“Kahrolsun bağzı şeyler!”
En küçük detayına kadar düşünülmüş ve yakalanan her detayıyla kapsamlı bir okumayı hak eden neredeyse kusursuz derecede güzel bir Ken Loach filmidir I, Daniel Blake. Filmle ilgili olarak düşülen hata bence “bürokrasi” sözcüğünün kullanılması. Çünkü filmde bürokratik ilişkiler vs. gösterilse de filmin kapitalizmin iğrenç nitelemesine hakkını veren bürokrasisi ile pek bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu film tam anlamıyla “Bu gözlük bana uymuyor!” filmidir. Bu bahsi, filmin girişiyle çizilen çerçeveyi aktardıktan sonra açacağız.
Filmin ilk güzel detayı, bizim göremediğimiz ama sesini işittiğimiz devletin niteliğine yönelik sekanstır. Daniel Blake kalp krizi geçirdiğini ve bu konuya odaklanılması gerektiğini söylese de işittiğimiz ses “Ben neyi soruyorsam ona cevap ver, evet ya da hayır de.” gibi tersleyici bir tonla konuşmaktadır. Durum esasında gayet basittir: Kalp krizi geçirdim, doktor çalışamazsın dedi ve çalışamadığım için geçinmem mümkün değil, sen de devletsen, senin varlık amacın bana bakman, bana bir çıkış yolu yaratmandır. Yaratacaksın! Ancak neyi duyarız? “Bir tane kalemi elinize alıp onu masaya koyma becerinizi yitirdiniz mi?” gibi sadece ve sadece artık senden geriye hiçbir şey kalmamışsa sana bakmayı kabul ediyoruz tavrını. İşte kapitalist düzenin devleti budur.
Şimdi bizi temaya götüren en güzel detaya geleceğiz ama öncesinde “Bu gözlük bana uymuyor!” ne demektir onu biraz açmalıyım. 22 Temmuz 2023’ye yitirdiğimiz sosyolog Kadir Cangızbay’ın benzetmesinden hareketle: Sistem, dünyadaki herkesin miyop olduğu varsayımına göre kurgulanmış. Bu, aynı zamanda herkese miyop olmayı dayatmak gibi bir zorbalığın da meşru sebebi elbette. Devam edelim: Doğup belli bir yaşa geliyorsunuz, size de herkese verdikleri gibi miyop gözlüğü veriyorlar ama siz miyop değil, hipermetropsunuz. Eskiden az çok görebilirken şimdi size verilmiş olan miyop gözlüğüyle hiçbir şey görememeye başlıyorsunuz. Orada elinizi kaldırıp “Bu gözlük bana göre değil, bana uymuyor.” dediğiniz anda da teröristlikle, bölücülükle, bozgunculukla damgalanıyorsunuz. “Miyoplar ben miyopum demiyor, sen niye ben hipermetropum diyorsun, hipermetropçuluk yapma, bu bölücülüktür!” gibi bir akıl tutulması söz konusu. İşte bu filme de sistemin varlıkları işine gelmediği için yok saydığı, bu nedenle de kendi içinde onlara yer açmadığı insanların filmi olarak bakmak gerekir. Bu film, bir yok etmenin, bir hayat gaspının filmidir. Filmde bu durum bilgisayar kullanmayı bilmemek üzerinden aktarılıyor ama asıl detay bu değil. O detayın önemini kavramak için Daniel Blake’in düştüğü duruma bakalım: Bilgisayar kullanmayı bilmeyenlerin yaşama şansı yok bu sistemde. Ev yapabiliyor olabilirsiniz, herkesten daha usta bir marangoz olabilirsiniz ama bilgisayar kullanmayı bilmiyorsanız ya da bir bilgisayarınız yoksa siz de yoksunuz. Sistem sizi insan yerine koymuyor, sizi umursamıyor ama sizden vergisini tıkır tıkır ve gerekirse de zorla alıyor. Bu, bir insana “Top benim, ya benim kurallarıma göre oynamayı kabul et ya da ölüme rıza göster!” demektir ama devlet kimsenin değildir, devlet bizimdir, hepimizindir ve bu nedenle her kim top onunmuş, halk da eğer oyun oynamak istiyorsa onu dinlemeliymiş gibi davranıyorsa bilin ki kendisi bir faşisttir. Benim olanı benden gasp edip hayatımı çalmaya kalkmaktadır çünkü bu yapı. Yani bilgisayar meselesini “Bu devirde de bilgisayar kullanmayı bilsin, o kadar da abartma.” diye direkt gerçek anlamıyla ele almamalıyız, Simgesel düşünmeliyiz. İş konusunu düşünün örneğin, ilk iki yıl asgari ücrete razı olacaksınız, sonra da gıdım gıdım yükseleceksiniz; bu aynı şeydir, sizin olanı sizden alıp “Top benim, ona göre oyna ya da öl!” demektir. Filmdeki olay budur yani. Peki, o muhteşem detay nedir?
