Özet
Bu çalışmanın amacı toplumsal değişmenin sinemadaki yansımalarını, belirli yönetmenlerin çalışmaları ve farklı kuramlar çerçevesinde ele alarak kısaca açıklamaktır. Toplumlardaki sosyo-politik ve iktisadi değişimlerin yönetmenler tarafından sinemada nasıl işlendiği ve bu değişikliklerin yönetmenlerin tercih ettiği film türünü nasıl etkilediği örneklendirilmiştir. Bunun için; Metin Erksan, Jean – Luc Godard, François Roland Truffaut, Francis Ford Coppola, George Lucas, Steven Spielberg ve Ertem Eğilmez olmak üzere, yedi yönetmenin çalışmaları esas alınmıştır. Bunun yanı sıra Fransız Yeni Dalga akımının, sinemada auteur kuramının ve Amerikan Hollywood sinemasının ortaya çıkardığı yenilikler, bu akım ve kuramların sinemada nasıl değişikler yarattıkları ve bu değişikliklerin kitleler tarafından nasıl karşılık bulduğu ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Fransız Yeni Dalga Akımı, Auteur Kuramı, Amerikan Hollywood Sineması, Toplumsal Değişim
Toplumsal gerçekliği yansıtma ve büyük kitlelere ulaşabilme özelliği olan sinema, arka plânındaki birçok sosyolojik olguyu ekrana yansıtır. Bir toplumun sinemasını dönemsel olarak ele aldığımızda ve farklı dönemler ile karşılaştırdığımızda o toplumdaki siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel değişimlerin de izini sürebiliriz. Toplumsal ve dönemsel değişimler, yönetmenlerin yeni akımlara yönelmelerine ve farklı türde filmler üretmeye başlamalarına da neden olmuştur.
Türk sinema tarihinin ilk filmi kabul edilen Ayastefanos Abidesi’nin Yıkılışı adlı belgesel filmden bu yana, Türk sineması bir asrı aşmış bir tarihe sahiptir. Türk sinemasının dönemlere ayrılmasında kabul gören yaklaşım Nijat Özön’ün sınıflandırması idi. Fakat bu sınıflandırma, eksik yönleri olduğu gerekçesi ile eleştirilmiştir. Özön’ün sınıflandırması kişileri ve yönetmenleri baz alan bir sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma “cumhuriyet öncesi dönem”, “tiyatrocular dönemi”, “geçiş dönemi”, “sinemacılar dönemi” ve “yeni sinemacılar dönemi” olmak üzere beşe ayrılmışıtr. Lâkin bu ayrımın, toplum ve sinema arasındaki karşılıklı etkileşimi arka plana attığını söyleyebiliriz. Sinema da elbette toplumsal değişmelerden etkilenmekte idi ve bu değişimleri baz almayan bir sınıflandırma eksik kalmış olurdu. Bu duruma ilk ciddi eleştiri de Kurtuluş Kayalı’nın “Türk sinemasının tek auteur’ü” (Kayalı, 2004: 22) olarak nitelendirdiği Metin Erksan tarafından getirilmiştir. Metin Erksan’ın önerdiği dönemleştirme, Türkiye’nin geçirdiği tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel değişimlerinden ziyade o dönemde etkinlik gösteren sinemacıların baz alındığı Özön dönemleştirmesinin aksine Türkiye’deki siyasal gelişmelere dayalı bir ayrımı baz almıştır (Yaylagül, 2018: 17).
