks haline gelirken, Illouz’un kitabının son cümlesi bizlere alternatif bir vizyon sunuyor: “Hayatımızın devrimci ahlaki amacı mutluluk değil, bilgi ve adalettir.” Belki de gerçek iyileşme, bireysel mutluluk arayışımızı bir kenara bırakıp kolektif adalet mücadelelerine katılmaktan geçiyor. Duygusal kapitalizmin çarkları içinde ruhsal kurtuluş aramak, sistemin içinde farklı bir yaşam kurmaya çalışmak kadar çelişkili. Illouz’un bize hatırlattığı en önemli şey, belki de “duygularımızı yönetmeyi” bırakıp, onları dönüştürücü bir güce çevirmenin zamanının geldiği.