Nihayet ofisteki müşfik Ann karakteri Daniel Blake’e mause kullanmayı öğretiyor. Bakın orada dikkat edin, Ann gösterdikten sonra Daniel Blake mauseu alıp sağ tarafa koyuyor önce. Çünkü çoğunluğun solak olduğu İngiltere’de bizim muhteşem Daniel Blake’imiz sağlak. Şu detaydaki inceliğe bakın. Yönetmen işte böyle gösteriyor olayını: Bu bana uymuyor, ben solak değilim, solaklara göre kurgulanmış bir sistemdeki sağlağım, yapamıyorum diyor yani Daniel Blake. Benim için sinema tarihinin en vurucu detaylarından birisidir bu. Bizim ülkemizde de yakın zamana kadar solak çocukların ebeveynleri sağ elle yazmaya alışsın diye çocuğa türlü yöntemleri dayatır, zorla sağ elini kullandırtırlardı. Çünkü bizim ülkede çoğunluk sağlaktı. İşte devletin de hepimize yaptığı şey budur. Simgesel bakalım: Hepimiz, evet istisnasız hepimiz solak doğmuş insanlarız ve sistem bize zorla sağ elimizi kullandırtmaya çalışıyor. Bunun adı eğitim ve öğretim, bunun adı iş hayatının kuralları oluyor. Değil. Bu bir faşizmdir. Aynı örnekten devam: Top benim oynatmıyorum demektir, oysa o top bizim, hep birlikte aldık onu, bir grup azınlığın, hırsızın bizim topumuzla bizi oynatmamasını kabul ettiğimiz bir yaşamaktır yaşadığımız hayat. Yani, utanmalıyız.
Bence filmin en güzel detaylarından birisi de Daniel Blake’in “Yeter artık!” deyip eline aldığı spreyle duvara yazılama yapmasıdır. Bu detayı özellikle her solcuya terörist diyen sağcı arkadaşlara izletmek lazım. Daniel Blake teröristliğinden, vandalizme adanmışlığından ya da bölücü damarından ötürü mü boyadı o duvarı? Adam “Ben yapamıyorum, bu bana uymuyor!” dedikçe “Yapamıyorsan öl!” tepkisiyle karşılaştı, dilenciye çevrildi, dilenci gibi her sabah avuç açmaya o ofise gitmeye mecbur bırakıldı, o yazılamada politik hiçbir şey yoktu; bölücülük, teröristlik ve vandallık yoktu, o “Ben, varım!” (I, Daniel Blake) demenin bir biçimiydi. O kadar yok sayıldı ki Daniel Blake, daha doğrusu onun insan kimliği öylesine hiçe sayıldı ki adam gidip duvara ben varım yazmak zorunda kaldı. Kapitalizmin kara propagandası ve ideolojik silahlarıyla budandıkları için insan yerine konmadığını anlamayan ve kendi vekillerinin tabiriyle “bir gülle gibi nere atılırlarsa oraya yuvarlanan” sağ görüşlü insanlar bu detayı iyi anlamalı. Sokakta elinde bir pankartla gördüğünüz herkes bölücü, terörist olduğundan orada değil, adam/kadın yapamıyor, bu gözlük ona uymuyor, o yüzden sokağa çıkıp “Ben varım.” diyor. “Ben sizin dayattığınız şekilde yaşamaya mecbur değilim!” şeklindeki onurlu tavrını ortaya koyuyor.