Siyasetten etkilenmeyen alan neredeyse yoktur, bu durumda elbette sinema da siyasetin etkisi çevresinde şekillenebiliyordu. Çok partili döneme geçildiği Demokrat Parti döneminde (1950 – 1960) Türkiye toplumsal yapısında önemli değişimler ve kırılmalar olmuştur. Kapitalist dünya sistemine eklemlenmeye çalışan Türkiye’de, NATO ve diğer uluslararası kuruluşların etkisi ile tarımda başlayan makineleşme köyden kente göçü beraberinde getirmiş ve bu durum da büyük çapta toplumsal değişimlere neden olmuştu. Bu değişim sinemada da edebiyatta da kendine yer bulmuştur. Ayrıca “bu dönemde ulaştırma ve elektrifikasyon alanındaki gelişmeler sonucu sinema salonlarının sayısı artmış ve bu durum sinema sektörünün gelişmesine, üretilen film sayısının artmasına neden olmuş ve ‘star sistemi’ sinemada yerleşik hale gelmiştir” (Yaylagül, 2018: 22). 1960’lı yıllarda üç yüzü aşan filmin üretilmesi ve bu filmlerin çoğunun melodramlar ve de komedi filmlerinden oluşması ise siyasi bir durumun sonucudur. Sansürün sinema üstündeki etkisi aslında sanıldığından daha yoğundur. Demokrat Parti’nin sansür ve baskı politikası yönetmenlerin üretimde bulunduğu film türünü de etkilemiştir. Bu durumun sonucu olarak da komedi ve aşk filmlerinde artış olmuştur. Sansür kimi yönetmenlerce kısıtlı bir şekilde uygulanması gerektiği savunulsa da Onat Kutlar sansürü “sanat eserini doğmadan öldüren bir kurum” olarak görmüş ve böyle bir kurumun olmaması gerektiğini savunmuştur (Kutlar, 2018: 117). Metin Erksan filmleri de sansürden payını almıştır. Erksan’ın 1952 yılı yapımı olan ve Aşık Veysel’in hayatını anlattığı Karanlık Dünya filmi de sansüre uğramıştır. Berlin Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alan Susuz Yaz da benzer bir şekilde sansüre uğramıştır. Ayhan Işık’la Türk sinemasında “star sistemi” başlamıştır. 1960’lı yıllarda yoğun sansür uygulamaları sonucu “sinema daha çok bir kitle eğlence aracı olarak görülmüştür” (Yaylagül, 2018: 22). Metin Erksan gündelik hayatın içindeki sorunları da filmlerine konu edinmiştir. Aynı zamanda Türk sinemasındaki “toplumsal gerçekçilik” akımının da öncüsüdür. Metin Erksan’ın Gecelerin Ötesi filmi bu anlamda Türk sinemasının önemli yapıtlarındandır. Film aynı zamanda bir sistem eleştirisidir. Dönemin neredeyse resmi ideolojisi olan “her mahallede bir milyoner yetiştireceğiz” sloganını sorgulayan bir “başkaldırı filmi”dir (Özgüç, 1990: 72). 27 Mayıs İhtilali ve ardından gelen 1961 Anayasası da önemli bir toplumsal kırılma noktasıdır. 1960’lı yılların sinema açısından diğer önemli yanı da kurumsal gelişmelerdir. 1965’te Türk Sinematek Derneği kurulmuş, 1968 yılında ise TRT yayına başlamıştır. “1965’te kurulan Sinematek Derneği çevresinde toplanan, ülkemizde ticari gösterim şansı bulamayan Avrupa ve Dünya sanat sinemasına ait özgün örneklerin gösterimini yapan; sinema ve kapitalist sistem üzerine eleştirel yaklaşımlı konuşma ve toplantılar düzenleyen grup, Devrimci Sinema tezini savunmuştur” (Sim, 2010: 38).
Metin Erksan’ın Türk sinemasına katkısı sadece “toplumcu gerçekçi” yenilikçi akımının öncülerinden olması değil, aynı zamanda iyi bir gözlemci olması gündelik sorunları yansıtan sistem eleştirisi filmleri ve de kurduğu sendika ve derneklerdir. Ek olarak Sevmek Zamanı filmi alışıldık kalıpların dışındadır. Filmdeki esas noktalardan biri olan “Ben sana değil senin resmine aşık oldum” diyalogu akla Platon’un mağara alegorisini getirir, ayrıca surete aşık olma noktasında tasavvufi bir yön bulan eleştirmenler de vardır.
Tıpkı Metin Erksan gibi, Jean – Luc Godard ve François Roland Truffaut da sinemada yeni akımların öncüsü olan yönetmenlerdir. Godard ve Truffaut’nun öncülüğünü yaptığı Fransız Yeni Dalga(Nouvelle Vogue) sineması, sinema ile yönetmen ilişkisine de yeni bir bakış açısı getirmekle kalmamış aynı zamanda sinemaya estetik ve teknik açıdan da yenilikler katmıştır. Bu akımda bahsedilmesi gereken en önemli kavram tabi ki auteur kuramıdır. “Yaratıcı yönetmen” olarak Türkçeleştirmeye çalışılan bu kavram yönetmeni ön plana çıkarmakta ve kişisel dışavurumu esas almaktadır. Yeni Dalga sinemacılarının en önemli özelliği öykü bütünlüğüne ve doğrusal zamana önem vermemeleridir. Yeni Dalga akımı, ileri ve geri sıçramalarla sinemaya yeni bir teknik kazandırmıştır. Yönetmenin anlatmak istediği şeylerin sunumuna katkı sağladığına inandığı belgesel, haber filmi, ara yazı gibi çeşitli stilleri kullanmışlardır. Anlatmak istediklerini sergileyebilmek için değişik kamera hareketlerini denemişlerdir. Yeni Dalga yönetmenleri filmin film olduğunun izleyicinin aklından çıkmaması gerektiğini düşünürler. Bunun için film içinde bazı teknikler kullanılmıştır. Örneğin oyuncu kameraya baktırılır böylece yapaylığın göze batırılması seyirci ile film arasındaki estetik bir mesafeyi oluşturur (Can & Yıldırım, 2019: 167). Godard ve Truffaut 1968’deki devrimci hareketlerin ve militan sinemanın etkisi altında kalmış yönetmenlerdir.