Ken Loach tamamen “İşte durum bu, hepimiz mahvolduk.” gibi bir düşüncede değil, kendisi umutlu ve onun umudunu ben de paylaşıyorum. Çıkışı o çocuklarıyla şehre gelen genç kadın üzerinden gösteriyor: Orman kanunlarının hükümranlığı üzerine tesis edilmiş olan sistemin içinden ancak ve ancak dayanışarak çıkabiliriz diyor. “Haydi yoldaşlar, el ele verelim!” gibi sahici olmayan bir demagoji yok burada. Bildiğin gidip senin gibi, benim gibi, bizden hiçbir farkı olmayan herkese ama herkese elimizden ne geliyorsa yapmamız demek. Konuşun, elinizde iş varsa ve siz yapamayacaksanız işi onlara yönlendirin. “Ben yapamam.” deyip size gelen işi geri çevirmeyin, duyarlı olun. “Arkadaş ben seni tanımıyorum, sen beni tanımıyorsun,” gibi saçma mesafeleri kırın, size mesaj atan, bir şey danışan herkesin sorununa samimiyetle eğilin. İçinde bulunduğumuz insanlık dışı koşullardan başka türlü kurtulamayız. Görüldüğü üzere el ele tutuşup kutu kutu pense oynama şirinliği yok burada, bir tavır olarak dayanışmayı kucaklama ve bunu hayatın en önemli gereği olarak görme var. Hiç tanımadığınız birine bir kitap yollamanız ya da bir gün bira ısmarlamanız veyahut adamla/kadınla sadece laflamanız sizden bir şey eksiltmez. Böyle olmalıyız ve Ken Loach da çıkış olarak bu tavrı gösteriyor. Daniel Blake gidip o kadına yardım etti, hiçbir beklentisi yoktu, beş parasızdı ama tesisattan anlıyordu, o da gidip tesisat sorununu çözdü. Marangozdu, gitti ve çocuklara güzel bir oda süsü yaptı. Anneyle çocukları kimsesizler evi gibi bir yere götürüp erzak almalarını sağladı, dikkat edin, Daniel Blake kendisine erzak almadı oradan, onlar alsın diye onları aldı ve götürdü, filmin gözlerimizi dolduran olayı da zaten bu sahnede yaşandı: Kadının konserveyi açıp yemesi. Lanet olsun, işte kapitalizmin devleti budur, devlet buradaki açlıktır, bir suçludur ve hele bugün devlet bir organize suç örgütünden bile daha büyük bir suç örgütüdür.
İşte filme böyle bir açıdan bakınca Daniel Blake’in o son mektubunun anlamı daha iyi oturacaktır zihnimizde. Atladığım detaylar için özür dileyerek o son sözleri saygı duruşu niyetine bir daha okumaya davet ediyorum herkesi:
“Ben bir müşteri, bir alıcı veya hizmet kullanıcı değilim. Ben bir kaytarıcı, bir beleşçi, bir dilenci ya da bir hırsız değilim. Ben bir sosyal güvenlik numarası ya da ekranda yanıp sönen bir iz değilim. Faturalarımı, vergilerimi zamanında ve kuruşuna dek ödedim; bununla gurur duyuyorum. Kimseye boyun eğmem ama elimden gelirse komşumun gözünün içine bakar ona yardım ederim. Sadaka istemiyorum ve kabul de etmiyorum. Benim adım Daniel Blake. Ben bir insanım, bir köpek değilim. Bu sıfatla haklarımı talep ediyorum. Bana saygı duyarak yaklaşmanızı talep ediyorum. Ben Daniel Blake, bir vatandaşım, ne bir eksik ne bir fazla.”
Babannemin de dediği gibi: Mekânın cennet olsun Daniel Blake, senden aldığımız mirasa sadık kalacağız.