Yeni Dalga sinemasının özelliklerinden biri de yüksek bütçeli setlerin yerine sokakların ve kafelerin film mekanları olarak kullanılmasıdır. Yeni Dalga akımı sinemayı mekânsal olarak da etkilemiştir diyebiliriz. Aynı zamanda filmler düşük bütçeli çekimlerle yapılmaya çalışılmış ve daha az kişi çalıştırılmıştır, bunun sektöre verilmiş bir tepki olduğunu söyleyebiliriz. Truffaut ve Godard’ın öncülerinden olduğu ve alışılmış kalıpları yıkmak için “manifesto” niteliğinde bir anlayışla yola çıktıkları bu akım sinemanın ideolojik yönüne de vurgu yapar. Attila Dorsay (akt. Can & Yıldırım, 2019: 174) Godard sineması hakkında şunları yazar: “Godard, birkaç filminin anımsattığı gibi, temelinde bir sinema anarşisti görünümü altında, burjuva sinemasının getirdiği tüm kuralları yeniden söz konusu etme eğiliminde ve eyleminde bir sinemacı. Burjuvazinin en iyi sahip çıktığı, kendi ideolojisi yönünde en iyi kullandığı sanat mı sinema? Öyleyse onu almalı, parçalamalı demonte etmeli, bu sinemanın bir burjuva silahı olarak nasıl kullanıldığını yığınlara anlatmalı, göstermeli sanki (…) Godard ve sineması, artık sinema kulüplerinin, sinemateklerin malı, ama burjuva sineması tüm görkemiyle hala ayakta… Savaşın bitmediği ve kolay kolay da bitmeyeceği anlaşılıyor”.
François Truffaut’nun 400 Coups filminde ise kişisel dışavurumculuğun örneği ile karşılaşıyoruz. Truffaut’nun 26 yaşında çektiği bu film çoğunlukla onun çocukluk ve ergenlik dönemlerinde yaşadıklarını yansıttığı otobiyografik bir çalışma olarak ele alınır.
Sinemada kalıpların reddi ve yenilik arayışı Amerikan Hollywood sinemasında da kendini göstermişti. Lakin bu değişimin ticari getirisi diğer ülkelerin sinema akımlarının getirdiği yeniliklerden daha farklıdır. 1960’lardaki toplumsal değişim ve çatışmalardan Amerikan sieması da etkilenmişti. Arthur Penn, Stanley Kubrick, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper gibi sinemacılar filmlerinde cinsellik, şiddet, militarizm ve Amerikalılık gibi kavramları yerleşik sınırların dışında ele almış ve kalıplaşmış Hollywood anlatımının dışında teknikler ve üsluplar kullanmışlardır. “1960’ların karşı kültür hareketlerinin izlerini taşıyan filmlerin yerini 1970’lerde, sinema okullarından mezun olmuş Francis Ford Coppola, Paul Schrader, Martin Scorsese, George Lucas ve Steven Spielberg’in gösterişli çalışmaları aldı. Bu filmlerin bir bölümü, toplumsal sorunlar karşısında ailenin konumunu vurgular ve yeni bir ahlâk anlayışı ararken, bir bölümü de klasik serüven, gerilim ve bilimkurgu öykülerini son derece gelişmiş görsel efektlerle perdeye getirdiler” (Sim, 2010: 71).
Coppola’nın “Baba” serisi, Lucas’ın “Yıldız Savaşları” ve Spielberg’in “Jaws”, “Indiana Jones” gibi yapıtları kalabalık kitlelere hitap etmiş ve gişede büyük başarılar yakalamıştır. Sinemanın özellikle 70’lerden sonraki evrimleşmesi “sayıları her yıl artan uluslararası, bölgesel ve ulusal festivallerle pekiştirildi. Yeni sinemaları, sinemacıları ortaya çıkarmak tanıtmak için bir yarış başladı. TV’nin de katkısıyla sinema bu dönemde dünyanın en yaygın ve evrensel sanatı olma niteliğini sürdürdü” (Sim, 2010: 71). Spielberg, Lucas ve Coppola üçlüsü Hollywood sinemasında bir “Avrupalılaşma” eğilimi yaratmıştır. Ürettikleri film türleri daha geniş kitlelere ve geniş yaş aralıklarına hitap etmesi ise ticari olarak büyük gelirleri beraberinde getirmiştir. Bu filmlerin geniş kitlelerce izlenmesi ve gişe rekorları kırmasından yola çıkarak, artık toplumsal gerçekçi ve de toplumsal sorunlara değinen filmlerin yerini; kurgusal, macera filmlerinin almaya başladığını söyleyebiliriz. Tabii bunda yaş faktörünü de geri plana atmamak gerekir. Günümüzü düşünecek olursak artık aileler bir boş zaman etkinliği olarak çocuklarını sinemaya götürmekte. Filmlerin hitap ettiği yaş kitlesi arttıkça bu artışın gişeye de yansıdığı şeklinde yorum yapmak sanırım yanlış bir yaklaşım olmaz.
Türk sinemasına geri dönecek olursak Ertem Eğilmez filmlerinin de hitap ettiği yaş aralığının genelde geniş bir aralık olduğunu ve neredeyse herkes tarafından bilinen filmler olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle “Hababam Sınıfı” serisi Türk sinemasının en bilindik ve herkese ulaşmış filmlerindendir. Ertem Eğilmez filmlerinin dikkat çeken diğer bir yönü ise oyuncu kadrosudur. Münir Özkul, Kemal Sunal, Adile Naşit, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Şener Şen, Ayşen Gruda, Halit Akçetepe gibi Türk sinemasının usta oyuncuları Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini yaptığı ve senaryosunu yazdığı en bilindik filmlerde rol almışlardır.
Türk sinemasının 1970’ler sonrası şekillenmesinde tabi ki 1980 darbesinin önemli bir etkisi vardır. Bu dönemin sinemaya en büyük etkisi sansür olmuştur. Demokrat Parti döneminde olduğu gibi 80 darbesi sonrasında da sansür üretilen film türlerini etkilemiş bunun sonucu olarak da komedi ve aşk filmleri ön plana çıkmıştır. Her ne kadar bu türler ön plana çıksa da üretilen film sayısında ciddi bir düşüş olmuş ve yerli yapımlara kıyasla yabancı yapımlar çok daha fazla idi. Darbelerin ve siyasi değişimlerin dışında teknoloji ve teknolojinin yayılımı da sinema sektörü üzerinde büyük etki göstermiştir. Her evde televizyonun yer almaya başlaması önemli bir olaydır. Filmlerin CD – DVD üzerinden izlenmeye başlanması, televizyonda yayınlanması sinemaya giden kitleyi önemli ölçüde etkilemiştir. Daha sonrasında internetin yaygınlaşması, filmlere kolay erişim, günümüzde ise Netflix türü oluşumlar da sinemayı etkilemiştir.
Sinemadan bahsediyorsak toplumsal yapı ve değişimi görmezden gelmemiz çok da mümkün değildir, yani toplumlardaki iktisadi ve siyasi değişimler ya filmlere konu olarak yansımış ya da yaygın sinema türünü etkileyerek kendini göstermiştir. Sonuç olarak, toplumsal değişim kimi zaman yeni akımların cereyan etmesi ile kimi zaman da farklı tekniklerin uygulanması ile sinema üzerinde etkili olmuştur.
Kaynakça
Can & Yıldırım. (2019). Fransız Yeni Dalga Sineması İçinde Yenilikçi Bir Yönetmen Jean Luc Godard Filmlerinin İdeolojik Boyutu. ( http://static.dergipark.org.tr/article-download/445c/1b26/ecaa/5c5182d518f20.pdf? ) (Erişim: 15.06.2020)
Kayalı, K. (2004). Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek. Ankara: Dost Kitabevi.
Kutlar, O. (2018). Sinema… Sinema. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Özgüç, A. (1990). Başlangıçtan Bugüne Türk Sinemasında İlk’ler. İstanbul: Yılmaz Yayınları.
Sim, Ş. (2010). Türk Sinema Tarihi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Yayınları.
Yaylagül, L. (2018). Sinema Toplum Siyaset. Ankara: Dipnot Yayınları.